Birleşmiş Milletler Genel Kurulu sürerken, ABD Başkanı Donald Trump'ın kendi devleti adına Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin İdlip konusunda attığı adımlara istinaden hayli memnun olduğunu gösterir ifadelerine şahit olduk. Öte yandan İdlip anlaşmasına istinaden, Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin'in de devleti adına memnun olduğu ortada.
Bu aşamada sistemik uluslararası politika ortamında eyleyen temel birimlerin yani devletlerin, ilişkilerini birbirleri ile savaşmaları ve bu savaşlar sonucunda ortaya çıkan şartlara göre pozisyon aldıklarını iddia eden görüşün hayli karşısında yer alan bir duruma tanıklık ediyoruz. Yani bir devletin askeri büyüklüğüne göre karar verebilmenin hayli uzağında bir durumla karşı karşıya olduğumuz gibi, birbirine “düşman” olarak tanımlanan devletlerin aynı sonuçtan memnuniyet duyabileceğini görmekteyiz. Öyleyse güç dengesi ortamına hoş geldiniz…
ABD ve Rusya Federasyonu öyle bir olay oluyor ki aynı anda çıkar sahibi olmalarından dolayı ortak bir paydada buluşabiliyor. O zaman bu köşede sıkça yazdığım ve böyle giderse daha çok da yazmam gerektiğini düşündüğüm cümleyi bir kez daha tekrarlayayım; uluslararası politika ortamı devletlerin çatışma ve işbirliği üzerinden çıkarlarını temin ettikleri bir yapıdır. Bunu en son İdlip meselesinde açık bir şekilde de gördük…
İdlip Anlaşması olmadan evvel Rusya Federasyonunun tezi bölgenin radikal terörist organizasyonlardan temizlenmesi ve bunun için gerekirse Suriye ordusunu destekleyerek bir operasyonun yapılması yönündeydi. Bu söyleme karşın pozisyon alan ABD ve Batı Yarıküre üyesi ülkeler de burada Esad kuvvetlerinin kimyasal silah kullanma ihtimali olduğu iddiası ile İdlip'e bir askeri müdahalede bulunabileceğiydi.
Bu noktada bir şerh düşmek isterim; Türkiye ve Rusya anlaşarak, ABD'nin İdlip'e yapmak istediği bir operasyonu engellemedi. Türkiye olaya müdahil olarak, Rusya'nın Esad'ı destekleyerek gerçekleştirmeye çalışacağı bir operasyonu ve ABD'nin bu operasyona, Esad'ın kimyasal silah kullandığı bahanesiyle karşılık vermesi ihtimalini ortadan kaldırdı. Bu noktada Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kritik rolünün ne denli önemli olduğu çok daha iyi anlaşılacaktır. Bu politika da çok aktörlü bir güç dengesi politikasıdır ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir kilit taşı rolüne sahiptir.
Rusya ile varılan mutabakat neticesinde İdlip meselesi uyumlu bir çalışma yürütülerek çözüleceği gibi ABD'nin terör örgütü PYD'yi destekleme politikasının karşısında daha geniş bir alanda durulması için de büyük bir avantaj elde edildi. Şimdi bu yazıyı, miraslı tarlayı bölüşemeyen dayıoğullarının, birbirine küserek bir daha hiç konuşmaması gibi bir ilişki ile devletlerin irtibatlarının da nihai dostluk yahut düşmanlık üzerine olacağını zannederek okuyan zihinlerin anlaması pek mümkün değil. Kısaca açıklayalım; devletler mevzii çıkarları ile belli alanlarda birbirleri ile anlaşabilirken, diğer alanlardaki anlaşmazlıkları sabit kalabilir. Bunun çözümlenebilmesi içinse uluslararası politika alanında geniş çaplı bir teorik bilgiye sahip olunması gerekir. O yüzden de bu iş bir uzmanlık meselesidir.
İdlip meselesinde ABD ve Rusya'nın ortak çıkarı olan radikal örgütlerin bertaraf edilme amacı iki tarafı da memnun ederken, diğer meseleler üzerindeki ihtilaf saklı kalmaktadır. Tam bu noktada sözde “Rakka Ulusal Konseyi” adı ile uzun zamandır Brett McGurk tarafından piyasaya sürülen terör örgütü yapısının Türkiye tarafından güvenlik alanını Fırat Nehri'nin Doğusuna kadar taşınmasıyla akamete uğratılması fırsatı ortaya çıkmıştır. Bu denge politikasında da Türkiye Cumhuriyeti Devletinin başarılı olma ihtimali hayli yüksektir.
Zira bundan aylar önce Afrin Operasyonu başlamadan evvel, operasyonun yapılmasında bir beis yoktur, ABD dış politikası pragmatisttir, yüzünü yükselen yeni güce döner demiştim. Şimdi Fırat Nehri'nin Doğusunda Rakka bölgesi için de aynı durumun söz konusu olduğu açıktır. Buna ek olarak PYD terör örgütü yapılanmasının Afrin Operasyonu dolayısıyla ABD askerine karşı oluşan güvensizliği de tüm o silah yığmalara rağmen halen kırılgan bir haldedir ve pek çok muharebede psikolojik hal askeri kapasiteden çok daha önemlidir. Bu şartlar Türkiye Cumhuriyeti'nin sınır hattı boyunca oluşma ihtimali olan bir terör yapılanmasının engellenebilmesi için tarihi bir fırsattır.
Bu aşamada Esad ile ilişki kurmanın PYD meselesinin bertaraf edilmesinde önemli bir aşama olduğunu iddia eden görüşler yükselmeye başladı. 3 Haziran 2016 tarihinde bu köşede “Arka Kapı Diplomasisi” başlıklı yazımı tam olarak şu şekilde bitirmiştim;
1)Esad ile açık ya da kapalı bir şekilde ilişki kurmalı
2)Rusya ile ilişkiler olağan seyrine getirilmeli
3)ABD ile gerçekleşen ilişkilerde tüm muhaliflerin değil ılımlı muhaliflerin destekleneceği teminatı verilmeli
4)Hükümet yetkililerinin dün (1 Haziran 2016) itibarıyla yaptığı “Suriye'nin toprak bütünlüğü önemlidir” açıklamasının arkasında durulmalıdır.
Aksi halde, ABD'nin YPG ile olan ilişkisi, Türkiye-Rusya ilişkilerinin sorunlu hali, İran'la olan Şii-Sünni merkezli çatışma, çok güvenilen Suudi Arabistan-Katar ikilisinin askeri yetersizliği ve ABD bağımlığı sonuçları çok daha vahim olayların ortaya çıkmasına gebedir.
Bu yazının yayımlanmasından yaklaşık altı ay sonra Esad kuvvetleri, Rusya Federasyonu desteği ile Halep'e bir operasyon düzenlediler. Bu noktadan sonra Esad'ın belli bir mevzi kazandığı açık olmakla birlikte, tabir yerindeyse tüm kontrolünü de Rusya Federasyonun eline vermiş oldu. Bunu anlamak için lütfen Esad'ın, Putin'e yaklaşmaya çalışırken bir Rus zabiti tarafından nasıl engellendiğini izleyin… Bu tavır bağımsız bir devlet başkanına karşı sergilenebilecek bir tavır olmadığı gibi Esad'ın da Rusya Federasyonu nezdindeki vaziyetini gösteren önemli bir örnektir.
Dolayısıyla değişen bu süreçte Türkiye Cumhuriyeti Devleti Rusya Federasyonu ile ilişkilerini olağan seyrine getirdiği için Esad ile ilişkinin kurulması gereği ortadan kalkmıştır. Hatta bu süreç zarfında Esad'ın PYD ile ilişki kurduğu dikkate alınacak olursa, Rusya Federasyonu desteği ile ayakta kalabilen bir aktörün, bölgesel politika yapıcı ve yönlendirici bir aktör olan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin hassasiyetlerini tanımamasından dolayı ilişki kurulabilir bir yanının kalmadığını değerlendiriyorum. Dolayısıyla şu anda PYD terör örgütü ile mücadelede Türkiye, bundan iki yıl önce kaleme aldığım yazıda belirttiğim politikayı uygulamaya koymasıyla büyük bir avantaj yakalamış durumdadır.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bu hususa dayalı olarak bundan sonraki politik/stratejik zeminini Irak'ın kuzeyindeki yapılanmanın da Suriye'nin kuzeyindeki yapılanmayı özellikle ABD'nin girişimleri ile olumlu yönde etkilemeye çalıştığı hususu dikkate alınarak oluşturması şartı artık daha belirgin bir haldedir. Irak'ın kuzeyinde de facto bir şekilde oluşan yapının ABD tarafından halen desteklenmeye çalıştığı, Suriye'nin Kuzeyinden, Irak'ın Kuzeyine oluşacak muhtemel bir koridorun ise Türkiye Cumhuriyeti Devletinin stratejik çıkarlarının tamamen tersine bir durum teşkil edeceği ortadadır. Bundan dolayı tıpkı Afrin Operasyonunda olduğu gibi ABD'nin bölgedeki asıl güç unsurunu tanımak zorunda kalacağı faaliyetlerin icra edilmesinde bir beis yoktur.