ABD Başkanlık Makamı, 17 Temmuz 2019’da Türkiye’de gece saatlerinde, ABD ise öğleden sonraya denk gelen bir zaman diliminde, Türkiye’nin F-35 programından çıkarıldığını ilan eden kısa bir basın açıklaması yaptı. Bu açıklamayı takip eden kısa bir süre içinde ise ABD Savunma Sekreterliği tedarikten sorumlu Müsteşarı Ellen Lord ile savunma politikalarından sorumlu Müsteşar Yardımcısı David Trachtenberg kısıtlı bir basın toplantısı düzenledi.
Toplantı da alınan karardan yani Türkiye’nin F-35 programından çıkarılması kararından memnun olunmadığı ancak Rusya Federasyonu’nun ürettiği S-400 hava savunma sisteminin aynı zamanda F-35’ler için bir istihbarat toplama aracı olduğu belirtildi. Bu durumun bir NATO üyesi olarak kuvvetli ilişkiler içinde bulunulan Türkiye ile yürütülen faaliyetlerde zararlı etkilere sebep olabileceği de ABD Başkanlık Makamından yapılan basın açıklamasında belirtilmişti.
Yani özet olarak artık Türk kamuoyunun da en az bir savunma sanayii uzmanı yahut hava savunma sınıfı zabiti kadar bilgi sahibi olduğu bu hususta ABD tarafı S-400 alınması ile birlikte F-35’lere yönelik bir istihbari bilgi toplama faaliyetine yönelik olarak endişelerini belirterek; Türkiye’yi programdan “şimdilik” çıkartma kararı aldığını açıkladı.
Bu “şimdilik” ifadesi hayli önemli zira Savunma Sekreteri Müsteşarı Lord açıklamasını yaparken Türkiye’nin şartlar değiştiği takdirde programa geri dönebileceğini de belirtti. Ancak bu şartların değişikliği konusunda nasıl bir durumu beklediklerine dair net bir açıklama yapmadı. Ortak projenin tedarik şartları açısından da değerlendirmesini yapan Müsteşar Lord, programdan çıkarılmanın Türkiye’ye maliyetinin Mart 2020’ye kadar dokuz milyar dolar olacağını iddia etti. Bu üretim parçalarının öncelikli olarak ABD firmaları tarafından karşılanacağını ancak nihai amacın söz konusu parçaların üretiminin proje katılımcılarına dağıtmak olduğunu da belirtti. Müsteşar Lord, üretimin Türkiye’den alınması ile ABD’nin muhtemel zararının beklenmeyen mühendislik faaliyetleri açısından bir kereye mahsus olmak üzere 500-600 milyon dolar olacağını belirterek, hali hazırda Türkiye için üretilmeyi bekleyen F-35’lerin de eğer alıcısı bulunursa başka proje ortaklarına satılabileceğini belirtti.
Bu noktada Müsteşar Lord’un ABD Savunma Sekreterliği tedarik faaliyetlerinden sorumlu olduğunu bir kez daha hatırlatayım. Yani Müsteşar bir mühendis ve ekonomist perspektifinden olaya bakarak aslında bu karardan dolayı ABD’nin değil Türkiye Cumhuriyeti Devletinin daha zararlı olduğu yönünde bir çerçeve oluşturdu. Aslında Türkiye’de de bu konuyu tahlil ederken programdan ayrılmanın Türkiye aleyhine olacağı görüşünü belirtenler ile Müsteşar Lord’un perspektifi açısından bir hayli benzerlik mevcut. Zira ekonomik kayıp üzerinden ortaya konan bir görüş ortaklığı var. Israrla söylediğim ekonomi politik değildir, politikanın uygulanması için ekonominin kullanılmasıdır görüşü dikkate alındığında bu durumun çok da önemli bir sonuç doğurmadığı görülecektir. Bu durumun Türkiye’yi konumu itibarıyla etkilemeyeceği görüşünü ise istemese de yine aynı toplantıda Savunma Sekreterliği politikalardan sorumlu Müsteşar yardımcısı Trachtenberg dile getirdi.
Trachtenberg üzerine basa basa bu durumun NATO ittifakı ile ilgili olumsuz sonuçlar doğurmayacağını, Türkiye’nin gelecek dönemde gerçekleştirilecek olan Gürcistan, Almanya ve Ukrayna’daki tatbikatlara katılım açısından da bir engel teşkil etmeyeceğini belirtti. Trachtenberg konuşmasının tamamında S-400 alımının Türkiye, ABD ve NATO ile ilişkilerini etkilemeyeceğini bu durumun sadece F-35’leri kapsayan bir karar olduğunu ifade etti.
Aslında bu durum uluslararası politika teorisi çalışması açısından da verimli bir alanı oluşturuyor. Zira canlı olarak ABD Savunma Sekreterliğinin iki üst düzey yöneticisinin açıklama yaparken ne kadar dikkatli olmak zorunda olduğunu gözlemledim. Buna ek olarak işin mühendislik ve ekonomi yönünü yürüten idareci ile işin politika strateji yönünü yürüten idarecinin aynı kurumun çatısı altında nasıl farklı bir bakışı ortaya koymak zorunda kaldığını da bu açıklamalarda görmek mümkün. Birisi yani mühendislik ve ekonomi yönü ile meseleyi ortaya koymaya çalışan üst düzey yönetici doğruluğu tartışmaya açık olmak ile birlikte ABD’nin bir zarar görmediğini ancak ekonomik olarak Türkiye’nin bir zarara uğradığını anlatma çabasındayken; politikadan sorumlu üst düzey yönetici ise kararı aldık ama gerçekten ilişkilerimizi etkilemez şeklinde bir söylem benimsedi.
Yani aslında ekonomi-politik değil, politikanın yürütülmesi için ekonomik faaliyetin kullanılması durumu var ki; bu vaziyetin de ne denli geçerli olduğu ortada. Zira politikadan sorumlu yetkili defaatle alınan kararın ilişkileri etkilememesi gerektiğini belirtti, diğer mevkidaşının tüm ekonomik zarar ifadelerine rağmen bunu yaptı. Sevgili ekonomist ve mühendis dostlar, biliyorum alanlarınız çok kıymetli hatta bizler de özellikle ekonomi faaliyetlerini politikayı etkileyen boyutuyla dikkate alırız. Ama bu bizi birer ekonomist yapmaz. Bu örnek olayda da görüldüğü gibi ekonomik faaliyet politik faaliyeti doğrudan etkilemez sadece yönlendirmeye çalışır. Savunma Sekreterliği Müsteşarı Lord’un belirttiği zarar oluşsa bile Türkiye Cumhuriyeti batmayacak. Dolayısıyla bu ekonomik tehdit de belli bir seviyede sınırlı kalacak zaten bunu yetkililer kendi ağızlarıyla belirttiler. Üstelik Amerikalılar kapıyı da kapatamadı, bildiğim kadarıyla bir heyet Türkiye’ye gelecek ve güvenlik konularını konuşacak.
Amerikalı yetkililer her fırsatta ikili ilişkilerin sadece bir savaş jetinden ibaret olmadığını belirtti. NATO yetkilileri de Türkiye’nin NATO için S-400’den daha fazlası olduğunu ifade ediyor. Bu aşamada alınan CAATSA yaptırım kararı içinden ABD Başkanı Trump en hafif beş tanesini seçecek, istediği zaman yürürlüğe koyacak gibi ifadelerin de yersiz ve yetersiz olduğunu değerlendiriyorum. Politika bilimini kendi düzeni içinde ele almak bu sonuçlara ulaşmayı da sağlayacaktır. Bu yaptırımların yetersiz kalacağı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin S-400 alma kararının milli egemenliğinin bir hakkı olduğunu hep dile getirdim.
Bu noktada Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bir denge politikası yürütmesi gerektiğini bunu yaparken de büyük güçler olan ABD ve Rusya Federasyonu karşısında sahip olduğu asimetrik gücün farkında olunmalı. Yani ne Rusçu bir bakış açısı ile “tam bağımsızlık” söyleminin ardına saklanmış bir Rusya teslimiyeti ne de Amerikancı bir bakış açısı ile “ekonomik çıkarlar” söylemi ardına saklanmış bir ABD teslimiyeti devletimizin çıkarlarına yönelik değildir. Her iki Amerikalı yetkilinin ortaya koyduğu çekingen tavır bunun en önemli göstergesidir ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti bölgesinde bağımsız ve güçlü bir devlet olarak politik yapının en önemli temsilcisidir.