Mart 2011'den beri belki de en çok duyduğumuz ifade dünya liderliği ve bölgeye yön veren ülke olunduğuna dair yüksek tonlu söylemler içeriği. Mart 2011, adına sempatizanları tarafından Arap Baharı denen halk ayaklanmaları zincirinin, son halkasının Suriye olduğu tarih. O dönemki genel analizi bir gözden geçirelim; halk ayaklanmaları demokrasi isteği doğrultusunda ortaya çıkmıştı, bölge halkları artık diktatörler tarafından yönetilmek istemiyordu. Mısır, Cezayir ve Tunus olayları bu şekilde açıklandı. Kısmen katıldığım bir önermeydi. Kısmen diyorum zira işin uluslararası boyutunun, ayaklanmalara katılan lider aktörlerin aldığı batı tipi eğitim ve sürdürdükleri batı tipi yaşam tarzının dikkatten kaçırıldığını söylüyordum. Örneğin; Mısır Cumhurbaşkanı seçilen Muhammed Mursi ABD'nin Kuzey Karolayna Eyalet üniversitesi Ziraat bölümünde uzun yıllar öğretim üyeliği yapmıştı. Ayrıca anılan her üç ülke de batı yarıküre ile ekonomik, askeri ve kültürel bağlarını ortadan kaldıramayacak kadar derinleştirmişti ve her üç ülke de muadilleri arasında laik sayılacak idarelere sahipti. Dolayısıyla halkların özgürlük ve demokrasi talepleri -eğer gerçekten talep buysa-,çok da önemli görünmüyordu. Mart 2011'de olaylar Suriye'de patlak verince, aynı önermelerin Suriye için de geçerli olduğu ifade edilmeye başladı.
Türkiye ile Suriye arasında ilişkiler yürütülürken, hatta bu ilişki boyutu içine Ürdün, Lübnan dahil edilerek bir bölgesel entegrasyon girişimi ortaya konurken gidişat bir anda Arap Baharı olayının Suriye'yi etkisi altına almasıyla değişti. Türkiye'nin Suriye karşıtı söylemi sertleşmeye başladı ve hatta tehdit eder hale geldi. Bu söylem değişikliğinin altında yukarıda kısaca tanımlamaya çalıştığım halkların demokrasi isteği önermesi üzerine kurulu kısa süreli yönetim değişiklikleri yatıyordu. Bu önermenin desteklenmesi ve söylemin sertleşmesinin kabulünün ardında ise Mısır, Cezayir ve Tunus'ta İhvan hareketinin geçici başarısı ve bu harekete duyulan siyasi sempati mevcuttu. Ancak ekonomi gerçeğinden uzak, söyleme dayalı ifadeler geçici destekler bulurlar ve çökmeye mahkûmdur. Bir hayli destek verilen ve sempati duyulan Mısır İhvanı ve onun seçilmiş cumhurbaşkanı Mursi'nin seçim sırasında “faiz haramdır”, “çözüm İslamda'dır” gibi söylemlerden vazgeçmesi analiz edilemedi. Mursi bu söylemlerden vazgeçip uluslararası ekonomi politik gerçeklere uyacağız ifadesini kullandı. Dönemin Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle, Mısır'a ekonomik destek sağlayacaklarını açıkladı. Yani bizzat İhvan hareketi Mısır'da ortaya çıktığı ülkede kendi sloganik söylemlerinden vazgeçerek uluslararası destek sağlama arayışına gitmişti. Yoğun bir destek verilen hatta Mısır ziyaretlerinde İhvan yanlıları tarafından oluşturulan kalabalıklar demagojik bir boyutta “dünya liderliği” olarak tanıtılan siyasi davranış biçiminin ekonomik gerçeklikler söz konusu olduğunda değişeceği; askeri ve ekonomik çıkarların duygusal bağlamlardan önde olduğu analiz edilemedi. Bu ekonomik gerçeklikten uzak kalınamayacağını gösteren önemli örnek Suriye olayı konusunda Türkiye'nin dış politika analizi için bir birim oluşturamadı.
Suriye olayında toplumsal hareketlilik başladığında ya da daha doğru bir tabirle başlayan olayların tıpkı Mağrip ülkelerinde olduğu gibi bir toplumsal hareketlilik olduğu sanıldığında, mesele sadece İhvan boyutundan ele alınmaya çalışıldı. Üstelik de sözde ılımlı bu muhalif yapılar hayli güçsüz bir haldeyken. Ek olarak Mısır olayında İhvan'a rağmen ayrı düşüldüğü, Libya olayında ise bir uluslararası güvenlik teşkilatı olan NATO kararının ardından gidilmek zorunda kalındığı dikkate alınmadı. Suudi Arabistan da -her ne kadar İhvan hareketine kendi iç güvenlik kaygıları dolayısıyla mesafeli yaklaşsa da- İran'ın Suriye'de nüfuzunu artırmasını engellemek için muhalefete destek verdi. Suudi Arabistan, Suriye'de desteklediği İhvancı grupları kendi ülkesinde kraliyet ailesinin güvenliğini tehdit ettiği gerekçesiyle sınır dışı bile etmişti. Suudi Arabistan'ın destek verdiği yerde de elbette Katar da olurdu. Oldu da… İşte bu bölgesel hegemonik sistem Suriye konusunda politik söylemin daha da sertleşmesine temel hazırladı. Yani artık askeri gücü olan Türkiye ile petrol gelirine dayalı ekonomik güç sahibi Suudi Arabistan ve Katar bir Suriye karşıtı bölgesel hegemonya oluşturmuştu. Bu aşamada iç politik söylem bağlamında da zira anılan ülkeler arasında demokratik sistemi kullanan tek ülke Türkiye'dir; Suriye olayı bir taban ve meşruiyet sağlama aracına dönüştü. Yeniden Osmanlı söylemi, içeriği hayli muğlak olan büyük devlet tanımlaması üzerinden retoriğe dayalı bir politik davranış biçimi geliştirildi hatta benimsendi.
Fakat ekonomi politik ve askeri gerçekler konuyu bir başka noktaya çevirdi. Tıpkı Mursi olayında olduğu gibi izlenen yol revize edilmek ve başka bir hale konmak zorunda kalındı. IŞİD'ın bölgesel hakimiyetini geliştirmesinin ardından bağlı bulunan batı yarıkürenin lideri ABD'nin yönlendirdiği ekonomi politik ve askeri politikalar doğrultusunda Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar da pozisyonlarını revize etmek zorunda kalarak sıklet merkezini Esad'ın devrilmesinden IŞİD'in ortadan kaldırılmasına çevirdi. Bu şartlar altında Rusya ile uçaklarının düşürülmesi sonucu gerilen ilişkilerin yeniden düzeltilmesi zorunluluğu da ortaya çıktı. Şu an için sosyal güçlerin ve ekonomi politiğin yanlış analizi ve taraflı bakış açısı doğrultusunda yamalı bohçaya dönmüş bir dış politika stratejisi izliyoruz. Sadece bizler izlemiyoruz müttefiklerimizin uzmanları da izliyor. Hatta açıklama yapıyorlar mesele söylem değil eylemdir; Türk hükümetinin eylemlerine bakmak lazım diye. Ne diye söylüyorlar bunu iç politikaya dönük Türk Silahlı Kuvvetleri Suriye'ye Esad'ı devirmek için girdi söylemine istinaden. Dış politika stratejisinde kırkıncı yama da yapıldı ama artık bu kumaş yama tutmuyor.