Suriye politikasını Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği döneminden beri takip ediyorum. Aslında süreç sosyal güç kavramının dış politika yapım sürecine bir uygulama denemesiydi. Bu noktada olan ya da olabilecek ile olması istenen arasındaki ayrım da dikkatlerden kaçırıldı. Ayrıca uluslararası sistemin yönlendiriciliği ise hiç göz ardı edilmedi. Bütün bunlara ek olarak, yaratılan söylem ortamında bir siyasi partinin daha önce hiç kimsenin hiçbir şekilde başaramadığı olağan üstü işleri başardığı söylemi geliştirildi. İşte burada da tarihsicilik kavramı devreyi girdi. Geliştirilen söylemle orada yaşayan insanların Osmanlı İmparatorluğu döneminde tam manasıyla merkezi yönetime bağlı oldukları ve şu anda da yapılması gerekenin onlara karşı olan sorumluluğun yerine getirilmesi gerekliliği öne çıkarıldı.
İlk paragraftaki önermeleri kısaca değerlendirelim. Sosyal güçler ki özellikle Türkiye'deki kavramı açısından hayli yanlış değerlendirilirler, bu noktada işin değerlendiricilerine Robert Cox'un “Production, Power and World Order” adlı kitabını şiddetle tavsiye ederim. Yok bu kitap kalın gelir diyenlere de aynı yazarın yukarıdaki kitabına ilham veren makalesi “Social Forces, States and World Orders: Beyond International Relations Theory” adlı esereni tavsiye ederim. O daha ince…
Bunlar okunduğunda şu anlaşılacaktır; sosyal güç tanımı sadece sivil toplum kuruluşları ile anılabilecek bir yapılanmanın hayli uzağında ve devlet oluşumunun neresinde ne şekilde etkili olduğu tam olarak belirli olmayan bir düzeyde bulunmaktadır. Yani, biz Suriye'de iki tane sosyal güç odağı ile irtibatlıyız öyleyse idareyi değiştirme gücüne sahibiz söyleminin hayli su götürür yanı vardır. Ha bu cümleyi şimdi kurmak elbette kolay. Ancak şunu lütfen akıldan çıkarmayalım, Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği dönemi sona erdiğinden beri bu cümleyi kuran biri tekraren ifade ediyor konuyu.
Devletlerin idari ağırlığı altında ezilen sosyal güçler zaman zaman devletlerin yapılarını değiştirebilmiştir. Bu mantığa dayanarak ortaya konmaya çalışılan Suriye politikasında ise ilk olarak devletin geçerliliğini yitirip yitirmediği sorusu, ikinci olarak da desteklenen sosyal güç ya da güçlerin devletin organizasyonel yapısını değiştirme yönündeki müdahale kapasitesinin olup olmadığı sorusu objektif olarak cevaplanmamıştır.
Bu soruların subjektif cevaplarının yanı sıra, uluslararası sistemik yapının yönlendiriciliği de kesinlikle dikkate alınmamıştır. Suriye, hem SSCB hem de Rusya Federasyonu ile hayli yakın ilişkiler içindedir. Bu iki ülkenin askeri ve ticari ilişkilerini de geliştirmesine neden olmuştur. Bunun yanı sıra, Suriye ile İran ilişkileri de özellikle Suriye'deki olayın bir iç savaşa dönüşmesiyle hayli iyi bir hale gelmiştir. Bu noktada bir dönem dillere pelesenk olan yakın havza kavramı üzerinden bakalım. Türkiye İran ile sınır komşusu. Rusya Federasyonu ile de burun buruna arada yine Rusya Federasyonu'nun derin politik etkisi altında bulunan devletler mevcut. Yani bir bakıma sınır komşusu bile sayılırız. Peki, olayların başlangıcında Türkiye ne şekilde tavrını belirledi?
Türkiye tavrını belirleyip yakın havza söylemi üzerinden strateji geliştirirken, dayanak noktalarını Ankara'dan yaklaşık 9 bin km uzaklıktaki Vaşington, 2,700 km uzaklıktaki Riyad ve 3 bin km uzaklıktaki Doha ile oluşturdu. Aslına bakacak olursanız, yakın havza diye tanımlanan ve son kullanma tarihini klasik realist görüşün 1970'li yıllar itibarıyla tedavülden kalkmasıyla dolduran bu sözde fütuhatçı tabirin pek bir önemi yok uluslararası siyaset yapım sürecinde. Ancak bu kullanımın kendi mantığı içinde bile ne denli geçersiz olduğunu ve aynı zamanda işe gelen biçimde bir kullanım alanı yarattığını göstermek için bu örnekleri verdim.
Yani bir yandan yakın havza söylemiyle Esad'ın devrilmesi için Suriye'ye askeri müdahale söylemi geliştirilirken diğer yandan da bu söylemi kullananların kendilerini reddeder nitelikte gayet uzak bölgelerden ortak arayışı içinde oldukları bir dönem yaşandı. Coğrafi yakınlık ve uzaklık ya da o kullanılan haliyle yakın ya da uzak havza kavramları siyaset bilimi terminolojisinde fütuhat hareketlerinin geçerliliği ya da geçersizliği için değil; ilişki kurulacak ülkelerle oluşturulacak stratejinin içeriğinin tespiti için kullanılır. Bu kısa bilgiden sonra tarihsicilik meselesine gelelim.
Suriye'de Esad'ın askeri operasyonla devrilmesi gerektiği söyleminin had safhada olduğu dönemde; yukarıda sayıldığı gibi sosyal grupların yanlış analizi, yakın havza diye ortaya konan söylemin bizatihi kendi içindeki çelişkisi, uluslararası sistemik yapının dikkate alınmaması gibi hatalar gerçekleştirildi. Bu hataların temelinde de Karl Popper'ın kısaca eleştiride bulunduğu tarihin kesin ve kestirilebilir kurullarının tüm devirlere uygulanabilirliği önermesi bulunur. Bu önermeyi Suriye politikasındaki tarihi sorumluluk ve ecdad yadigarı ifadeleriyle birleştirelim. Şu anda bölgede ABD ve Rusya ile derin işbirliği içinde bulunan bir PYD yapılanması mevcuttur. Bu insanlar Türkiye'nin çıkarlarının aleyhinde hayli yok kat etmiş durumdadırlar. Elbette aralarında bölge dışından gelen yabancı savaşçılar olmakla birlikte söz konusu hareketin beyin takımı o bölgenin insanlarından oluşmaktadır. Yani bu bakışa göre ecdad yadigarıdır. Bu türlü indirgemeci söylemler iç politik seferberlik alanında belki faydalı olsa da stratejinin uygulanması konusunda hayli büyük sorunlar yaratmaktadır.
Tarihsicilik konusunda ortaya çıkmış olan bir başka hata da bölgenin Osmanlı hakimiyeti altında kaldığına dair ifadelere dayanarak, bir alan hakimiyetinin kurulabileceği yönündeki görüşlerdir. Umarım bu görüşler konusunda Rusya Federasyonu, ABD, İran İslam Cumhuriyeti, Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkeler de hemfikirdir. Elbette krizin tarafı olan bu ülkelerin hiçbiri üstelik başta Suriye bu görüşü kabullenmemiştir. Bu görüş de tarihsici bir yaklaşım olmakla birlikte Suriye politikasında gücün kullanılamayışına yol açarken, iç politik vaziyette seferberliğin söylem bağlamında başarılı olmasını sağlamıştır. Ancak dış politika uygulamalarının başarı dış politika alanındadır ve iç politikayı bu açıdan kesinlikle ilgilendirmez.
Bütün bu süreçte iç politik seferberlikteki başarılı hareket, dış politik süreçte Suriye konusunda nasıl yanlış adımlar atıldığının gösterilmesini engellemiştir. Ancak gelinen son durumda artık Türkiye, Rusya ve İran ile yakın ilişkiler kurmak durumundadır. Bunun emareleri İran ve Rus Genelkurmay Başkanlarının ziyaretleri ile artık görünür seviyededir. Bu stratejinin izlenmesi elbette ki Türkiye'nin menfaatine olacak olan doğru bir yola girildiğinin göstergesidir. Ancak bu belli bir partizan kitlenin sürekli ifade ettiği Rusyacılık meselesi haline de gelmemelidir. Burada iyi ilişkilerin kurularak stratejik faaliyetler çerçevesinde kalınması önemlidir. Zira Türkiye bulunduğu uluslararası siyasi çerçeve dolayısıyla ABD ile bulunduğu coğrafi konum itibarıyla da Rusya Federasyonu ile iyi ilişkiler içinde olmalıdır. Sonuç olarak 3 Haziran 2016 tarihinde bu köşede “Arka Kapı Diplomasisi” başlıklı yazımda belirttiğim maddeleri tekrar etmek isterim;
1)Esad ile açık ya da kapalı bir şekilde ilişki kurmalı
2)Rusya ile ilişkiler olağan seyrine getirilmeli
3)ABD ile gerçekleşen ilişkilerde tüm muhaliflerin değil ılımlı muhaliflerin destekleneceği teminatı verilmeli
4)Hükümet yetkililerinin 1 Haziran 2016 itibarıyla yaptığı “Suriye'nin toprak bütünlüğü önemlidir” açıklamasının arkasında durulmalıdır.
Nereden nereye gelindiğinin sorusu aslında burada yatmaktadır. Tam olarak karşılığı olmayan kavramların kullanımından daha reel stratejik yaklaşımlara gelinmesi umut vericidir. Ancak bu süre zarfından olayların tespitlerini yapanlara kulakların tıkanması da olumsuz sonuçlara yol açmıştır.