Uluslararası siyaset değerlendirmesinde en çok tartışılan konulardan biri de iç politikanın dış politikayı etkileme ihtimal ve ağırlığıdır. Bu noktada genel hatları ile iki ayrı görüş olduğu belirtilir. Bunlardan ilkinde, dillere pelesenk olmuş adıyla “realizm”de; devletlerin devletlerle olan ilişkisinden başka hiçbir şeyin etkili olmadığı savının öne sürüldüğü iddia edilir. Bu cümleyi biraz açıklamam gerekiyor ama önce ikinci genel görüşü de aktarayım. Bu görüş işe özellikle SSCB'nin dağılması sonrasında uluslararası politik sistemin devlet birimi üzerinden incelenmesinin anlamını yitirdiğini, sosyal grupların davranışları ile ortaya çıkardıkları yapısal değişikliklerin uluslararası politika tartışmasında temel birimi oluşturduğunu iddia etmektedir. İlk değerlendirmedeki iddia edilir ifademi bir iki cümle ile açıklayayım.
Gerçekçilik diye Türkçe ifade edilebilecek olan realist görüşün önemli iki ismi Hans J. Morgenthau ve Edward Hallett Carr eserlerinde devletlerin birbirleri ile olan ilişkilerini prestij siyasetine dayalı olarak iç politik bağlamda da ele almıştır. Bu düşünürlerden sonra gelen ve gerçekçilik ekolüne bir “neo” fonksiyon kattığı ifade edilen Kenneth N. Waltz'un kendisi kaynak gösterilerek, yaklaşımın devletlerin devletlerle olan ilişkisinden başka herhangi bir ilgi alanı olmadığı iddia edilegelmektedir. Oysa Waltz, henüz Türkçe çevirisi bulunmayan ve doktora tezinden ürettiği Man the State and War adlı kitabında hem liberal hem de sosyalist görüş çerçevesinden bireyin, topluma; toplumun devlete dönüşümü ve bu iki görüşün uluslararası politikayı nasıl etkilediğini incelemektedir.
Waltz'un 1959 tarihli bu eserinden yaklaşık yirmi yıl sonra 1979'da kaleme aldığı Uluslararası Politika Teorisi kitabında ki bu kitap Türkçeye çevrilmiştir, bir uluslararası sistemin temel aktörünün devletler olduğu, devletlerin özniteliklerinin ve sistemlerdeki koalisyonlarının incelenmesi gerektiği defaatle vurgulanmıştır. Yani devletten başka bir şey dikkate almaz denilen yaklaşımlar aslında toplumsal gelişimin nihai ürünü olan devleti dikkate almaktadır. Bu iki cümle arasındaki nüans anlaşılırsa, mesele netliğe kavuşacaktır. Yani bu görüşe göre bireyden, topluma, toplumdan devlete bir gelişim ortaya çıkarken; uluslararası politika ortamı bireyin temsilini gerçekleştiren devletlerin birbirleri ile olan ilişkilerini oluşturmaktadır.
Şimdi bu çok sıkıcı ve degmancılık, dıkşıncılık ve bilumum “kompile” teorisinden uzak, kitaplı mitaplı üç paragraf aslında uluslararası politika teorisinin “teorik şeyler bunlar” ifadesi ile günlük dilde konudan bihaber insanlar tarafından, gerçeklikten uzak bir kavrammış gibi anlatılmasının ne denli yanlış ve bilgisizce bir hareket olduğuna dair sadece küçük bir ipucu veriyor. Şimdi gelelim bu çerçevenin Türk-Amerikan ilişkilerine gündemdeki en önemli sorun başlığı olan Suriye meselesi çerçevesinde uyarlanmasına.
Suriye'de olaylar Mart 2011'de başladığından ilk paragrafta yer alan sosyal grupların devletten bağımsız bir şekilde ülkenin yönetimi hususunda yönlendirici olabileceği görüşü ağırlıklı kabul gören yaklaşımdı. Buna göre Arap Baharı'nın etkisi Suriye'ye de sıçramıştı ve bu ülkenin insanları da tıpkı diğer “baskıcı” rejimlere baş kaldırdığı gibi demokratik talepleri doğrultusunda baş kaldırıyordu. Bu önermeye dayalı olarak uluslararası politikada eyleyen temel birim olarak devlet faktörü göz ardı edilmişti. Yaklaşık üç yıl yani 20112014 yılları arasında bu görüş Türk siyasi hayatında çok yüksek tonla dile getirildi. Ancak bu süre zarfında, SSCB döneminden beri Suriye'de askeri çıkarları olan Rusya Federasyonunun ve İran'ın, ülkenin idaresine desteği gözle görülür bir şekilde arttı. Meselede 2014 yılı tam bir dönüm noktası oldu. Bu sene Irak'ın kuzeyindeki de facto yapının ve Irak hükümetinin kifayetsizliğinden kendinde güç bulan radikal yapılar Suriye'nin kuzeyinde de etkili olmaya başladılar. Tam bu noktada radikal terör örgütleri ile benzeri tecrübelere sahip ABD ve Rusya Federasyonunun bir zımni anlaşması ortaya çıktı. Oysa ki ilk paragrafa bakıldığında bu radikal örgütlerin lafzi olarak pekala sosyal güç olarak değerlendirilmesi ve revizyonist bir yapıya sahip olduklarının söylenmesi mümkündü. Ancak uluslararası politika sistemindeki temel aktör olan devletler ve uluslararası güvenlik kaygıları bu tartışmanın yapılmasını doğal ve haklı olarak kabul etmedi.
Bir başka deyişle uluslararası politikanın temel aktörü olan üstelik de sistemik uluslararası yapıda büyük güce sahip olan ABD ve Rusya sosyal güç tartışmasını bir kenara koydurarak, Suriye meselesinde devletlerin temel olarak dikkate alındığı politik ortamı ortaya koydu. Bu durum da özellikle SSCB'nin yıkılması sonrası revizyonist sosyal güç gibi bir yaklaşımla ortaya çıkıp da uluslararası sistemde eyleyen birimin toplumsal düzey olduğu yahut olacağı görüşünü de hem liberal hem de sosyalist bakışı tarafından bir kenara itti. Temel aktör devletti ve devletler birbiri ile güç skalası dâhilinde irtibat kuracaktı. İşte tam burada da güçlü devlet söyler, zayıf devlet yapar ilişkisinin değişime uğrayacağı tespiti yapılmaya başladı. Tam bu noktada jeopolitik konum dolayısıyla asimetrik gücün etkisi devreye girdi. Terör örgütleri ile uluslararası bağlamda mücadelede asimetrik gücün etkisinden yararlanan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Bab Operasyonu ile başladığı süreçte Afrin Operasyonu ile ABD'nin masada bölgedeki bölücü terör örgütüne müzahir yapıları desteklemekten uzaklaşmaya başlayabilecek bir pozisyona çekildi.
İşte bu aşama düğüm noktasıdır. Uluslararası politik sistemde her revizyonist davranışa sahip olan güç demek ki bir sosyal güç olarak kabul edilip, zaten devletin uluslararası politikada yeri ve önemi azaldı diyerek kenara çekilinmiyormuş. Bunun yerine sosyal güç görünümlü terör örgütlerinin pekâlâ üzerine gidilerek yok edilmesi gerekiyormuş. Bu arada bir hiyerarşik güç yapısı da çok mümkün değilmiş, yani asimetrik güce sahip olan orta büyüklükteki bölgesel güç de kendi jeopolitik vaziyetinde yönlendirici olabilirken; büyük güç küresel ölçekte etkili olma misyonunu sürdürebilmek için bölgesel güçlerin desteğine ihtiyaç duyuyormuş. Bu noktada Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni bir dönemden ziyade, 2014 sonrası giderek ivme kazanan bunun yanı sıra Rusya Federasyonu ile ABD arasında son derece akıllı bir şekilde yürütülmesi gereken denge politikası ihtiyacını ortaya çıkan bir ilişki şekli mevcuttur. Bu ilişki de devletlerin birbirleri ile olan ilişkilerinin bölgesel faktörlerin getirdiği avantajın asimetrik gücün kullanılmasını ortaya çıkarmaktadır. Söz konusu kullanım şekli ise örtülü, küçük ve istihbari operasyonların diplomatik/politik düzlemde kullanılması ile ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla yeni bir dönemden ziyade 2014 yılından beri adım adım işlenen bir politikanın Türkiye Cumhuriyeti Devleti lehine daha fazla sonuç elde edilebilmesi için kullanılması zamanıdır.