Trump Hükümetinin kuruluşu ile birlikte ABD'nin yeni bir seyir izleyeceği, sert güç kullanımını daha üst seviyeye çıkaracağı söylemleri arttı. Hatta bazı görüşler, bu politikaların III. Dünya Savaşına yol açacağını ifade ederek, yer kürenin çeşitli alanlarında gerçekleşen her gerilimi de III. Dünya Savaşı başlatacak bir gelişme şeklinde yorumlama alışkanlığı kazandı. Tabii bu durumda sıkça tekrarlaya geldiğim “medya sansasyonu sever” ifadesinin de önemli bir katkısı yok değil...
Şimdi gelinen noktada ABD - Çin ilişkilerinin bir yumuşama eğiliminde olduğu, bu davranışın da Kuzey Kore ile olan ilişkilere de er ya da geç olumlu bir şekilde yansıyacağını söylemek mümkün. Dolayısıyla III. Dünya Savaşını Asya - Pasifik bölgesinde çıkaramayacağını anlayan “güçler” yüzünü İran'a döndü… Beyaz Saray Basın Sekreterliği 2 Mayıs 2018 tarihinde İran'ın faaliyetlerine dair İsrail tarafından uyarıldıklarını ve İran'ın asla nükleer silaha sahip olmaması gerektiğini açıkladı. Bu ABD için yeni bir yaklaşım değildi… Ancak, Obama döneminde imzalanan P5+1 yani BMGK daimi üyeleri ile Almanya'nın taraf olduğu İran'ın nükleer faaliyetlerinin kısıtlanması anlaşmasının yeterli olmadığı görüşü Trump döneminde dile getirilmeye başlandı.
Bu görüşe istinaden Trump idaresi Ocak 2017'de iş başına geldiğinden bir yıl sonra İran aleyhinde girişimi başlatabildi. Zira Suriye'de yaşanan gelişmeler ve radikal selefi terör örgütlerinin çevrelenmesi hususunda İran da Rusya da ABD'nin çıkarı doğrultusunda bir faaliyet göstermişti. Selefi terör örgütlerinin Suriye'deki faaliyetlerinin azalması, politikanın tekrar iki kutuplu bir hale gelmesine sebep oldu. Bu iki kutbun bir tarafından Esad'ın gitmesini isteyen ABD ve müttefikleri, diğer tarafında da Esad'ı destekleyen Rusya ve İran mevcut. ABD ise bölgesel hâkimiyetini Rusya ve İran üzerinde gerçekleştirebilmek için bir yandan anılan ülkelere ekonomik yaptırımlar uygulamaya devam ediyor diğer yandan da bölgesel müttefikleri ile bu ülkeleri çevreleme çabası sergiliyor.
Bu strateji aslında 5 Ocak 2012 tarihli ABD Savunma Sekreterliği stratejik yaklaşımı temel alınarak ortaya konuyor. Bu stratejiye göre ABD artık Irak ve Afganistan'daki gibi geniş çaplı işgal eylemleri ve neredeyse cephe savaşı büyüklüğünde askeri operasyonlar yürütmeyecek. Bunun yerine bölgesel müttefiklerinin daha faal olduğu, ABD'nin de bu müttefikleri özel kuvvetler, örtülü operasyonlarla desteklediği bir strateji konuldu. Bu bağlamda ABD, başta İsrail ve Suudi Arabistan olmak üzere Suriye politikasına yönelik yeniden bir oyun kurma girişimi sürdürmekte; bu girişim süresince de İran'ı mümkün olduğu kadar zayıf düşürme yolunu seçmektedir. İşte bu nokta ise Trump ile Obama dönemi arasındaki en temel farkı ortaya koymaktadır. Zira Obama döneminde Esad'ın gidişinin ardından ne olacağı sorusu tam olarak cevap bulamayınca bölgesel status quonun diğer sorunlar çözülünceye kadar sürmesi için çaba sarf edilmesi gerekmiştir. Ancak şu anda uluslararası toplum ve hatta bizzat Esad tarafından bile Suriye'nin yeniden yapılandırılması ifadesi dile getirilmektedir. Bu dönüşüm de Trump yönetimi zamanında ortaya çıktığı için İran'a yönelik yaptırımların uygulanması gerekliliğini de beraberinde getirmiştir. Yani yüksek stratejinin uygulanması sırasındaki dönemsel düzeltme ve katkılara şahit olunan bir dönemdeyiz. ABD'nin temel amacı İran'ın kırılgan bir yapıya sahip ekonomik yapısı üzerinde baskı kurarak, toplum içindeki memnuniyetsiz kitlelerin sesisin daha çok çıkmasını sağlamak, ayrıca Tahran'ı bölgesel anlamda daha az faal halde tutmaktır. Tabii bu ifadeden, zaten İran'a Ayetullah Mike lakaplı Michael D'andrea atandı öyleyse ABD, İran'da darbe yapar gibi olağanüstü indirgemeci bir yaklaşımla konuyu ele alabilecekler için de iki kelâm etme gereği hâsıl oluyor...
Evet, ABD 1953 yılında Musaddık ve Tudeh Partisine karşı bir darbe gerçekleştirdi. Ancak bu durum ABD'nin her istediği zaman istediği ülkede darbe gerçekleştirebileceği anlamına gelmiyor. Eğer bu durumu bu şekilde özetleyebilecekseniz sırtüstü yatıp ölü taklidi yapmanızı nefes bile almamanızı tavsiye ederim. Zira mutlak bir gücün karşısındaki aciz yaratıklar olarak, kesin bir mağlubiyetle yüzleşmeye hazırlanmalısınız… Neyse gelelim olayın özüne, Musaddık'a karşı gerçekleştirilen darbede İran Şahı'nın hayli etkin bir rol oynadığı ve ABD ile işbirliği yaptığı da bilenen bir gerçek. Ancak şu andaki durumda İran'ın yüksek seviyeli idaresinde böyle bir gücün ABD yanlısı olduğunu söylemek mümkün değil. Yani ABD, 1953'te darbe yaptı öyleyse şimdi de yapar basit önermesini ortaya koymak bir hayli zor. Bu duruma istinaden biraz fantezi geliştirelim… İran'da rejim karşıtı önemli bir gurubun varlığı malum… ABD'nin ekonomik baskıcı yaklaşımı bu şekilde sürdürülebilir, bu süreçte muhaliflerden angaje edilen kişi ya da kişilerin politik bir figür olarak ortaya çıkması sağlanabilirse belki bundan bir on yıl kadar sonra böyle bir olayla karşılaşma ihtimalimiz olacaktır. Bunu elbette ki İran konusunda uzmanlaşmış bir grup ile tartışmak çok daha faydalıdır.
Sonuç olarak ABD, son dönemde ortaya koyduğu yaptırımları sıkılaştırma politikasının dışında elle tutulur bir stratejik değişikliğe gitmiş görünmemektedir. ABD'nin bu politikasının temel amacı da İran'ın gücünü kısıtlayarak Suriye'deki etkisini ortadan kaldırmak ve geleneksel müttefikleri İsrail ve Suudi Arabistan için bir yaşam alanı (lebensraum) sağlamaktır. Bu hususa dair komplovari açıklamaları bir kenara koyacak olursak, ABD'nin bu girişiminin ekonomi politik kısıtlamalar ve sonucunda ortaya çıkacak olan yönlendirmeler bağlamında sonuç vermesi kuvvetle muhtemel görünmektedir. Buna istinaden Arap Yarımadası devletlerinin ABD'nin Suriye'de oluşturmak istediği koalisyon gücüne katkıda bulunma isteği ve bunu gerçekleştirme kapasitesi de bir başka belirleyici rolü üstlenecektir.