Ortadoğu’da yaşanmakta olan gelişmeler ışığında, başlangıçta öngörülenin aksine bölgeye demokrasiyi değil kaosu getiren, devlet dışı aktörlerin güçlenmesine zemin yaratan, iç sorunları uluslararasılaştıran, bölgesel ve küresel aktörlerin güç gösterisi yaptığı, vekâlet savaşlarının yürütüldüğü sahneler kuran ve dolayısıyla Arap Kışı olarak adlandırılması gereken sözde Bahar, bölgede Sünni-Şii ayrımını şiddetlendirme riski taşımaktadır.
Bu risk, bölgedeki mezhep ayrımını jeopolitik amaçlarına alet eden ve Sünnilerin ve Şiilerin liderliğine soyunan Suudi Arabistan ile İran’ın, Arap Kışını kendi dış politika çıkarları çerçevesinde fırsata dönüşme, bir başka deyişle araçsallaştırma çabalarından kaynaklanmaktadır.
Bu yazıda, Arap Kışının bölgedeki Sünni-Şii ayrımını şiddetlendirme ve bölgeyi daha da istikrarsızlaştırma riski, Suudi Arabistan’ın politikaları açısından değerlendirilecektir.[i] Zira Suudi Arabistan Arap Kışının başlamasını müteakip hem Körfez bölgesinde uyguladığı politikalar hem de Suriye’deki iç çatışma karşısındaki tutumu ile mezhepsel ayrılığı körükleyen bir görüntü sergilemektedir.
Arap Kışında Suudi Arabistan dış politikasının, ilk bakışta çelişkili görünen iki yönü bulunmaktadır. Birinci yön, Suudi hanedanlığının güvenliğini ve istikrarını korumak adına sergilenen “statükocu” yaklaşımı işaret etmektedir. Bu statükocu yaklaşım “çevreleme” ya da “karşı-devrim” gibi farklı kavramlar ile açıklanıyor olsa da, anlatılmak istenen Suudi Arabistan’ın kendisini Arap Kışından koruma politikasıdır. Suudi Arabistan dış politikasının ikinci yönü ise, Arap Kışını Suudi hanedanlığının çıkarları doğrultusunda fırsata dönüştürmeye/araçsallaştırmaya, bu amaçla revizyonist bir strateji izlemeye yönelik yaklaşımdır.
Bir dış politikanın aynı anda hem statükocu hem de revizyonist olması ilk bakışta akla yatkın görünmeyebilir; ancak uluslararası sistemin anarşik doğasında, bir devletin çıkarları gerektirirse çelişkili bir durum uygulanabilir kılınabilir. Suudi Arabistan’ın Arap Kışında uyguladığı dış politika bunun açık bir örneğidir.
Suudi Arabistan hem statükocu hem de revizyonist olmayı nasıl başarmıştır? Öncelikle Suudi Arabistan’ın coğrafi olarak “yakın çevre” ve “nispeten uzak çevre” ayrımına gittiği düşünülebilir. Suudi Arabistan için “yakın çevre” Körfez bölgesini, “nispeten uzak çevre” ise Körfez bölgesi dışında kalan İslam coğrafyasını ifade etmektedir. Kısaca, Suudi Arabistan “yakın çevresi” için statükocu, “nispeten uzak çevresi” için –Libya ve Suriye örneğinde görüldüğü gibi- revizyonisttir. Ancak bu ilk bakışta edinilen izlenimdir. Zira Suudi Arabistan dış politikasının revizyonist ve statükocu yönünü değerlendirmek için coğrafyayı kullanarak yapılan açıklama yeterli değildir. Suudi Arabistan yakın çevresinde statükocu ise, bu yakın çevresinin “dost” yönetimlerden; nispeten uzak çevresi için revizyonist ise bu uzak çevresinin “dost olmayan” yönetimlerden oluşmasından kaynaklanmaktadır. Yani Suudi Arabistan’ın yakın çevresinde “dost olmayan” bir yönetim olsa idi, Suudi Arabistan orada da kuvvetle muhtemel revizyonist politika uygulayacaktı. Diğer taraftan Suriye ve Libya örneğinde gördüğümüz gibi nispeten uzak çevresinde uyguladığı revizyonist politika, sadece “dost olmayan” yönetimler içindir. Nispeten uzak olsa da “dost” yönetimler Suudi Arabistan’ın desteğini arkasında görmektedir. Örnek vermek gerekirse; Suudi Arabistan Mayıs 2011’de coğrafi olarak Körfez’de yer almamalarına rağmen Fas ve Ürdün’ü Körfez İşbirliği Konseyi’ne katılmaya davet etmiştir. Bunun anlamı, Suudi Arabistan’ın Fas ve Ürdün için monarşik yapıyı desteklemeye yönelik statükocu politika uygulamasıdır.
Suudi Arabistan’ın dış politikasının statükocu yönü ile revizyonist yönü, aslında aynı asıl nedenden kaynaklanıp, aynı asıl amaca yöneliktir. Asıl neden, Suudi Arabistan’ın güvenliği garanti edilmiş monarşisi ile bölgesel güç olma saiki iken, asıl hedef bölgesel rakibi İran’ı zayıflatmaktır.
Aynı asıl nedenden kaynaklı ve aynı asıl hedefe yönelik statükocu ve revizyonist stratejiler ışığında, Suudi Arabistan’ın dış politikasının belirlenmesi ve uygulanması sürecinde Sünni-Şii ayrımı önemli bir faktördür. Böyle bir savı destekleyen kanıtlar nelerdir? Suudi Arabistan’ın Bahreyn, Yemen ve Suriye’ye yönelik politikaları ile Salman Doktrini Suudi dış politikasını belirleyen faktörler arasında mezhepçiliğin de yer aldığı savını destekleyici kanıtlar olarak karşımıza çıkmaktadır.
BAHREYN
Resmi rakamlar olmasa da, Müslüman nüfusunun % 66-70’inin Şii olduğu tahmin edilen, Sünni monarşi tarafından yönetilen ve Şii çoğunluk ile Sünni nüfus arasında zaman zaman gerginliklerinin gözlendiği Bahreyn’de, 2010 yılının sonunda Şii halk siyasi reform ve Şii çoğunluğa eşit haklar talepleriyle sokaklara dökülmüş ve bu protestolar Bahreyn yönetimi tarafından şiddetle bastırılmaya çalışılmıştır. Suudi yönetimi ise protestoların bastırılmasında Bahreyn yönetimine destek vermek amacıyla 1200 Suudi askerini, Suudi tankları ile Bahreyn’e göndermiştir. Suudi askerlerinin Bahreyn’e girmesi “protestoları” bastırmak için midir yoksa “Şii ayaklanmayı” bastırmak için midir? Aslında bu soruya cevap vermek, Suudi yönetiminin Bahreyn’deki protestoları nasıl okuduğuna bakmayı gerektirir. Suudi Arabistan, Bahreyn’deki protestoları “İran destekli Şii ayaklanması” olarak okumuş; Bahreyn monarşisinin korunmasını da bölgede Şii ve dolayısıyla İran etkisinin artmasını önlemek için bir zorunluluk olarak görmüştür. Dolayısıyla Suudi Arabistan kendi açısından “protestoları” değil “Şii ayaklanmayı” bastırmış olmaktadır.
Bu noktada pek çok yorumcunun Bahreyn’deki ayaklanmaların İran tarafından desteklendiğine dair güçlü kanıtlar olmadığını ileri sürdüğünü belirtelim. Ancak ayaklanmalarda İran desteği olsun ya da olmasın, Bahreyn’de hanedanlığın yıkılması sonrası olası bir Şii yönetimin Suudi Arabistan karşısında İran’ın yanında olacağı ve Körfez’de Suudi etkisinin azalacağı genel kabul gören görüştür.
YEMEN
2011 yılının Ocak ayında devlet başkanı Saleh’in görevinden ayrılması talebiyle başlayan gösteriler Yemen’i iç kaos ortamına sürüklemiştir. Bu iç kaos ortamı sürerken Saleh görevinden ayrılmış, ancak Yemen güvenlik güçleri, yeni Devlet Başkanı Hadi yanlıları, önceki Devlet Başkanı Saleh yanlıları ve Husi yanlıları olmak üzere üçe bölünmüştür. Ülkedeki bu kaos ortamından yararlanarak sahip oldukları güç ve etkiyi artırmak isteyen Şii mezhebinin Zaidi koluna mensup Husi kabilesi yanlıları ile Devlet Başkanı Hadi yanlıları arasında 2015 yılının başında çatışmalar yoğunlaşmıştır. Yemen’deki çatışmalara karşı Suudi Arabistan’ın tepkisi, Ürdün, Fas, Bahreyn, Kuveyt, Katar, Mısır, Sudan, Birleşik Arap Emirlikleri’ni de arkasına alarak Yemen’e askeri müdahalede bulunulması şeklinde tezahür etmiştir. Suudi Arabistan tarafından “Kararlı Fırtına Operasyonu” adı altında gerçekleştirilen askeri müdahalenin amacının Yemen’de meşru hükümeti korumak olduğu ve Yemen’de istikrar ve güvenlik sağlanıncaya devam edeceği açıklanmıştır. Suudi Arabistan’ın Husiler karşısında Yemen hükümetini koruma adına giriştiği askeri müdahalede, Husilerin Şiilerin bir kolu olan ve Yemen nüfusunun %40’ını oluşturan Zaidi koluna[ii] mensup olmalarının rolü var mıdır? Suudi Arabistan ile Husilerin arasında ideolojik savaşın süre geldiği, Husilerin Suudi Arabistan’ın şampiyonluğunu yaptığı Vahabizmi bir tehdit olarak algıladıkları; diğer taraftan Suudi Arabistan’ın Yemen’deki Husileri İran’ın Körfez’deki maşası olarak gördüğü dikkate alınırsa, Suudi Arabistan’ın Yemen müdahalesinin amacının Yemen hükümetini korumayı aştığı, Yemen’deki Şii unsurları bastırarak, İran’ın Körfez bölgesinde etki alanı oluşturmasını engellemeye yönelik olduğu aşikârdır.
Bu noktada Husilerin ayaklanmasının temelinin mezhepsel farklılıklar olmadığına, sadece demokratik taleplerinin karşılanması saikiyle hareket ettiklerine, dolayısıyla Yemen’de Sii olmayanların da desteğini aldıklarına yönelik söylemler ve İran’dan destek görmediklerine yönelik iddialar olduğunu belirtelim. Ancak bu söylemler ve iddialar Suudi Arabistan’ın Yemen politikasının belirlenmesi ve uygulanmasında mezhepsel farklılığı dikkate almasını engellememiştir.
SURİYE
Suudi Arabistan Suriye’deki iç çatışmada ağırlığını muhaliflerden yana koymak suretiyle Esad rejimi karşıtı bir duruş sergilemiştir. Suudi Arabistan’ın Esad karşıtı duruşu, hem muhaliflere maddi destek ve silah yardımı sağlanması hem de uluslararası topluma Esad’ın indirilmesi için gerekenin yapılması çağrısında bulunarak baskı uygulanması şeklinde fiiliyata dökülmüştür. Suudi Arabistan ABD’yi Suriye’ye askeri müdahale yapması için ikna etmeye çalışmış, bu çabasında Suriye’nin muhaliflere karşı kimyasal silah kullandığının ve kırmızı çizgiyi çoktan geçtiğinin altını çizmiştir. Suudi Arabistan’ın Esad karşıtı duruşunun ve muhalif unsurları desteklemesinin başlıca iki nedeni bulunmaktadır. Birinci neden, Esad rejiminin İran’ın müttefiki ve “Direnç Ekseni”nin bir ayağı olmasıdır. Suudi Arabistan Esad’ın devrilmesi ile “Direnç Ekseni”nin kırılacağı ve böylece bölgede İran etkisinin zayıflatılacağı öngörüsüyle hareket etmektedir. İkinci neden, Suudi Arabistan’ın Suriye’yi kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirme arzusudur; Suriye’nin içine düştüğü koşullar Suudi Arabistan’ın bu arzusunu gerçekleştirmesi için bir fırsat yaratmıştır. Suudi Arabistan Esad’ın devrilmesi sonrası Sünni yönetim altında, kendisinin müttefiki olan bir Suriye projesini hayata geçirme gayreti içindedir. Bu kapsamda Suudi Arabistan’ın Esad muhalifleri arasında kendince seçmiş olduklarına yardım etmesi ve muhalifler içinde kendi seçtiklerinin güçlenmesini sağlamaya çalışması, Esad sonrası Suriye için Sünni yönetim oluşturma planı kapsamında gayet anlaşılabilir bir durumdur. Esad’ın Suriye’de Şii yönetimi temsil etmesi ve Suudi Arabistan’ın Esad karşıtı Sünni unsurlara destek vermesi, Suudilerin Suriye politikasının belirlenmesi ve uygulanmasında Sünni-Şii ayrımının dikkate alındığının bir göstergesidir.
SALMAN DOKTRİNİ
Arap Kışı sürecinde Suudi Arabistan’ın ittifaklar/koalisyonlar oluşturma merkezli bir politika izlediği görülmektedir. Bu politikanın ilk örneği, yukarıda da bahsettiğim üzere, Fas ve Ürdün’ün Körfez İşbirliği Konseyi’ne katılmaya davet edilmesidir. Fas ve Ürdün’ün Körfez bölgesinde yer almıyor olmalarına rağmen Körfez İşbirliği Konseyi’ne davet edilmesi, Suudi Arabistan’ın Konsey’i bölgede monarşilerin korunmasına adanmış ve Körfez bölgesini aşan bir örgüte dönüştürmeyi hedeflediğimi göstermektedir. Bu girişim, Fas ve Ürdün nüfusunun çoğunluğu Sünni olduğuna göre, Sünni bir ittifak yaratma girişimi olarak da okunmaktadır. Bu tür okumalar Suudi Arabistan’ın bölgede “Şii Eksenini” dengelemeye çalıştığına işaret etmektedir.
Suudi Arabistan’ın ittifaklar/koalisyonlar oluşturma merkezli dış politikasının ikinci örneği, yine yukarıda bahsedildiği üzere, Yemen’de Şii mezhebinin Zaidi koluna mensup Husileri hedef alan “Kararlı Fırtına Operasyonu”dur. Bu operasyona destek veren Müslüman devletlerin nüfuslarının büyük çoğunluğunun Sünni olması, Yemen’de mevcut olduğu iddia edilen İran etkisine karşı Suudi Arabistan öncülüğünde Sünni cephenin oluşturulduğu iddiasını güçlendirmektedir.
Üçüncü örnek, 2015 yılının sonunda Suudi Arabistan’ın terörizmle mücadele amacıyla 34 Müslüman devlet tarafından bir koalisyon kurulduğunu açıklamasıdır. Bu koalisyonun Suudi dış işleri bakanının ifadesiyle, başlıca iki amacı bulunmaktadır; birincisi istihbarat ve askeri donanım paylaşımı gibi güvenlik ve askeri konularda işbirliğinin sağlanması, ikincisi radikal ideolojiler ile geniş katılımlı mücadele yürütülmesidir. Suudi Arabistan’ın bu girişiminin IŞİD’e karşı etkili mücadele veriyor görüntüsü oluşturmaya yönelik sembolik bir girişim olduğuna yönelik eleştirilerin yanı sıra, bu girişimi “Arap NATO”[iii] olarak nitelendirecek kadar önemseyenler de olmuştur. Bu koalisyon nasıl nitelendirilirse nitelendirilsin, şu sorunun sorulmasını gerektirmektedir. Amaç terörizme karşı Müslüman koalisyon kurmak ise, bu koalisyona İran ve Irak neden davet edilmemiştir? Bizzat bu soru bile, mezhepsel farklılıkların Suudi Arabistan’ın dış politikasını belirleyici faktörlerden biri olduğunun altını çizmektedir.
Neticede Suudi Arabistan’ın bu çabaları bir isim bulmuştur; Salman Doktrini. Salman Doktrininin özü, Suudi Arabistan’ın kendi çıkarlarını kararlı ve gerekirse saldırgan bir şekilde, üstelik ABD’nin onayını aramaksızın, savunacağının ilanıdır.
Salman Doktrininin, ABD’ye karşı bir tepki niteliğinde ortaya konulduğu genel kabul gören bir görüştür. Salman Doktrini ABD’ye bir tepkidir; çünkü ABD Suriye’de Esad’ı devirmek için gereken çabayı göstermemiş, Suudi Arabistan’ın ısrarlarına rağmen Suriye’ye Esad’ı devirmek için uluslararası bir askeri müdahaleye öncülük etmemiştir. Ayrıca ABD Suudi Arabistan’ın bölgesel rakibi İran ile yakınlaşma sürecine girmiştir. Bu yakınlaşma Suudi yönetiminde ABD’nin bölgede ağırlığını Sünnilere karşı Şiilerden yana koyacağı yönünde kaygı yaratmaktadır.
Salman Doktrininin ilan edilen amacının terörizmle ile mücadelede işbirliğinin sağlanması olsa da, asıl amacının “Şii karşıtı”, “İran karşıtı” koalisyon kurmak olduğu yönündeki şüpheler, koalisyonu Sünni devletlerin oluşturması nedeniyle yüksek sesle ifade edilmektedir. Bu girişim, ayrıca, Suudi Arabistan dış politikasının daha iddialı ve askeri yönü ön plana çıkan bir dış politika tercihini de yansıtmaktadır.
Üstelik Salman Doktrini, Suudi Arabistan’ın tüm Sünni coğrafyanın liderliğine soyunuyor olduğunun somut göstergesidir. Suudi Arabistan Sünnilerin yaşadığı her coğrafi alanı doğal etki alanı sanmakta ve sözde doğal etki alanını, son dönemde ilişkilerinin gerildiği ABD’ye karşı pozisyonunu güçlendirmek adına araçsallaştırmaya çalışmaktadır.
SONUÇ
Arap Kışı Ortadoğu’da süregelen Soğuk Savaşı yoğunlaştırmıştır. Ortadoğu Soğuk Savaşın başlıca iki temel özelliği vardır. Birincisi başrol oyuncuları olan devletlerin güçlerinin, komşu devletlerde yaşanan iç siyasi mücadeleleri etkileme kapasitesi ile ölçülmesidir. İkincisi ise bölgede devlet dışı aktörlerin önemli roller üstleniyor olmasıdır.[iv]
Ortadoğu Soğuk Savaşında kutuplardan biri olduğu iddiasındaki Suudi Arabistan, iddiasının gerektirdiği şekilde, bölgedeki devletlerde yaşanan iç siyasi mücadeleleri etkileme ve yönlendirme gayreti içindedir ve bu gayreti Arap Kışı sürecinde daha da yoğunlaşmıştır. Suudi Arabistan’ın devletlerin içişlerini etkileme çabasında izlediği yol, devletlerin iç sorunlarını uluslararasılaştırmak ve kendi çıkarları doğrultusunda araçsallaştırmaktır. Üstelik bölgede devlet dışı aktörlerin yükselişi de, Suudi Arabistan’a bu aktörlerle mücadele adı altında, iç sorunları uluslararasılaştırma ve kendi çıkarları adına araçsallaştırma girişimlerine zemin sağlamaktadır.
Realist açıdan bakarsak; uluslararası sistem bir “kendine yardım (self-help)” sistemidir ve Suudi Arabistan da, diğer aktörler gibi, kendine yardım etmektedir. Suudi Arabistan kendine yardım etmek amacıyla, sorunları uluslararasılaştırma ve araçsallaştırma girişimlerinde Sünni-Şii ayrımını kullanmaktadır. Suudi yönetimi mezhepsel farklıkları, özellikle de İran karşıtlığı üzerinden, dış politikasını meşrulaştırıcı araca dönüştürmüştür.
[i] Arap Kışının bölgedeki Sünni-Şii ayrımını şiddetlendirme ve bölgeyi daha da istikrarsızlaştırma riski, ayrıca İran’ın politikaları açısından da değerlendirilmelidir. Ancak bu şekilde söz konusu risk daha iyi analiz edilmiş olacaktır. Zira devletlerin dış politikalarının belirlenmesi ve uygulanmasında diğer devletlerin politikalarının da bir değişken olarak dikkate alınması gerekmektedir.
[ii] Catherine Shakdam, Yemen at War: The New Shia-Sunni Frontline That Never Was, www.foreignpolicyjournal.com, 10 Nisan 2015
[iii] Joseph V. Micallef, Saudi’s Arabia’s Declaration of Independence, www.huffingtonpost.com 3 Ocak 2016
[iv] F. Gregory Gause III, Beyond Sectarianism: The New Middle East Cold War, Brookings Doha Center, 2014