15 Kasım 1983 Salı günü sabahı 08:30 sularında Türk Milleti’nin şanla, şerefle dolu tarihine yeni bir şerefli sayfa eklendi. O sabah Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin (KTFD) oybirliği ile aldığı 50 sayılı Karara dayanılarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) kuruluşu dünyaya ilân edildi. İlân, Meclis’in Kararını ve Bağımsızlık Demeci’nin metinlerini Meclis binası önünde toplanan halka okuyan KTFD Başkanı Rauf Raif Denktaş tarafından yapıldı.
Türkiye aynı gün KKTC’ni tanıma kararı aldı. Karar Dışişleri Bakanlığında düzenlenen basın toplantısıyla Bakan İlter Türkmen tarafından açıklandı.
Bugün o mutlu kuruluş ilânının 35. Yıldönümüdür; KKTC’de Cumhuriyet Bayramıdır. Kıbrıs Türk halkına, bütün Türk Milleti’ne kutlu ve mutlu olsun!
16 Kasım 1983 tarihli Türk gazeteleri, bu tarihî gelişmeyi başlıca şu manşetlerle duyurdu: “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilân edildi – Çözüm için zorunlu karar” (Cumhuriyet); “GURUR GÜNÜ” (Hürriyet); “Mutlu Son” (Güneş); “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kuruldu – KUTLU OLSUN” (Milliyet).
Yapılan yorumlarda, bağımsızlık kararı, haklı bulundu. Karar, Kıbrıs Türk halkının kendi kaderine sahip çıkma azim ve iradesinin tezahürü olarak değerlendirildi.
KKTC’nin kurulması, Kıbrıs Türk halkının ayrılıkçı zihniyet ve amaçlarla ve şiddete dayalı yöntemlerle attığı adımların neticesi değildir. Aksine, antlaşmalara dayalı olarak eşit kuruculuk ve ortaklık esasına göre kurulmuş olan 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nden Rumlar tarafından zorla ve zorbalıkla dışlanmış olmanın ürünüdür. Uluslararası toplumun belli başlı aktörlerinin ve BM’nin tek yanlı haksız tutumlarından cesaret bulan Rumların Kıbrıslı Türkleri kimliksizliğe mahkûm etme emel ve tasavvurlarına ve uygulamalarına karşı gösterilen haklı ve kaçınılmaz bir tepkidir. Kıbrıslı Türkleri Rumların temsil ettiği sözde Kıbrıs Cumhuriyeti’ne yamamak suretiyle bulunmak istenen sun’i ve sakat, bu yüzden de yaşayamaz olan çözüm şekillerinin yerine, Ada’daki gerçeklere dayalı eşitlik temelinde doğal, sağlam ve yaşayabilir bir çözüm şeklinin tercih edilmesinin sonucudur. Tahrikçi ve çatışmacı değil, teşvikçi ve barışçı niyet ve düşüncelerin eseridir. Türk ve Rum halkların yaşadığı Kıbrıs adasını bir Yunan adası haline getirme teşebbüslerini sonlandırma azim ve kararlılığının sembolüdür. Hayalciliğe karşı, gerçekçiliği üstün kılma isteğinin göstergesidir. KKTC’nin ilânında, aynı adada Türklerle Rumların yana yana huzur, refah, barış ve işbirliği içinde yana yana yaşamalarını mümkün kılacak zemini yaratma emeli vardır.
Bu değerlendirmemizin dayanağı Bağımsızlık Demeci’nin 22. paragrafının lâfzı ve ruhudur.
22. paragrafta şu barışçı ifadeye yer verilmiştir:
“…Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilânı, iki eşit halkın ve onların kurdukları yönetimlerin, gerçek bir federasyon çatısı altında yeniden bir ortaklık kurmalarını engellemez; tam aksine bir federasyonun kurulabilmesi için gerekli ön şartları tamamlayarak bu yoldaki samimi çabaları kolaylaştırabilir. Bu yolda her yapıcı çabayı göstermeğe kararlı olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti başka hiçbir devletle birleşmeyecektir.”
Bağımsızlık Demeci’nin bu paragrafını dikkatli okunmak ve iyi anlamak lâzımdır. Bu paragrafta temel kavram, üzerinde düşünülüp tartışıldıktan sonra metinde yer almış olan “gerçek federasyon” kavramıdır.
Çeşitli vesilelerle daha önce yazmış olduğum üzere, BM Güvenlik Konseyi 1960 yılında Kıbrıs Türk ve Rum toplumlarının eşit siyasî ve kurucu ortaklığı temelinde kurulmuş olup 1963 Aralık ayında Rumlar tarafından yıkılmış olan ve o zamandan sonra sadece Rumlar tarafından yönetilen sözde Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Ada’daki yegâne devlet olarak kabul etmektedir. Bu Devlet’in Kıbrıslı Türkleri de temsil ettiği varsayımından hareket etmektedir. Bu varsayımla BM Güvenlik Konseyi’nin resmî belgelerinde Kıbrıs sorunu için öngörülen çözüm şekli hakkında şu ifadeye yer verilmiştir:
“…Güvenlik Konseyi BMGS’nin Kıbrıs hakkındaki iyi niyet görevine ilişkin talimatı düzenlerken iki toplum ihtiva eden bir (one) Kıbrıs Devleti’nin mevcudiyetine dayalı çözüm öngörmüştür.”
Bu ifadede “bir Kıbrıs Devleti” ibaresinde baş harfler büyük harfle yazılmıştır. “Bir Kıbrıs Devleti” kavramıyla kastedilen 55 yıldır Rumlar tarafından yönetilen iki toplumlu 1960 “Kıbrıs Cumhuriyeti’dir”.
Yine, BM Güvenlik Konseyi’nin resmî belgelerinde BMGS’nin halen yürütmekte olduğu “iyi niyet” görevinin hedefi de şöyle tarif edilmektedir:
“…iyi niyet görevinin ifasında güdülen hedef, Kıbrıs Devleti için, Kıbrıs’taki iki toplum arasındaki ilişkileri federal, iki toplumlu ve iki kesimli temel üzerinde düzenleyecek yeni bir anayasadır. Bu çalışmaya her toplum eşit düzeyde katılacaktır…”
Görüldüğü gibi, BM Güvenlik Konseyi, iyi niyet göreviyle ilgili anlayışını ortaya koyarken, açık ve seçik olarak, “ortada tek bir Kıbrıs Devleti vardır. BMGS’ne, iki toplumdan oluşan bu Kıbrıs Devleti’ne dayalı bir çözüm aranması için görev vermiş bulunuyoruz. İyi niyet görevi ifa edilirken, var olan bu Kıbrıs Devlet’i için iki toplum arasındaki ilişkilerin bu defa federal, iki toplumlu ve iki kesimli temel üzerinde düzenlenmesini sağlayacak yeni bir anayasa hedefi güdülecektir” demektedir.
BM Güvenlik Konseyi çözüm şekli hakkındaki varsayımlara dayalı kendi anlayışlarını geçerli kılabilmek için de Kıbrıs sorununa ilişkin terminolojide iki taraf bakımından “halk” kavramına da yer vermemektedir. Çünkü uluslararası hukukta “kendi kaderini tayin” (self-determination) hakkının sadece “halka” ait olduğu kabul edilmektedir. BM “Kıbrıs halkı” ve “Kıbrıslılar” kavramlarını kullanmaktadır.
Bu anlayışlar ve bunlara dayalı uygulamalar düpedüz Kıbrıs sorununa ilişkin olguların, gerçeklerin tahrifidir, inkârıdır. Haksızlık, adaletsizlik ve kayırmacılıktır. Siyasî sapıklık ve siyasî zorbalıktır. Açıktır ki, Güvenlik Konseyi, Kıbrıslı Türkleri, Rumlar tarafından silâh zoruyla dışına atıldıkları devlete yamamak ve o devletin anayasasının sözde federal esasa göre tadil edilmesini sağlamak suretiyle ortaya sözde federal bir çözüm çıkarma peşindedir.
Bu gerçeklerin idrakinden hareket edilerek Bağımsızlık Demeci’ni hazırlayanlar, bir taraftan Kıbrıs Türk halkının ayrılıkçı bir zihniyetle hareket etmediğini gösterme düşüncesiyle “federal” çözüme kapıyı nihai olarak kapatma cihetine gitmemişler, diğer taraftan da “federasyon” kavramını yerinde olarak “gerçek” sıfatıyla nitelemişlerdir.
“Gerçek federasyon”, Kıbrıs’ta halen mevcut olan bağımsız ve egemen iki ayrı Devlet’in ve iki halkın, müzakere süreci dahil, kurulmasına eşit statüde ve egemen iradeleriyle karar verdikleri ve içinde “eşit egemen” federe devletler olarak var oldukları; egemen yetkilerinin, üzerinde mutabık kaldıkları bir bölümünü, federal Hükûmete devrettikleri bir ortak yapıdır.
BMGS’nin “iyi niyet” görevi çerçevesinde on yıllardır yürütülmüş olan müzakerelerde uygulandığı iddia edilen eşitlik ilkesinin mahiyetine gelince: Bu ilke, yıkıldığı halde halen var olduğu BM tarafından varsayılan “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” iki toplumu arasındaki sözde eşit statüden kaynaklanmaktadır. BM Güvenlik Konseyi, toplumlararası müzakerelerin amacını varlığını sürdürdüğünü kabul ettiği 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti için federal esasa göre bir anayasa hazırlanması olarak belirlemiştir. Bu amaca yönelik müzakere sürecinin de 1960 Kıbrıs Devleti’nin iki toplumu arasında “eşit temelde” (on an equal footing) yürütülmesi kuralını benimsemiştir. Yani, BM, Kıbrıs Türk halkını, bize göre yok hükmündeki “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” iki toplumundan biri olarak kabul etmektedir.
Resmî plânda Kıbrıs Rum lider Birleşmiş BM’de ve diğer devletler nezdinde “Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı” olarak muamele görmektedir. Kıbrıs müzakere sürecinde ise “Kıbrıs Rum toplumu lideri” statüsüne sahip olmaktadır. Oysa KKTC Cumhurbaşkanı’nın uluslararası plânda ve müzakere sürecinde tek bir sıfat vardır: “Kıbrıs Türk Toplumu Lideri”. Ayrıca, Kıbrıs Rum yönetimi BM Genel Kurulu’nun çalışmalarına katılma ve konuşma yapma hakkına sahiptir. Oysa KKTC yetkilileri bundan mahrumdur.
Buna eşitlik denilmesi mümkün müdür?
Kıbrıs müzakere sürecinin şimdiye kadarki şeklinde sürdürülmesi, sonunda KKTC’nin lâğvedilerek, Kıbrıs Türk halkının sadece ve sadece sahte görünümlü “bir federal” çerçevede Rum egemenliğinin altına girmesine yol açacaktır.
Ayrıca, şimdiki Portekizli Genel Sekreter Guterres’in Türk tarafı için hayatî önemde bir konu olan Güvenlik ve Garantiler konusunda ortaya koyduğu anlayış endişe vermekten öteye millî güvenlik çıkarlarımız açısından tehlike arzetmektedir. Guterres’in BMGS olarak Kıbrıs konusuyla ilk tanışması 2017 Ocak ayında Cenevre’de başlayan çok taraflı Kıbrıs Konferansında olmuştur. O günlerden itibaren Guterres hem demeçlerinde hem raporlarında “1960 Antlaşmalarıyla kabul edilen garanti sisteminin günümüzde savunulabilir olmadığı” düşüncesini ifade etmeğe başlamıştır. BMGS’nin konuya bu bakış tarzı milli güvenlik çıkar ve ihtiyaçlarımızı tehlikeli düşürecek mahiyettedir. 1960 Andlaşmalarıyla Türkiye’nin Kıbrıs’ta elde etmiş olduğu etkin ve fiilî hak ve yetkilerin değil sona erdirilmesine, sulandırılmasına dahi müsaade edilmemelidir. Bu konu üzerinden herhangi bir pazarlığa girişilmemelidir. Rum-Yunan ittifakının bu bahiste hedefi bellidir. Onlar için Türkiye’nin etkin ve fiilî garantilerinin devam ettiği çözüm şekli, çözüm değildir.
Olgular ve gerçekler böyle bir tablo ortaya koyarken KKTC Cumhurbaşkanı’nın ve kendilerine destek veren iç siyasî güçlerin Kıbrıs müzakere sürecinin âdeta bir an önce başlaması için tehalûk ve istical gösterdiklerini müşahede etmekteyim.
KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Mustafa Akıncı’nın, 12 Kasım günü, yani KKTC’nin kuruluşunun mutlu 35. yıldönümünden sadece üç gün önce düzenlediği basın toplantısına dair haberleri okudum. Edindiğim izlenim, Sayın Akıncı’nın, Kıbrıs Türk halkını, Kıbrıs sorununa, BM Güvenlik Konseyi’nin ve dolayısıyla BMGS’nin şimdiki sakat ve sakıncalı anlayışlarına ve varsayımlarına dayalı BM parametreleri temelinde ve BMGS’nin “iyi niyet” görevi çerçevesinde yaşayabilir âdil bir çözüm bulunabileceğine inandırmaya çalıştığı yolunda olmuştur.
Sayın Akıncı “geleceği, belirsiz ve tehlikelere açık bırakıp, gelecek kuşakların da yeni acılarla yüz yüze gelmesine mi neden olacağız, yoksa tarihi sorumluluklarımızın bilinci içerisinde mi davranacağız? Gelecekte yeni acıları paylaşmak yerine, yetkileri ve refahı paylaşmayı başarabilecek miyiz? Önümüzde yanıtlanması gereken ivedi soru budur” demiş.
Bu aslında barışçı zihniyeti veciz ifadelerle ortaya koymaktadır. Bununla beraber, sanırım artık bu çeşit belâgat için zaman çok geçtir. Rumların yetkileri ve refahı Kıbrıs Türk halkıyla paylaşmak istemediği; Kıbrıs Türk halkını siyasî ve ekonomik baskı tedbirleriyle yalnızlık, yoksulluk, yokluk, belirsizlik ve kimliksizlik içinde bırakmaya azimli olduğu 10 yıllar öncesinde belli olmuş bulunmaktadır. Bunun kanıtları sayılmakla bitmez.
BM’nin mevcut parametreleri temelinde sonuç vermeden ucu açık biçimde sürüp giden BM zeminindeki müzakerelerin, Rumlar tarafından, Kıbrıs sorunundaki çözümsüzlüğü sürdürme; bu suretle KKTC üzerindeki ambargoların devamını sağlama; KKTC’nin Türkiye’den başka devletlerce de tanınmasını önleme; Kıbrıs Türk halkını yorarak, bezdirerek, onlarda teslimiyet duygusu ve çözülme meydana getirme ve Türkiye’nin AB sürecini engelleme amaçlarına hizmet eden bir mekanizma olarak kullanıldığı somut bir hakikattir.
Yukarı bölümlerde yaptığım izahat ışığında Sayın Akıncı’nın “sorunun ulaşmaya çalıştığımız çözüm modeli ve parametreleri ile ilişkili olduğu kanaatinde değilim” şeklindeki sözleriyle de mutabık olmadığımı söylemeğe lüzum görmüyorum.
BM’nin üzerinde anlaşma yapılması için çabaladığı iki kesimli, iki toplumlu federal çözümün aslında ortaya yeni bir devlet çıkarmayacağını, sadece ben değil, 11 Şubat 2014 Çerçevesi üzerindeki Eroğlu – Anastasiadis mutabakatından iki gün sonra bizzat Anastasiadis söylemiş bulunmaktadır. Rum liderin o açıklamalarıyla hemfikir olmaktan üzüntü duyuyorum. Anastasiadis’in sözleri de yukarıda belirttiğim şekilde, ortaya çıkacak çözüm şeklinin “gerçek” değil “yamama” şeklinde aldatıcı bir “federasyon” olacağını teyit etmektedir.
“Status quo’nun devamının her iki toplum açısından da tehlikeli olacağı” sözü Rumların iddiasının tekrarı mahiyetindedir. Status quo’nun içinde KKTC de vardır. Çözüm, hem de sakat bir çözüm için göndere bağımsız ve egemen bir devlet bayrağı olarak çekilmiş olan KKTC bayrağı feda edilebilir mi? Türk Milleti bu zillete katlanır mı?
KKTC Cumhurbaşkanı’nın “…Ancak şu da bir gerçektir ki Federasyon gönüllü bir birliktir ve bu iş zorla olmaz. Bir taraf buna hazır değilse, o zaman bu durum açıklıkla ortaya konur” sözüne gelince:
Rumlar, hem de yukarıda belirttiğim Türk tarafı için sakıncalı sahte şeklinde dahi federal çözümü kabul etmediklerini şimdiye kadar belli etmediler mi? Rolandis bile Rum tarafının şimdiye kadar 10 defa federal çözüm öngören çözüm plânlarını öldürdüğünü açıklamadı mı? Rumlar dünyanın bakışlarının üzerinde toplandığı ANNAN Plânı’nı referandumla reddetme cüretini göstermedi mi?
KKTC’nin ve Türkiye’nin “müzakere” ismi altında on yıllardır oynamakta olan traji-komik oyunda perdeyi 24 Nisan 2004 günü indirmeleri ve KKTC’nin, Türkiye’ye ilâve olarak başkaca devletlerce de tanınması için diplomatik girişimleri başlatmaları gerekirdi.
Annan Plânı üzerindeki 24 Nisan 2004 referandumunun ertesinde KKTC ve Türkiye diplomaside haklı görünen ve görülen çok yüksek bir zemin elde etmişti. Rum tarafının çözüm istemediği tevil ve mazeret kabul etmez şekil ve ölçüde ispat edilmişti.
Ne yazık ki böyle bir konjonktürün yakalanması şimdi artık uzak görünmektedir. Bununla beraber, KKTC’nin Türkiye tarafından tanınmış olması, Kıbrıs Türk halkı için bir mazhariyettir. Her durumda Türkiye’nin ağırlığı dünyada onlarca devletin bir arada ortaya koyabileceği ağırlıktan kat kat daha fazladır.
Kıbrıs konusu, Türkiye ve Türk Milleti için bir sorun değil, millî davadır. Bu dava Kıbrıs Türk halkının kaderini ve Türkiye’nin güvenliği dahil, stratejik çıkarlarını ilgilendirmektedir. Bu bilinçle Türk Milleti on yıllardır milli davasına sahip çıkmıştır; sahip çıkmayı sürdürmeye muktedirdir.
Bu vesileyle “Rumlar enosis için ölürüz diyorlarsa, biz de ENOSIS’i önlemek için ölürüz” sözleriyle 1940’lı yıllardan itibaren Kıbrıs Türk halkının “ENOSIS” e karşı direnişini başlatan; bu direnişi “büyük dava” olarak niteleyen; direnişin önderliğini ve bayraktarlığını yapan; “büyük davanın” 1950’li yıllarda Türk Ulusu tarafından “millî dava” olarak benimsenmesinde baş rolü oynayan merhum Dr. Fazıl KÜÇÜK ile, 1948 sonbaharında Lefkoşa’da düzenlenen Kıbrıs Türk mitinginde henüz 24 yaşındayken genç bir avukat olarak halka hitabeden ve “Kıbrıs Girit olmasın” diye haykıran; daha sonraları bayrağı Dr. KÜÇÜK’den teslim alıp yükseklerde tutan; direnişin örgütlenmesinin temelini atan; “ENOSIS gerçekleşmesin, halkım Ada’da ikinci sınıf vatandaş durumuna düşmesin, Kıbrıs anavatanımız Türkiye’ye karşı bir Yunan hançeri haline gelmesin, halkımın eşit egemen kurucu ortaklık statüsü kabul görsün” diyerek on yıllarca masa başında çetin müzakereler yapan; Rumların âdil ve kalıcı çözüm arayışlarını sürekli engellemeleri üzerine halkının kendi kaderine sahip çıkması için meşaleyi yakan ve KKTC’nin Kurucu Cumhurbaşkanı olan merhum Rauf R. DENKTAŞ’ı rahmet, minnet, şükran ve saygıyla anmayı bir borç biliyorum.
Ayrıca, “millî dava Kıbrıs” için vatanperverlik, Türk Milleti’ne ve anavatan Türkiye’ye bağlılık duyguları içinde cesaretle, fedakârlıkla, kahramanlıkla ve dirayetle mücadele etmiş olan bütün kahramanları; bu uğurda şehit ve gazi olanları saygı, sevgi, minnet, şükranla anmak istiyorum. Şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum.
Yaşasın Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti! Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti! Yaşasın Türk Milleti!