Geçen hafta bu yazının ilk aşamasını yazarken olayın bir askeri operasyondan ziyade askeri güç kullanımının masadaki görüşmelerde bir dayanak noktası olarak kullanılacağı, pazarlığın söz konusu olacağını yazmıştım. Tabii bunlar konuşulurken top, tüfek hesabıyla üç bomba, iki bombayı döver şeklinde derin tahliller yapılıyordu. Şimdi öncelikle meselenin adını koyalım artık.
Tıpkı Halep'te olduğu gibi İdlip'te de Rusya, Esad'a destek vererek hâkimiyet alanını genişletme amacıyla bir operasyon düzenlemeyi planlıyordu. Şimdi bu noktada “yahu Esad zaten bir devlet başkanı ve kendi sınırları içerisinde güvenliğini sağlaması gayet normal” diye söze başlayıp “e canım Türkiye bölücü terör örgütü ile mücadelesine ne diyeceksiniz?” gibi “zekâ” fışkıran sorular sorup yorumlarda bulunanlara iki çift lafım var! Türkiye Cumhuriyeti Devleti egemen bir ülke! Suriye Arap Cumhuriyeti ise Eylül 2016'da tamamladığı Halep operasyonunu Rusya Federasyonu'nun desteği ile kotarabilmiş, devlet başkanı Rusya Federasyonu devlet başkanının yanına desturla girebilen bir ülke… Bu noktada Putin'in yanına gitmeye çalışırken bir Rus generali tarafından kolundan çekilerek durdurulduğu görüntüyü gözünüzün önüne getirmenizi şiddetle tavsiye ederim. Dolayısıyla kafanızdaki o egemenlik hakkı söylemini bir kez daha gözden geçirmeniz gerekiyor.
Halep meselesine dair bu kısa tanımlamadan sonra gelelim İdlip olayına… Burada da Esad, dediğim gibi Rusya desteği ve hatta becerilebilseydi İran'ın da katılımıyla Halep'tekine benzer bir operasyonla alan hâkimiyetini genişletmeyi deneyecekti. Tabi bu esnada ABD liderliğindeki Batı Bloğunun girişimleri de pek fazla dikkate alınmadı. Zira Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Rusya Federasyonu Başkanı Putin arasında, Soçi'de gerçekleşecek görüşmeden önce, 16 Eylül 2018'de, Cenevre'de yapılan toplantıda, ABD Devlet Sekreterliği Suriye Temsilcisi ve eski Türkiye Büyük Elçisi James Jeffrey, İdlip konusunda Türkiye ve AB'nin daha fazla efor sarf etmesi gerektiğini belirtmişti.
Yani İdlip meselesi sadece Türkiye ile Rusya arasında varılan bir anlaşma ve bu iki ülkenin faaliyetleri kısıtlılığı ile incelenebilecek bir konu olmadığı gibi politik çözümün gerçekleşmesi için tek ve son şartın İdlip olarak tanımlanması da hayli kısıtlı ve yanlış bir görüş olarak duruyor. Buradaki ifadelerin ne anlama geldiğini kavrayabilmek için geçen haftaki yazımın okunmasında fayda görüyorum. Zira olayın ekonomik boyutunun göz ardı edildiği belli bir kesimin sadece Rusya Federasyonu, diğer bir kesimin de sadece ABD merkeziyle ele aldığı eksik bir tanımlama durumu söz konusu.
Gelelim Türkiye'nin İdlip konusundaki tavrına. Öncelikle bunun bir diplomatik başarı olduğunu ifade etmek lazım. Zira Esad'ın Rusya Federasyonu desteği ile gerçekleştireceği muhtemel bir operasyonun devletimiz adına yükünün hayli ağır olacağı aşikârdı. Bazı görüşler Türkiye'nin tek başına bir yük altına girdiği görüşünü öne sürmeye çalışıyor. Anlaşılan İdlip meselesinde Türkiye'nin bu diplomatik kazanımı rahatsız etmiş görünüyor ki Rusya ve Türkiye'nin paylaştığı sorumluluk “ama Türkiye bununla başa çıkamaz hem muhaliflerle radikaller nasıl ayrılacak” şeklinde sorulara dönüştü. Bu sevgili dostlara daha önce de “Esad, Rusya ile İdlip bölgesine operasyon yapacak Türkiye de bundan çok zarar görecek” söylemini benimsediklerini hatırlatmak isterim. Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti o bölgede askeri, istihbari ve diplomatik olarak rahatlıkla faaliyet gösterebilecek kapasiteye sahiptir. Bunun tartışmaya açtığınız takdirde Milli İstihbarat Teşkilâtı, Türk Silahlı Kuvvetleri ve Jandarma Genel Komutanlığı tarafından bölgede yapılan operasyonlara bakmanız ikna olmanız için yeterli olacaktır.
Ancak hep söylemeye çalıştığım gibi İdlip meselesi ne bir başlangıç ne de son. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Fırat'ın Batı bölgesi kadar doğusu sorunu da olduğu gibi duruyor. Burada ABD'nin PYD terör örgütünün silahlı kanadı olan YPG'nin önemli bir desteği söz konusu. Yani görüldüğü gibi Türk Devletinin sorunu ne sadece ABD ne de sadece Rusya ile… Her ikisi ile de… Fırat'ın Doğusu olarak tanımlanan bölge Türkiye'nin sınırı boyunca uzanarak Irak'ın Kuzeyine kadar gidiyor. Bölgede başta Brett McGurk olmak üzere eğer tahminlerimde yanılmıyorsam yeni McCain olmaya aday Lindsay Graham gibi pek çok sivil ve asker ABD personeli cirit atıyor.
Bu meselenin çözümünün ortaya konması ise Türkiye Cumhuriyeti Devleti için bir başka sorun alanını oluşturmaya devam edecek. Bu aşamada İdlip bölgesinde Türk askeri varlığının artması bir yandan büyük bir sığınmacı akınının engellenmesini sağlarken, Menbiç operasyonu öncesinden beri sıkça dile getirdiğim, sınır hattı boyunca oluşturulması gereken bir kontrol gücünün ihdası için de önemli bir girişim. Türk askeri varlığının bir önemli fonksiyonu da PYD terör örgütünün faaliyetlerinin kısıtlanabilmesi açısından olacak.
Menbiç operasyonu öncesi, ABD dış politikası pragmatisttir, yüzünü yükselen yeni güce hızla döner, bu yüzden operasyonu yapmakta en ufak bir beis yoktur diye görüşümü beyan etmiştim. Sonuç ortada… Menbiç bölgesinde PYD varlığının ne kadar azaldığı ve ABD'nin bu hususta bir girişimde bulunamadığı açık. Devriye görevleri devam ederken Türkiye Cumhuriyeti Devletinin tezleri doğrultusunda gerçekleştiğini gören gözler rahatlıkla tespit edebilir. Zira Menbiç operasyonu öncesi, “ABD'nin kankisi PYD'liler” olarak tanımlanan ve ABD'nin operasyon yapıldığı takdirde, müdahil olacağını belirtenlerden ses soluk çıkmıyor.
Çünkü böyle bir durum gerçekleşmeyecekti. Zira ABD'nin benimsediği strateji buna uygun değildi. Hatta bazı bölge kaynakları PYD'nin ileri gelenlerinin, ABD'nin kendilerine ihanet ettiğini ve bu güvenin yeniden tesis edilmesinin zor olduğunu da belirtiyorken yapılan son derece başarılı MİT operasyonları psikolojik üstünlüklerini de kaybetmelerine sebep oldu.
Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyetinin bütün bu gelişmeler ışığında Suriye politikasına dönük olarak özellikle son iki yıl içinde attığı adımların büyük çoğunluğu hayli yerinde ve stratejik akla uygun adımlardır. Türk Devletinin bu olaya istinaden en önemli stratejik dayanak noktası ise tabiri caizse, bir “kilit taşı rolü” üstlenmesidir. Yani ABD yahut Rusya Federasyonunun çeşitli yönlerine hayranlık duymak suretiyle bu ülkeleri tek adres olarak görenlerin söylemlerinin aksine, bölgede sorunların çözümü için Türkiye Cumhuriyeti Devleti hilafına adım atılması -tabii devlet bu stratejisini devam ettirdiği müddetçe- mümkün değildir.
Suriye meselesinde asıl dönüm noktası bir bölgede düzenlenmesi istenen operasyon hususunda uluslararası alanda ortaya çıkan ve Türkiye'de kısıtlı bir kısmı sadece belli görüşler çerçevesinde ele alınan ifadeler değildir. Asıl mesele dönüşüm sürecinde ortaya çıkacak olan konuşlanmadır. Bu hususa dayalı olarak Türkiye Cumhuriyeti Devletinin şu anda sürdürdüğü stratejik davranış biçimini devam ettirerek, ABD ve Rusya Federasyonu arasında bir denge politikası sürdürmesidir. Bunun için yön ne Vaşington ne de Avrasya lafzıyla üstü örtülmeye çalışılan Moskova yahut Pekin değildir. Bunun için yön Ankara'dır!