Geçtiğimiz yıl Birleşik Krallık’ta gerçekleştirilen referandumdan Brexit kararı çıktığında, biz akademisyenlerin başlıca kaygısı Brexit’in Birleşik Krallık’a ve Avrupa Birliği’ne muhtemel siyasi, ekonomik ve sosyolojik etkilerinin neler olacağı idi.
Ancak Londra’nın çekilme başvurusunu resmen yapmaması ve bu konuda Birlik’ten gelen eleştiriler ve oluşan belirsizlik üzerine dikkatlerimiz günlük Avrupa siyasetine kaydı. 29 Mart’ta Londra’nın resmi çekilme başvurusu Brüksel’e ulaşınca, bu sefer de müzakerelerin nasıl yürütüleceği, tarafların müzakere pozisyonları, müzakere sonrasında Londra-Brüksel ilişkilerinin niteliği üzerine kafa yormaya başladık. Elbette bu konular da önemli ama asıl konuyu, yani Brexit sonrası Avrupa Birliği’nin durumu ve Avrupa entegrasyonunun seyri meselesini gözden kaçırdık.
Nasıl olsa önümüzdeki iki yılı takip eden süreçte, bir çekilme anlaşması akdedilsin ya da akdedilmesin, Birleşik Krallık Birlik’ten çekilmiş olacak! Bunun dönüşü yok, Başbakan Theresa May’in ifadesiyle “Brexit means Brexit”. Müzakereler ister “hard Brexit” ile ister “soft Brexit” ile sonuçlansın, Birlik 27 üyesiyle varlığına devam edecek!
Tarih tekerrürden ibarettir derler; Brexit ile tarih tekerrür edecek ve Avrupa entegrasyonu, Truva Atı’nın kulübü terk etmesiyle, yine kurucu liderlerine, Almanya ve Fransa’ya emanet olacak.
Birleşik Krallık’ın Birlik’ten ayrılması ile Avrupa entegrasyon hareketinin liderliği konusunda Fransa ve Almanya arasında elbette rekabet olacaktır; ancak bu rekabet yıkıcı değil, entegrasyon adına yapıcı olabilir. “Yapıcı” diyorum; bu sıfatı bu kadar kolay kullanmamın başlıca iki nedeni bulunmakta. Birincisi Fransa’daki cumhurbaşkanlığı seçimlerini Macron’un kazanmış olması. Le Pen kazanmış olsaydı Avro alanının ve İç Pazar’ın nasıl sonlanacağı gibi konulardan konuşuyor olacaktık. İkincisi ise Almanya’da önümüzdeki sonbahar genel seçimlerin gerçekleştirilecek olması. Merkel ve Schulz Almanya Şansölyeliği için iki güçlü aday ve her ikisinin de Avrupa karşıtlığı temelinde bir siyaset benimsemiyor olduğunu düşünürsek, Alman seçimleri Avrupa entegrasyon hareketine yönelik kesinlikle bir tehdit oluşturmuyor. Seçimi kim kazanırsa kazansın, Almanya Avrupa entegrasyonu yanlısı pozisyonunu sürdürecek. Üstelik seçimleri Schulz kazanırsa, bu zafer Eurofil’lerin zaferi olacak.[1]
Şansölye Merkel, Brexit sonrası Avrupa Birliği’ni sahiplenme yönünde ilk çıkışını yaptı. Almanya’nın eski dışişleri bakanı Joscha Fischer’in ifadesiyle, asla etkileyici bir konuşmacı olmayan, konuşurken dinleyicileri uyutan Markel, Atlantik’in iki yakasında manşetlere konu olan çıkışıyla “diğerlerine güvenebileceğimiz zamanlar sona erdi; biz Avrupalılar kendi kaderimizi kendimiz çizmeliyiz” dedi.[2]
Merkel’in bu çıkışının gerisinde başlıca iki nedenin yattığı açık. Birincisi Trump’ın ABD başkanı seçilmesiyle, ABD’nin yalnızcılık politikası uygulama riski-bu riskin oldukça düşük olduğunu belirtelim-. İkincisi ise Brexit. Dolayısıyla Merkel’in “diğerleri” diye adlandırdığı ABD ve Birleşik Krallık; altını çizmeye çalıştığı ise her ikisine rağmen Avrupa’nın birbirine kenetlenmiş ve güçlü kalacağı.
Üstelik Merkel’in genç ve dinamik bir ortağı var; Fransa’daki seçimleri kazanmasıyla Avrupa üzerindeki sisleri kaldıran, entegrasyon yanlısı Macron.
[1] Dilek Yiğit, “Avrupa Birliği Açısından Schulz mu? Merkel mi? Beterin Beteri Var!”, http://soyledik.com/tr/analiz/5262/avrupa-birligi-acisindan-schulz-mu-merkel-mi-beterin-beteri-var--doc-dr-dilek-yigit.html, 25 Nisan 2017
[2] Joscha Fischer, “Angela Merkel’s Challenge to Europe”
https://www.project-syndicate.org/commentary/angela-merkel-trudering-speech-by-joschka-fischer-2017-06, 5 Haziran 2017