30 Ekim 1918 günü Yunanistan’ın Limni adasında demirlemiş İngiliz Agamemnon zırhlısında imzalanan Osmanlının ölüm tutanağı Mondros Mütarekesi’ni imzalayan Rauf (Orbay) Bey’in nasıl bir sevinçle bunu padişaha ulaştırdığını bilir misiniz?
30 Ekim 1918 günü Mondros’un hemen ardından adına paralar bastırılan, kendince bir dil bile üretilen (!) Enver Bey yanında Cemal ve Talat Paşa’nın da gemiyi ilk terk edenler arasında olduğunu duymuş muydunuz?
30 Ekim 1918 sonrasında Osmanlının elindeki belki de en taze ve dinamik gücün Musul yakınlarındaki Ali İhsan Sabis Paşa komutasında olduğunu ve kendisinin tek kurşun dahi atmadan İngiltere’ye Musul’u bırakıp kös kös bölgeden uzaklaştığını, bu acı davranışın mükâfatı olarak da (!) İstanbul’a gelmesinin ardından Haydarpaşa’da tutuklanıp Bekirağa Bölüğü’nde zindana atıldığını biliyor muydunuz? Ali İhsan Sabis Paşa’nın yıllar sonra Musul konusunda anılarında tek kelime yazmadığını da biliyor musunuz?
Mondros sonrası dönemde askerlik görevini tamamlayarak dönemin Milli Eğitim Bakanlığı’na giden Cevat Dursunoğlu’na yöneticilerin “Erzurum bölgesi zaten Ermenilere verilecek. Sen başka bir yere git, tayin iste.” dediklerini ve ülkenin parçalanmasına dünden hazır olduklarını biliyor musunuz?
3 Kasım 1918 günü Adana’ya gelen Mustafa Kemal Paşa’nın dönemin sadrazamı(yani başbakanı) Ahmet İzzet Paşa’ya “Varsın orduları lağvettiniz, rütbelerimizi söktünüz ama biz ferd-i mücahit olarak savaşa devam edelim. Kilikya (Çukurova) bölgesini vermeyelim.” sözüne Sadrazam (yani Osmanlı başbakanı) Ahmet İzzet Paşa’nın “Kilikya neresi?” cevabı verdiğini ve ve aynı sadrazamın “İngilizler ateş açsa dahi siz karşılık vermeyeceksiniz.” talimatı vermesinin ardından sadece 6 İngiliz askerinin koca İskenderun sancağını işgal ettiklerini ve ardından bölgeyi Fransızlara peşkeş çektiklerini duymuş muydunuz? Aynı Ahmet izzet Paşa’nın “Feryadım” adını verdiği anılarında bundan tek kelime ile olsa bahsetmediğini duymuş muydunuz?
13 Kasım 1918 günü İstanbul’a dönen Mustafa Kemal’in ise bu çaresiz ve gaflet ortamında işgalci İngiliz donanmasının arasında Üsküdar’dan Dolmabahçe’ye padişahın yanına geçerken Çanakkale’deki “Ben size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum.” emrinden sonra savaş tarihine geçecek müthiş kararlılığını gösteren “Geldikleri gibi giderler.” kahramanlığını gösterdiğini hatırlar mısınız?
16 Mart 1920 tarihinde İstanbul’un fiilen işgali ve Meclis-i Mebusan’ın, yani milletin kalpgahının İngilizlerce işgalinin ardından Dolmabahçe’ye gelen Rauf (Orbay) Bey’e Osmanlı padişahının ”Bu millet koyun sürüsüdür. Bunlara bir çoban lazım, o çoban da benim.” dediğini duymuş muydunuz?
15 Mayıs 1919 günü Batı Anadolu’yu işgal eden ve Milli Mücadele’nin sonuna kadar geçecek 3 yıl, 4 ay, 20 gün boyunca 900.000 (Dokuz yüz bin) masum Türk insanını vahşice katleden, 600.000 (Altı yüz bin) masum Anadolu insanının evlerinden barklarından sürüklenmelerine neden olan işgalci Yunan ordusunun dönemin padişahı, sadrazamı ve şeyhülislamı tarafından “Yunan misafirlerimiz” olarak kabul edildiklerini, ev sahipliğinde kusur etmemeleri için Kambur İzzet’in vali, Nadir Paşa’nın komutan olarak İzmir’e gönderildiğini, bütün bunlara karşılık Mustafa Necati’nin 14 Mayıs 1919 günü İzmir’de Maşatlık Meydanı (Bugünkü Konak metro çıkışı/Varyant bölgesi)’nda “Mukavemet-i Müselleha gerekir/Silahlı direniş gerekir.” deyip mücadeleye başladığını duymuş muydunuz?
Aynı tarihte Mustafa Kemal Paşa’nın yaveri Cevat Abbas’a “…Şimdi beni anlayan ve bana samimiyetle bağlanacak ve işten ziyade maksadıma hâkim olacak kabiliyette bir yaver ve birkaç emir zabiti ve mülhak zabitler bul.” emri verdiğini biliyor musunuz?
16 Mayıs 1919 tarihinde Bandırma vapuruyla Samsun’a hareket edecek olan Mustafa Kemal’e verilen irade-i şahanenin, yani padişah onaylı görevlendirmenin dönemin sadrazamı Damat Ferit Paşa’ya İçişleri Bakanı Mehmet Ali Bey tarafından Circle d’Orient isimli kumarhanede imzalatıldığını devlet iradesini görme bağlamında duymuş muydunuz?
16 Mayıs 1919 günü Samsun’a hareket eden ve kendisini ATATÜRK yapan Milli Mücadele’yi 19 Mayıs 1919 günü burada başlatan Mustafa Kemal’e verilen geniş yetkilerin “padişahın tahtına halel getirebilecek Karadenizli Türk çetelerini ortadan kaldırmak” üzerine olduğunu, İstanbul yönetiminin kendi paçasını kurtarma kaygısından başka bir derdi olmadığını duymuş muydunuz?
Aynı dönemde Mustafa Kemal’in ise “vicdanında milli bir sır olarak” sakladığı hürriyet ve istiklal duygusunu akılcı stratejilerle birleştirme ve yeni bir ülke kurma düşüncesini ”Hele bir Anadolu’ya geçeyim.” diyerek en yakınlarından bile sakladığını biliyor muydunuz?
Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçme hazırlığı yaptığı dönemde işgal ve mütareke İstanbul’unda İşkencesi Yüzbaşı Bennett ve arkadaşları Yzb. Noel, Arabistanlı Lawrence olarak bilinen Thomas Edward Lawrence, Bozkurt kitabının yazarı Yzb. H. C. Armstrong başta olmak üzere bir grubun “İstanbul Dershanesi” adı verilen batakhane ve fuhuş yuvasında sabilerin, günahsızların kanını içtiklerini, en büyük yardımı da Sait Molla ve İngiliz Muhipleri Cemiyeti kurucusu Rahip Frew’dan aldıklarını biliyor musunuz?
İşkenceci sapık Bennett’in Abdülmecid’den saat hediye alacak, nazırları çat kapı ziyaret edecek kadar güçlü olduğunu, İngiliz Dershanesi olarak bilinen batakhanenin kapısından her gün “sayısız genç ve kibar TÜRK kızının” girdiğini ve “onun çok iğrenç, çok feci, tüyler ürpertici ve en soğukkanlı insanı bile isyana teşvik edici vahşetlerini” Kemalettin Şükrü Bey’in İkdam gazetesinde yayımlanan “İşgal Acıları” başlıklı yazısında da belirttiğini biliyor musunuz?
Necmettin Sadak’ın İşkenceci sapık Yüzbaşı Bennett hakkında “zevk ve safahata düşkün bu yüzbaşı Circle d’Orient’in bakara masalarından kalkmazdı. Dost olduğu sefil adamlarla Sait Molla ve İngiliz Muhipler Cemiyeti’ni teşkil etmiş ve onu iktidar mevkiine çıkartmıştı…” dediğini ve Agopyan Han’da binlerce masum TÜRK insanını işkencelerden geçirip Kuvayı Milliyecileri vahşice katlettiklerini biliyor musunuz?
Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçmeden önce “Sana ihtiyacım olacak, seni Kurmay Başkanı olarak görevlendireceğim.” diyerek İstanbul Pangaltı’daki evinin önünde saatlerce beklediği Albay Kazım (Dirik) Bey’in Mustafa Kemal’in 6/7 Temmuz 1919 gecesi Erzurum’da kendisini vatan haini ilan eden padişaha karşı askerlikten istifa etmesi ve “ferd-i mücahit” olarak Milli Mücadele’ye devam edeceğini açıkladığı gün “Siz artık askeri bir şahıs değilsiniz. Sizden emir almam mümkün değildir. Elimdeki bu dosyaları nereye bırakmamı istersiniz?” diyerek onu sırtından hançerlediğini biliyor musunuz?
Aynı gün, yani 7 Temmuz 1919 günü Erzurum’da bir başka Kazım, Kazım Karabekir Paşa’nınsa “rütbesiz ve sivil” Mustafa Kemal’i kaldığı evde ziyaret ederek ona “Kolordum ve ben emrinizdeyim Paşam.” dediğini duymuş muydunuz?
19 Mayıs 1919-9 Eylül 1922 arasında devam eden Milli Mücadeleyi ve Kuvayı Milliyecileri Refik Halit Karay gibi sözde edebiyatçılarla Ali Kemal gibi sözde gazeteci ve dönemin Dahiliye Nazırı (yani İçişleri Bakanı) kişiliklerin “baldırı çıplaklar” olarak nitelendirdiklerini, özellikle Karay’ın yazılarında her daim İngiltere’nin elinin öpülmesi gerektiğini belirttiğini biliyor musunuz?
15 Mayıs 1919 günü Cevat (Çobanlı) Paşa’ya halef-selef Genelkurmay Başkanı olan Fevzi (Çakmak) Bey’in padişah ve sadrazamın gaflet ve dalaletine –muhtemeldir ki ihanetine-işaret ederek “Buradaki (İstanbul’u işaret ederek) rahatımızı feda etmemek için koskoca memleketi veriyoruz. Bu ne akıldır?” dediğini duymuş muydunuz?
Milli Mücadele sonrasında Circle d’Orient’ta yakalanan ve Sakallı Nurettin tarafından İzmit’te linç ettirilen Ali Kemal Bey’in oğlu Zeki Kuneralp’in bu devletin en gözde diplomatları arasında olduğunu ve hain olarak nitelendirilen bir kişinin devlete hizmet etmeye hazır evladının hiçbir önyargıya kapılmadan devlet hizmetine alınmasının genç cumhuriyet Türkiye’sinin kendi vatandaşlarına karşı ne kadar hoşgörülü ve ön yargısız yaklaştığını bir göstergesi olduğunu biliyor musunuz?
Aynı devlet hoşgörüsünün daha sonraki süreçte Tokat/Yozgat hattında kalebent/sürgün cezasına çarptırılan edebiyatçı Hüseyin Cahit için de uygulandığını ve kendisinin büyük bir edip olduğunu belirten bu memleketin gelmiş geçmiş en büyük iki Milli Eğitim Bakanı’ndan birisi olan (Diğeri de Hasan Ali Yücel’dir.) Mustafa Necati Bey tarafından Milli Eğitim Bakanlığı adına Hüseyin Cahit’e dünya klasiklerini tercüme etmesi için müsaade edildiğini biliyor muydunuz?
Güya Milli Mücadele’ye destek veren örneğin Abdülmecid’in oğlu Prens Faruk’un “Fakat o sıralarda kızım Neslişah doğmak üzereydi. Ailemi doğum esnasında yalnız bırakamayacağımı anladım.” dediğini ve vatan aşkının büyüklüğünü (!) böylece gösterdiğini, oysa Kastamonulu kadınlar başta olmak üzere yüzlerce Türk kadınının bu seferberliğe gönülden katıldığını, pek çoğunun zorlu yollarda doğurduğunu, bugün Kastamonu’da “Ersizlerdere” isimli bir köy bulunduğunu biliyor muydunuz?
Milli Mücadeleyi huruç ale’s-sultan, yani Osmanlı sultanına başkaldırı ve isyan ve dolayısıyla ölümlük bir ihanet olarak gören padişah, sadrazam ve şeyhülislamın başta Mustafa Kemal olmak üzere bütün Kuvayı Milliyeciler hakkında idam cezası verdiklerini, “Katli vaciptir.” şeklinde emirname, ferman ve kanun çıkarttıklarını ve bunları işgalci Yunan uçakları da dahil bütün Anadolu’da dağıttırdıklarını biliyor musunuz?
Nereden nereye küçük bir hatırlatmaydı sadece. Anadolu’yu vatan yapan Türk’ün ATA’sı Mustafa Kemal Atatürk’ü saygı, minnet ve özlemle anıyorum.