Dünyanın pek çok yerinde, dinle siyaset, iç içe geçmiş durumda. Hıristiyanlığın Ortodoksluk mezhebi de, siyasetin yoğun müdahalesine maruz kalmakta.
Ortodoks dünyasının iki önemli merkezi olan Fener Patrikhanesi (Ortodoksluğun manevi merkezi olarak kabul edilir) ile Moskova Patrikhanesi (dünyada en kalabalık Ortodoks cemaatine sahip olan kilise) arasındaki ilişkiler, bundan üç yıl önce, Ukrayna krizi nedeniyle kopmuştu. Fener Patrikhanesi, Ukrayna’nın Moskova’nın alanına değil, kendisinin alanına girdiğini ilan etmiş ve bu, Ukrayna’ya büyük önem veren Moskova Patrikhanesi’nin, Fener’le bütün diyaloğu koparmasına neden olmuştu. Ukrayna konusunun iki kilisenin çatışmasına yol açması, şaşırtıcı değil. Zira birincisi, Ruslar, tarihteki ilk başkentlerinin, bugünkü Ukrayna’nın başkenti Kiev olduğunu, yani, bugünkü Ukrayna’nın, kendilerinin geldiği yer olduğunu savunur. İkincisi, Kiev, Rus Ortodoksları açısından kutsal bir şehirdir ve Rus Ortodokslarının en büyük manastırı olan ve Ruslar açısından büyük bir hac merkezi olan Peçersk Manastırı, burada bulunur. Dolayısıyla, Ukrayna’yı hem Ruslar, hem de Rus Ortodoks Kilisesi (Moskova Patrikhanesi) açısından son derece önemli, son derece hassas kılan milli ve dini nedenler vardır. Ukrayna sorununun Fener’le Moskova arasında kopmaya yol açmasının önemli bir nedeni de, konunun, dini çatışmadan ziyade, siyasi çatışma olmasıdır: 1940’ların ortalarından beridir ABD ve Sovyetler Birliği (ve şimdiki Rusya), Doğu Avrupa ve Balkanlar’da yaşayan Ortodoks halkları kendi etkileri altına almak için, kiliseleri kullanır. O dönemlerden beridir Kremlin yönetimi Moskova Patrikhanesi’ni desteklerken, ABD de, Fener Patrikhanesi’ni destekliyor. Ukrayna da, hem ABD hem de Rusya açısından büyük jeopolitik öneme sahip. Ukrayna’daki siyasi krizler, ABD’yle Rusya arasındaki bu siyasi çekişmeden bağımsız değil. Fener’le Moskova arasındaki Ukrayna krizi de, aynı şekilde, ABD’yle Rusya arasındaki bu siyasi krizden ayrı düşünülemeyecek bir mesele. Nitekim Fener Patriği Bartholomeos, Ukrayna’yı kendi bölgesi ilan edip burada kendisine bağlı bir kilise teşkilatı kurduğunda, bunu ilk tebrik eden, ABD yönetimi olmuştu. ABD, Fener’in Ukrayna’da Moskova’dan ayrı bir kilise kurmasını, Ukrayna’yı Rusya’dan uzaklaştırıp ABD’ye yakınlaştıran bir uygulama olarak görüyor. (bu konuyu, ayrıntılı anlattığım kitabımı, şu adresten temin edebilirsiniz: https://www.cumhuriyetkitap.com.tr/rusya-bati-catismasinda-fener-rum-patrikhanesi )
Fener Patriği’nin Ukrayna Hamlesi
Fener Patriği Bartholomeos’un bu yıl Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenski’nin davetlisi olarak Ukrayna’ya gelmesi de, hem Rusya yönetiminin hem de Moskova Patrikhanesi’nin tepkisine neden oldu. Bu ziyaretin sonuçlarını ve Ortodoks dünyasındaki yeni gerilimleri, ayrı bir yazıda değerlendireceğim. Fakat Fener Patriği’nin bu son Ukrayna ziyaretinde bir konuşmada yaptığı iki çift söz, ayrı bir yazıyı gerekli kılıyor:
Fener Patriği, Kiev’de yaptığı konuşmada, Fener Patrikhanesi’nin hem Rus Ortodoks Kilisesi’nin hem de bütün diğer Ortodoks kiliselerinin anası olduğunu öne sürdü ve Fener’in, “tıpkı bir annenin çocuklarını affetmesi gibi” Moskova’yı affetmeye hazır olduğunu söyledi. Oysaki ne Moskova ne de diğer Ortodoks kiliseleri, Fener’i ana kilise olarak tanımıyor. Fener Patrikhanesi. (ya da tarihsel adıyla İstanbul Patrikhanesi), diğer Ortodoks Kiliseleri tarafından sadece “eşitler arasında birinci” olarak tanınıyor. Yani, dünyadaki ondört Ortodoks kilisesi, Fener’e hürmet etse de, Fener’e bağlı değil. Fener, Vatikan’ın Katolik dünyasında sahip olduğu yetkilere sahip değil. ABD’nin Fener aracılığıyla Ortodoks halkları etkileme isteğine rağmen gerçek, böyle.
Fener Patriği’nin bir diğer sözü, daha da tartışma yaratan cinsten: Bartholomeos, Fener Patrikhanesi’nin tarih boyunca, “diğer bazılarından farklı olarak”, elinde İncil’le gittiği halkları asimile etmeye çalışmadığını söylemiş.
Acaba, Fener Patriği, “diğer bazılarından farklı olarak” derken, kimi kastetti? Katolik Kilisesi’ni kastettiği söylenebilir, zira Katolik Kilisesi’nde, 1963-64 yıllarındaki İkinci Vatikan Konsili’ne kadar, ulusal diller değil, sadece Latince kullanılıyordu. Ortodoks Kiliseleri ise, ulusal kültürlerin ve ulusal kimliklerin gelişimi için daha uygun imkânlar sunmaktaydı. Bu sayede, pek çok Ortodoks millet, kiliselerinde kendi dillerinde ibadet etmiş ve böylelikle, Ortodoks kiliseler, pek çok millette ulusal kültürün korunmasını, sonradan da, milliyetçiliğin yükselmesini sağlamıştır. (Ortodoks kiliselerinde ana dilde ibadet serbestliği, Aziz Pavlos’un “bir kilisede ben, bilinmeyen bir dilde onbin kelime söylemektense, herkesin anlayacağı beş adet söz söylemeyi tercih ederim”, sözüne dayandırılmaktadır (İncil, Korintliler-I Bölümü, 14:19)). Fakat Fener Patriği Bartholomeos’un Kiev’de Katolik temsilcilerle görüşmesine ve Hristiyan dünyasının gelecekteki birleşmesine dair sıcak mesajlar vermesine bakarsak, Fener Patriği’nin bu sert sözlerle Katolikler’i kastetmediği sonucuna varabiliriz. Fener Patriği muhtemelen, Ukrayna milli kimliğini tanımamakla suçlanan Rus Ortodoks Kilisesi’ni kastetmekteydi.
Peki, gerçekten de Fener, sütten çıkmış ak kaşık mı?
Bizans ve Misyonerler
Tarihe baktığımızda, Ortodoks dünyasında genel olarak ulusal kültürlere hoşgörü gösterilmesine karşılık, Fener’in (veya tarihsel adıyla İstanbul Patrikhanesi’nin) Rum/Yunan olmayan milletlere karşı hiç de hoşgörü göstermeye hevesli olmadığını görüyoruz.
Bizans, Ortodoks dünyası içinde ilahiyat konularına ilişkin büyük çatışmaların (Baba-Oğul-Kutsal Ruh Üçlüsü’ne, İsa’nın Tanrısallığına, ikonların yasaklanmasına dair tartışmaların) üstesinden geldikten sonra, 800’lü yıllardan itibaren, civar ülkelere yönelik misyonerlik faaliyetlerine girişti. Dinin egemen olduğu Ortaçağ’da, dinle diplomasi beraber yürüyor, Bizans, çevre ülkeleri Ortodoks yaparak bunları kendi etki alanına almaya çalışıyordu.
Bu çerçevede, köken olarak Makedon Slavlarından olan Bizanslı iki misyoner kardeş (Kiril ve Methodios), Slav halklarını etki altına almak için, Yunan alfabesinden esinlenen özel bir alfabe geliştirdi. Bugünkü Çek Cumhuriyeti’nde bulunan Moravya’ya gittiler ve burada, Slav kökenli Çeklerin arasında, büyük bir cemaat kurmayı başardılar. Ne var ki, bu iki kardeş ölünce, onların öğrencileri, bölgedeki Alman-Katoliklerin baskısına dayanamayıp burayı terk etmek zorunda kaldılar. Balkanlar’a geldiklerinde, ustalarının alfabesini geliştirdiler ve bu alfabe, “Kiril Alfabesi” adını aldı. O dönemde, Bulgaristan, Hristiyanlığı kabul etmiş bulunuyordu (Hristiyanlığı benimseyen Bulgar Hükümdarı Boris Han, ilk başta Hristiyanlığı Roma’dan kabul etmeye niyetlenmiş, fakat büyük bir Bizans ordusunun sınıra dayanması üzerine, Ortodoksluk’ta karar kılmıştı). 865’te Bulgaristan’ın Ortodoksluğu resmi din olarak kabul etmesinden sonra Boris Han, Bizans’ın (ve İstanbul Patrikhanesi’nin) dini baskılarını hissetmeye başladı. Bu nedenle, Katolikliğe yöneldi. Bu gelişme, başka etkenlerle birlikte, Katoliklerle Ortodokslar arasındaki ilk bölünmeye neden olacaktı. Ne var ki Boris, Roma’nın kendisine İstanbul’un/Bizans’ın verdiğinden fazlasını vermeye niyetinin olmadığını anladı ve İstanbul Patrikhanesi’nin Bulgar Kilisesi’ne özerklik vermeyi kabul etmesinin ardından Boris Han, tekrar Ortodoks oldu. Ancak, İstanbul Kilisesi’nin Bulgaristan’da Rumlaştırma/Yunanlaştırma faaliyeti yürütmesinden çekinen Boris Han, Kilise Slavcasının, ibadet ve ilahiyat dili olarak geliştirilmesi talimatını verdi. Dolayısıyla, Bulgarların o dönemde Bizans/İstanbul Patrikhanesi tarafından asimile edilmemesi, Boris Han’ın girişimlerinin bir sonucuydu; İstanbul Patrikhanesi’nin hoşgörüsünün değil.
Bulgar Kilisesi’nin Varlığı
Ortaçağ’da, bağımsız (otosefal) bir Bulgar kilisesinin varlığı, Bulgaristan’ın bağımsızlığı ile doğrudan bağlantılıydı. Birinci Bulgar Çarlığı 10. Yüzyılda yıkılınca bu, Bulgar Kilisesi’nin de lağvedilerek İstanbul’a bağlanmasına yol açmıştı.
Daha sonra kurulan İkinci Bulgar Çarlığı zamanında Bulgar Ortodoks Kilisesi, yeniden kuruldu. Fakat Bulgar ve Sırp kiliselerinin kurularak otosefal (bağımsız) statüye kavuşmaları, İstanbul Patrikhanesi’nin iyi niyetinden değil, Bizans’ın ve İstanbul Patrikhanesi’nin içinde bulundukları zor şartlardan kaynaklanmaktaydı: Bizans’ın başkenti, 1204 yılında Katolik Haçlılar tarafından işgal edilmiş ve Bizans, bir süreliğine tarih sahnesinden çekilmişti. İstanbul’un Latin işgalinde olduğu bu şartlarda, Bizans topraklarının üç farklı bölgesinde, üç ayrı hanedan, Bizans’ı temsil iddiasıyla ortaya çıkmıştı: Trabzon’da Kommenos Hanedanı, Epir’de Angelos Hanedanı, İznik’teyse, Laskaris Hanedanı, kendilerinin Bizans’ı temsil ettikleri iddiasıyla ortaya çıktı. İstanbul’un son patriği de, Latinlerin İstanbul’u istilası sonrasındaki kargaşada hayatını kaybetmiş ve kendisinden sonra gelecek kişiye ait hiçbir şey söylememişti. Bu şartlarda, İznik’teki ruhbanın mı, Trabzon’daki ruhbanın mı yoksa Epir’deki ruhbanın mı İstanbul Patrikhanesi’nin varisi olacağı, belli değildi. Bu şartlarda, İznik’teki ruhbanın Bulgar ve Sırp kiliseleri ile irtibat kurarak bunlara bağımsızlık (otosefallik) vermesi, o kiliselerin de İznik’teki kiliseyi İstanbul Patrikhanesi’nin varisi olarak kabul etmesini sağladı.
İznik’teki yönetim, 1261’de İstanbul’u Latinlerden alıp Bizans İmparatorluğu’nu tekrar kurduysa da, yeniden kurulan bu Bizans’ın, bir zamanların güçlü Bizans’ıyla hiçbir alakası yoktu: Bütün ticaret yolları Venediklilerle Cenevizlilerin eline geçmiş, ülkenin her yerinde, imparatordan bağımsız hareket eden yerel beyler ortaya çıkmıştı. İstanbul Patrikhanesi’nin, Bizans’ta ağırlığı artsa da, Bizans Devleti’nin sınırları giderek daralıyordu.
İstanbul Patrikhanesi, altın çağını, Osmanlı’nın İstanbul’u fethetmesinden hemen sonra yaşadı. Fatih Sultan Mehmet, bütün Ortodoks tebaasını Rum Patriği aracılığıyla denetlemek istediği için, Rum Patriği’ni, cemaatin dünyevi işleri konusunda da söz sahibi yaptı. Ayrıca, Osmanlı Devleti Balkanlar’da yayıldıkça, buralardaki Bulgar ve Sırp kiliseleri de kapatılıp İstanbul Patrikhanesi’ne bağlanıyordu. Sırp Patrikhanesi, 1500’lü yıllarda, Sırp kökenli Sokollu Mehmet Paşa’nın girişimiyle tekrar kurulduysa da, 1700’lerde tekrar kapatıldı. Bulgarlarda ise Batı Bulgar Kilisesi olarak da bilinen, Makedonya’daki Ohrid Kilisesi bir süre varlığını sürdürecek, fakat 1700’lü yıllarda, onun da varlığına Fener son verecekti.
Rumlaşmış Bulgarlar
Fener Patrikhanesi, 1700’lü yıllarda, Patrik Samuel’in döneminde, Balkan Slavlarını (Bulgarlar ve Sırplar) Rumlaştırma çabasına girişti. Bu dönemde, Sırp ve Batı Bulgar (Ohrid) kiliseleri kapatıldı ve köy okulların da bile Bulgarca eğitim, yasaklandı. Sırplar nispeten uzakta bulunduklarından, Fener’in Rumlaştırma politikasından fazla etkilenmediler. İstanbul’a daha yakında olan Bulgarlarda ise Rumlaştırma politikası, etkisini daha yoğun gösterdi. 1700’lü yılların sonu ve 1800’lerin başlarında, özellikle şehirlerde, Bulgar nüfusun önemli bir bölümü, Rumlaştı. Bu nedenle, 1700’lerin sonlarında ortaya çıkan Bulgar milliyetçiliği, ilk olarak, Rum/Yunan milliyetçiliğine karşı mücadele edecek ve Bulgar milliyetçilerinin öncelikli hedefi, Fener’den bağımsız bir Bulgar Kilisesi’nin kurulması olacaktı. Osmanlı Hükümeti, bağımsız Bulgar Kilisesi’nin kurulmasını sağladıysa da (1872’de), Fener Patrikhanesi Bulgar Kilisesi’ni ancak 1945’te tanıyacaktı.
Fener ve Romanya
Fener, 1700’lü yıllarda, bugünkü Romanya’ya da müdahale ederek, Rumenleri Sırp Ortodoks Kilisesi’nden ayırdı ve kendi nüfuzuna aldı. Fener, Rumenler arasında Bulgarlara uyguladığına benzer etkin bir Rumlaştırma siyaseti uygulamadıysa da, 1800’lere gelindiğinde Romanya’dan, “Helenizm adası” olarak bahsedilir olmuştu. 1821 Yunan İsyanı’nı örgütleyenler, Romanya’daki Rum etkisine fazla güvenerek ilk ayaklanma girişimini Romanya’da başlatmak istedilerse de, bu girişim, ağır bir bozgunla sonuçlanacaktı (Rumen köylüler, Rum/Yunan hareketine hiçbir sempati duymadıklarından, bu girişime destek vermemişti).
Arapları Rumlaştırma Çabası
Osmanlı’nın Suriye ve Mısır’ı almasıyla, buralarda bulunan ve Ortodoks dünyasının tarihsel patrikhaneleri olan Antakya, Kudüs ve İskenderiye patrikhaneleri de Osmanlı sınırlarına dâhil oldu. Bu patrikhaneler, varlıklarını sürdürse de, İstanbul (Fener) Patrikhanesi’nin güdümüne girdiler. Bir dönem, İskenderiye ve Kudüs Patrikleri, İstanbul’da Fener Patrikhanesi’nde ikamet etmek zorunda kalmıştı. Bunun dışındaki dönemlerde de, İskenderiye, Kudüs ve Antakya Patrikleri, İstanbul’a ancak Fener Patriği’nin izniyle gelebiliyor, padişaha dertlerini ancak Fener Patriği aracılığıyla iletebiliyor ve İstanbul’da ancak Fener Patriği’nin istediği süre kadar kalabiliyordu. Bu patrikhanelerin cemaatlerinin Ortodoks Araplardan oluşmasına rağmen, Fener, bu kiliseleri de Rumlaştırmaya girişti. Günümüzde bile, İskenderiye ve Kudüs patrikhanelerinin üst düzey ruhbanı, Rum’dur. Antakya patrikleri de, 1800’lerin sonlarına kadar, Rum ruhbandan seçilirken, 1899 yılında, Rusya’nın müdahalesiyle, Antakya patrikleri Araplardan seçilmeye başladı.
Bu birkaç hususu bile göz önünde bulundurduğumuzda, Fener Patriği’nin, büyük sözler sarf etmeden önce tarihe bakması gerektiğini söyleyebiliriz.
Fener Patrikhanesi’nin ortaya çıkışı ve günümüzde ABD’nin politikalarına nasıl hizmet ettiğini anlatan kitabımda, bu konuları, daha geniş şekilde bulabilirsiniz. Cumhuriyet Yayınları’ndan çıkan “Rusya-Batı Çatışmasında Fener Rum Patrikhanesi” adlı kitabımı, şu adresten, indirimli olarak temin edebilirsiniz: https://www.cumhuriyetkitap.com.tr/rusya-bati-catismasinda-fener-rum-patrikhanesi