■Türkiye Barolar Birliği’nin inisiyatifiyle ve O’nun çatısı altında “Millî Davamız” Kıbrıs hakkında düzenlenen bu çok zamanlı panele kanaat önderi vasfında saygın ve seçkin konuşmacılarla birlikte konuşmacı olarak katılmayı müstesna bir ayrıcalık telâkki ediyorum.
■Türkiye Barolar Birliği’ne ve O’nun saygıdeğer Başkanı Prof. Dr. Sayın Metin Feyzioğlu’na beni de davet ettikleri için teşekkürümü sunuyorum.
■Etkinlik için tespit edilmiş olan “Kıbrıs’ta Son Söz” başlığı fevkalâde anlamlı ve muhtevalıdır. Bu başlığın Millî Davamızın şimdiki aşamasında bir slogan haline gelmesini ve müzakere sürecinde “Son Sözün” Türk tarafınca söylenmesi için siyasî iradenin güçlü biçimde oluşmasına katkı yapmasını temenni ederim.
Sayın Başkan,
■Kıbrıs müzakere sürecinin anlatılması ve değerlendirilmesi Türkiye’nin 1953 yılından itibaren “Millî Dava” olarak nitelediği ve benimsediği Kıbrıs konusunun, hiç olmazsa son 51 yılının gözden geçirilmesi demektir.
■Bunun Panel’in sınırlamaları içinde yapılması mümkün değildir. Bu sebeple, müzakere sürecinin kronolojik olarak seyrine kuş bakışı da olsa göz atmaktan ziyade, BM zeminindeki müzakerelerin Millî Dava’yı nasıl bir yöne sürüklemekte olduğu gerçeği üzerinde durmaya çalışacağım.
■Bununla beraber, müsamahanıza sığınarak, unutulmasına gönlüm razı olmadığı için eski geçmişe ait bir tarihî vakıayı tebarüz ettirmekten kendimi alamıyorum.
■ Lozan Barış Antlaşması’nın ilk tasarısında 16. Madde’nin 2. fıkrasında “Osmanlı Devleti’nin üzerindeki egemenliğini terk ettiği topraklarda ve adalarda (ki buna Kıbrıs adası da dâhildir) gelecekte ilhak, bağımsızlık ilânı veya herhangi bir başka rejim kurulması yolunda alınacak kararları Türkiye’nin önceden uygun bulması, kabullenmesi ve tanıması” şeklinde bir hüküm yer almıştı.
■ İsmet Paşa buna itiraz etmiş, söz almış ve “Türkiye’nin ileride kararlaştırılacak hükümleri de kabul etmesi istenmektedir. Açıkça bellidir ki, Türkiye, mahiyetini ve kapsamını bilemediği hükümleri kabul etmeği taahhüt edemez” demiştir.
■Tartışmalardan sonra fıkra tadil edilmiş ve son cümlesi şöyle yazılmıştır: “…bu toprakların ve adaların kaderi, alâkadarlar tarafından [ by the parties concerned / par les intéressés ] tayin edilmiş veya edilecektir.
■1950’li yılların ilk yarısında Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu Lozan Antlaşmasında kullanılmış olan “alâkadarlar” (parties concerned) kavramına atıfta bulunarak, bu konuda Lozan’da konuşulanları hatırlatarak, Türkiye’nin Kıbrıs konusunun taraflarından olduğunu savunmuş ve Kıbrıs konusundaki temas ve görüşmelerde Türkiye’nin taraf devletler arasında yer almasını ve masaya oturmasını sağlamıştır.
■ İngiltere 1955 yılının başında Londra’da topladığı Kıbrıs Konferansı’na, Yunanistan’ın karşı çıkmasına rağmen, Lozan Antlaşmasının 16. Maddesi’nin 2. fıkrasındaki “alâkadarlar” (parties concerned) kavramına dayanarak Türkiye’yi de davet etmiştir.
■ İngiltere’nin Türkiye’yi Kıbrıs’ta ilgili Devlet olarak kabullenmesiyle, sonunda Türkiye 1960 Antlaşmalarıyla Kıbrıs’ta garantör statüsünü kazanmış, fiilî ve etkin hak ve yetkiler elde etmiştir.
■Türk askeri Kıbrıs’ı terk ettikten 82 yıl sonra yeniden Ada’ya ayak basmıştır.
■1960 Antlaşmaları ve bu Antlaşmaların parçasını oluşturan 1960 Anayasası’yla Ada’da, ●Kıbrıs’taki iki millî etnik toplumun kurucu ortak olarak (co-founder) siyasal eşitliğine dayalı ve işlevsel federasyon düzenine sahip bir ortaklık Devleti kurulmuştur. Böylece çözümün “iç dengesi” sağlanmıştır. ●Türkiye’ye ve Yunanistan’a Kıbrıs’la ilgili olarak tanınan eşit haklar ve yetkilerle de çözüm şeklinin “dış dengesi” kurulmuştur.
■ Merhum İsmet Paşa’yı, İkinci Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’yü ve yıllar sonra 1950’li yıllarda İsmet Paşa’nın Lozan’da açtığı kapıdan girerek Türkiye’yi Kıbrıs konusunda ilgili taraf olarak masaya oturtmayı ve Türkiye’nin Kıbrıs’ta “etkin” ve “fiilî” hak ve yetkiler elde etmesini sağlamış olan merhum Dışişleri Bakanımız Fatin Rüştü Zorlu’yu minnet ve şükranla yâd etmeyi bir vazife addediyorum.
Sayın Başkan,
■Konuyu işlemeye başlamadan önce geçmişe dönük bir olguyu da hatırlatmak istiyorum.
■ Türkiye’nin 1960’da Kıbrıs’ta garantör olmasında, etkin ve fiilî hak ve yetkiler elde etmesinde o yıllardaki Milletlerarası konjonktür yanında Türkiye bakımından iç ve dış etkenler de elverişli bir ortam yaratmıştı.
■Kıbrıs konusunda KKTC ve Türkiye tarafından atılabilecek adımlar değerlendirilirken bu tarihi olgunun hatırlanmasında fayda ve hattâ zaruret mülâhaza ediyorum.
■Şunu da önemle tebarüz ettirmek istiyorum: 1960 çözüm şekli, titizlikle Birleşmiş Milletler zemininin dışında ve uzağında tutulan bir müzakere yöntemiyle ortaya çıkmıştır. Antlaşmaların temel yapısını ve çerçevesini oluşturan belgeler başlıca Türkiye ve Yunanistan arasında müzakere edilerek hazırlanmıştır.
■O dönemde Türkiye tarafından benimsenmiş ve kuvvetle desteklenmiş olan 1960 Antlaşmalar sisteminin ve çözüm şeklinin elde edilmesine, büyük ölçüde 1950’li yıllardaki dünya konjonktürü imkân vermiştir.
■Türkiye’nin kendisiyle ilgili çok olumlu iç ve dış faktörlerin ve dinamiklerin de bu gelişmede büyük payı olmuştur.
■Özellikle Türkiye’de ilk defa olarak serbest seçimlerle iktidarın el değiştirmiş olması ve Türkiye’nin Kore’de savaş patlak verdikten sonra Tugay seviyesinde 5500 askerden oluşan bir birlikle BM Kuvvetlerinin safında savaşa katılması, askerlerimizin kahramanlıkları ve üstün başarıları ABD ve Avrupa kamuoyunu ve dolayısıyla Hükûmetlerini Türkiye lehinde çok olumlu yönde etkilemiştir.
■Türkiye’de 1950 Mayıs’ında kurulan Hükûmet, ana ekseni Batı olan bir dış politika uygulayacağını belli etmiştir. Önceki Hükûmet’in NATO üyeliği için yaptığı müracaatı yenilemiştir. Türkiye için NATO üyeliği, sadece çok taraflı bir dış güvenlik vasıtası değil, çoğulcu, hürriyetçi demokrasi yönünde yaptığı bir tercihin ifadesi olmuştur.
■Türkiye’nin 18 Şubat 1952’de NATO’ya girmiştir.
■Türkiye 1951-1952 ve 1954-1955 dönemlerinde BM Güvenlik Konseyi’ne üye seçilmiştir.
■Sovyetler Birliği’ni Balkanlarda Güney’den çevrelemek için 1953’de Türkiye, Yunanistan ve Türkiye’nin katılımıyla kurulan Balkan Paktı’nın önderliğini Türkiye yapmıştır.
■Türkiye 1955’de Bağdat Paktı’nın kurulmasında önemli rol oynamıştır.
■Türkiye İsrail ile iyi ilişkiler içinde olmuştur.
■ Sovyetler Birliği’nin Macaristan’ı istilâ ve işgalinin Batı – Doğu ilişkilerini daha da gerginleştirdiği ortamda ABD ve İngiltere, Kıbrıs adasının kaderinin sadece Rumlara bırakılmasının ve Yunanistan’a Ada’da Türkiye’ye nazaran üstünlük sağlayan bir durum yaratılmasının, hem kendilerinin, hem de NATO’nun stratejik çıkarları bakımından sakıncalı olacağını değerlendirmişlerdir.
■ABD Başkanı Eisenhower ve İngiltere Başbakanı Mac Millan 20-24 Mart 1957 tarihlerinde Nasau’da buluşmuşlardır. Kıbrıs’taki durumun NATO çerçevesinde ele alınması hususunda görüş birliğine varmışlardır. Ayrıca, Kıbrıs sorununun doğrudan doğruya Türkiye ve Yunanistan arasında bir anlaşma sağlayacak şekilde yürütülmesini de kararlaştırmışlardır.
Sayın Başkan,
■BM Güvenlik Konsey’inde ilk defa 27 Aralık 1963 tarihinde görüşülmüş olan Kıbrıs konusunda bugüne kadar kabul edilen Konsey kararlarının sayısı 141’dir.
■BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs konusundaki ilk kararı 4 Mart 1964 tarihinde kabul edilmiştir. Numarası 186’dır.
■Ada’daki BM Barış Gücü bu kararla oluşturulmuş ve görevlendirilmiştir.
■186 sayılı Karar Ada’da 1960 “Anayasası’nın” yürürlükte olduğu; “iki toplumlu” bir “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” ve iki toplumu da temsil eden meşru bir “Kıbrıs Hükûmeti’nin” varlığını sürdürdüğü varsayımına dayanan bir muhtevaya sahiptir.
■Makarios 186 sayılı kararı “ENOSIS dışında elde edilebilecek en iyi sonuç” (the next thing to enosis) sözleriyle değerlendirmiştir.
■Kısacası 186 sayılı Karar, kabulünden hemen sonra Makarios’u böyle coşkuyla demeç vermeye sevk edecek kadar tek yanlı bir Karar’dır.
■BM’nin Kıbrıs konusundaki değerlendirilmelerinin ana referansıdır.
■Uluslararası camianın KKTC karşısındaki pozisyonunu şekillendiren başlıca Karalardan biridir ve ilkidir.
■ BMGS’ne verilen iyi niyet görevinin talimatı ve çözümün temel parametreleri 186 sayılı karar esas alınarak oluşturulmuştur.
■AB, Rumların tam üyelik için yaptığı müracaatı 186 sayılı Kararı esas alarak kabul etmiştir.
■Denilebilir ki, bu yüzden de 186 sayılı karar daha kabul edildiği günden itibaren Kıbrıslı Rumları Kıbrıs sorununun Kıbrıslı Türklerle eşit ortaklık esasına göre çözümüne ihtiyaç duymaz ve çözümsüzlükten rahatsız olmaz duruma getirmiş bulunmaktadır.
■Bu durum, Kıbrıs sorununun günümüze kadar çözülemeden kalmasının temel sebebini oluşturmaktadır.
■BMGS’i, Kıbrıs konusundaki ilk “iyi niyet” ( good offices ) görevini Konsey’in 22 Aralık 1967 tarihli ve 244 sayılı kararıyla üstlenmiştir.
■ 6 Haziran 1968 günü Denktaş – Klerides arasında Beyrut’ta başlayan görüşmeler, fasılalarla sonuç veremeden devam etmiş ve Ada’daki Yunan ENOSIS darbesi ve Barış Harekâtımızla son bulmuştur.
Bu görüşmeler başladığı gün ben Dışişleri Bakanlığı’nda, Kıbrıs – Yunanistan Genel Müdürlüğü’nde 1 yıllık bir memurdum. Üçüncü Kâtiptim. Büyükelçi oldum; yaş haddinden emekli oldum; aradan bir 15 yıla yakın zaman daha geçti ben bugün hâlâ Kıbrıs müzakere sürecini ve bu sürecin belirsizlikler içinde uzayıp gitmesi konusunda konuşuyorum. Bu gerçekten sorgulanmalı ve gereği kararlılıkla yapılmalıdır.
Sayın Başkan,
■20 Temmuz 1974 Barış Harekâtımız Kıbrıs sorununun gerçekçi ve yaşayabilir bir çözüm şekline kavuşturulması için gerekli parametrelerin ada sathında fiilen oluşmasını sağlamıştır.
■ Ada’da iki kesimli bir coğrafya meydana gelmiştir. Kıbrıs Türk halkının toplum yönetimi, önce, 13 Şubat 1975 tarihinde “Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin”, sonra da, 15 Kasım 1983 tarihinde bağımsız ve egemen “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin” çatısı altında devlet yapısına kavuşmuştur.
■Ada’ya Barış Harekâtımızdan sonra mutlak sükûnet hâkim olmuştur. Bunu UNFICYP değil Türk Silâhlı Kuvvetleri sağlamıştır. BU olgu BMGS raporlarında kayıtlıdır.
■BMGS’nin halen yürüttüğü “iyi niyet” (good offices) görevinin kaynağı, BM Güvenlik Konseyi’nin 12 Mart 1975 tarihli ve 367 sayılı Kararı’nın 6. Paragrafıdır.
■BMGS’nin müzakere sürecini yapılandırması ve başlatması hemen mümkün olamamıştır. Çünkü Rum tarafı 1974 Temmuz’undan sonra Ada’da oluşmuş bulunan “iki kesimli” siyasî coğrafyayı kabullenememiş ve “iki kesimli” çözüm hedefine yönelik müzakereye yanaşmamıştır.
■Rum Tarafı’nın ve Yunanistan’ın karşı çıkması sebebiyle 1977 Denktaş – Makarios ve 1979 Denktaş – Kyprianou Zirve anlaşmalarına “iki kesimli” (Bi-zonal) kavramı yansıtılamamıştır.
■Türkiye’nin ısrarlı teşebbüsleri neticesinde, Müzakereler için “iki toplumlu ve iki kesimli federal çözüm” hedefi BMGS Kurt Waldheim’in Kıbrıs Özel Temsilcisi Arjantinli Hugo Gobi tarafından 9 Ağustos 1980 tarihinde Lefkoşa’da açıklanmıştır.
(Both parties have reaffirmed their support for a federal solution of the constitutional aspect and a bizonal solution of the territorial aspect of the Cyprus problem).
■Kyprianou aynı günün akşamı TV’na çıkarak “iki kesimliliği” hiçbir zaman kabul etmeyeceğini söylemiştir.
■BM Güvenlik Konseyi’nin, BMGS’nin 1975’den bu yana yürütmekte olduğu “iyi niyet” görevi için belirlemiş olduğu görev talimatı, çözüm arayışının hedefi, çözümün parametreleri hakkındaki bilgileri, BM’nin resmî kaynaklarına dayanarak, sizlerle paylaşmak istiyorum:
■BM’nin resmî kaynaklarına göre, BMGS’nin “iyi niyet” görevi Kıbrıs Cumhuriyeti’nin “iki toplumuna” yöneliktir. Yani BMGS “iki toplumu” muhatap almaktadır. “İki toplumun” müzakere sürecine katılımının “eşit durumda” [ on an equal footing ] olması öngörülmüştür. Tarafların siyasî statüleri değil.
■BMGS’nin iyi niyet görevinin hedefi de, “tek (one) Kıbrıs Devleti için, Kıbrıs’taki iki toplum arasındaki ilişkileri federal, iki toplumlu ve iki kesimli temel üzerinde düzenleyecek yeni bir anayasa yapılmasıdır” şeklinde belirlenmiştir.
■Anayasa yapma egzersizine her iki toplumun eşit durumda [ on an equal footing ] katılması öngörülmüştür.
■Kıbrıs (sorununun) çözümünün temel ilkeleri de 11 Ekim 1991 tarihli ve 716 sayılı Güvenlik Konseyi Kararında şöyle zikredilmiştir: ●“Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenliğinin, bağımsızlığının, toprak bütünlüğünün ve bağlantısızlığının (korunması); ●bütün olarak veya kısmen herhangi bir ülkeyle birleşmesinin ve taksimin her şeklinin veya ayrılmanın (önlenmesi); ● Rum ve Türk toplumlarının refah ve güvenliğini iki toplumlu ve iki kesimli federasyon içinde sağlayacak yeni bir anayasal düzenleme yapılması.”
■Görüleceği üzere, bu ilkelerden birine göre “güvenliğin” teminatı olarak federasyon, federal düzen öngörülmektedir. Garanti ve İttifak Antlaşmalarını bertaraf etmek için yol açma niyetidir bu.
■Konsey’in 750 sayılı Kararı’nda da Federal Devlet’in “tek egemenliğinin” (single sovereignty) ve “tek uluslararası kişiliğinin” (single international personality) olacağı ve Devlet içinde “tek vatandaşlığın” (single citizenship) bulunacağı belirtilmiştir.
■BM’nin çözüm şekli çerçevesinde öngördüğü “siyasî eşitlik” anlayışına gelince: Federal düzende “siyasî eşitlik” “Kıbrıs Devleti’nin” iki toplumu arasında belirli anayasal hükümlerle ve kurumlarla sağlanabilecektir.
■ Yani çözümden evvel taraflar arasında “siyasî eşitlik” yoktur.
■BM’de "İki kesimlilik” parametresi de şöyle tarif edilmiştir: bir toplum tarafından yönetilecek her bir federe devletin kendi bölgesinde nüfus ve mülkiyet bakımından bâriz bir çoğunluğa sahip bulunmasıdır."
■Bu da Türkiye’nin başlangıçta “iki kesimliliğe” atfettiği anlamdan çok farklıdır. Nüfus ve mülkiyet bakımından bariz çoğunluğa ulaşmayacak ölçüde Rum kuzey kesime yerleşebilecektir.
■Zikrettiğim bu tarifler ve unsurlar daha sonraki birçok kararda (774, 789, 939, 1092, 1117, 1146, 1179 ve 1251) aynen ya da atıf yoluyla yer almışlardır.
■Şunu belirtmem gerekir ki, BM Güvenlik Konseyi’nin belirlemiş olduğu ve kısaca değinebildiğim ilkeler ve parametreler çerçevesindeki müzakere sürecinde anlaşmaya varılabilir ve çözüm şekli uygulanırsa, ilk ve belirgin sonuç Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ortadan kalkması olacaktır.
■Böyle bir neticeyi Türk Milleti sineye çekebilir mi? Bu da konunun ayrıca düşünülmesi gereken bir veçhesidir.
■İşaret ettiğim BM’nin “siyasî eşitlik” parametresini KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Akıncı benimsemiş görünmektedir. Oysa, çözüm çerçevesinde Anayasada belirlenecek hükümlerle sağlanacağı düşünülen; uygulamada ne şekilde tecelli edeceği bilinmeyen nitelikte “siyasî eşitliktir”.
■Hatırlamakta fayda vardır: 1960 Anayasası’nda da iki kurucu toplumun siyasî eşitliği anayasa hükümleriyle sağlanmıştı. Hattâ Garanti Antlaşması ile de teminat altına alınmıştı. Bu düzenleme yeterli olabildi mi?
■Bu gerçekler ışığında ve KKTC olgusu karşısında Türkiye’nin ve KKTC’nin üzerinde duracağı, savunacağı ilke ve parametre “egemen eşitlik” (sovereign equality) olmalıdır. Bu ilke BM Yasası’nda da yer alan bir temel ilkedir.
■Ada’daki gerçekler, bunu doğal çözümün temel ilkesi olarak gerekli kılmaktadır.
■Bu ilkeyi benimsemek ve çözüm parametresi olarak ısrarla savunmak KKTC’nin Bağımsızlık Demeci’nin 22. Amir hükmü karşısında bir görevdir.
■Diğer taraftan, bilindiği üzere, Kıbrıs Türk halkının bağımsız devlet kurma yolundaki iradesini içeren 15 Kasım 1983 tarihli Bağımsızlık Bildirisi'nin 22. Maddesi'nde "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilânı, iki eşit halkın ve onların kurdukları yönetimlerin, gerçek bir federasyon çatısı altında yeniden bir ortaklık kurmalarını engellemez” ifadesi yer almıştır.
■“Gerçek Federasyon” kavramındaki önemli mânâyı kasten yanlış anlayıp, Bağımsızlık Bildirisi’nde KKTC’ne rağmen kapının “federasyona” açık bırakıldığını iddia edenler ve bunu siyasî amaçları doğrultusunda istismar etmek isteyenler vardır.
■Bildiri’nin bu paragrafında yer alan “gerçek” sıfatıyla yapılan niteleme ve “yeniden” kelimesi üzerinde durmak istiyorum. “Federasyon” kavramının “gerçek” sıfatıyla nitelenmesi rastgele yapılmış değildir. Üzerinde düşünülerek, kavramlar ve deyimler bakımından seçici davranılarak ve özellikle Kıbrıs Türk Halkının attığı tarihî adımın uluslararası plânda sebep olabileceği muhtemel tepkiler de dikkate alınarak, Bağımsızlık Demeci’ne dercedilmiş kararlı bir ifadedir.
■ “Yeniden” kelimesi de ortaya yeni bir ortaklık devletinin çıkması gerektiğini ortaya koymak içindir.
■Bu gerçeği, KKTC'nin kuruluş günlerini Ankara'da Kıbrıs dosyasını elinde tutan ve mesuliyetini taşıyan kişi olarak yaşamış bulunduğum için biliyorum.
■“Gerçek federasyon”, BMGS'nin, 1990 yılında tarifini yaptığı ve BM Güvenlik Konseyi'nin de benimsediği Kıbrıs Cumhuriyeti’nin toplumları arasındaki “eşitlik” kavramı esas alınarak sözde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasasının tadili suretiyle ortaya çıkarılması hedeflenen federal yapı değildir. “Gerçek federasyon”, Ada'da var olan iki bağımsız ve egemen Devlet’in, müzakere sürecine egemenlik temelinde eşit statüde katıldıkları; kurulmasına halklarının egemen iradeleriyle ayrı ayrı karar verdikleri; egemen yetkilerinin, üzerinde mutabık kaldıkları bir bölümünü, federal Hükûmete devrettikleri; egemenliğin kaynağı ve eşit ortağı federe devletler olarak içinde yer aldıkları yeni bir ortaklık devletidir.
■ “Bağımsızlık Bildirisi’nin 22. Madde’sinde kullanılmış olan “yeniden bir ortaklık kurmaları” ibaresi de yeni bir ortaklık devletinin çıkması gerektiğini ortaya koymak içindir.
■Bu çerçevede Kıbrıs Türk halkının Bağımsızlık Bildirisi'nin KKTC Anayasası'nın hükmünde olduğunu vurgulamak gerekir. Anayasa'nın "Başlangıç" bölümünde Kıbrıs Türk Halkı'nın "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Kurucu Meclisi'nin yaptığı .... Anayasayı, 15 Kasım 1983 tarihinde kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Anayasası olarak kabul ve ilân ederken" güttüğü amaçlardan birinin de "Bağımsızlık Bildirisini yaşama geçirmek" olduğu ifade edilmiştir.
■ KKTC’nin Bağımsızlık Demeci’nden söz ederken ve o günlerin şerefli heyecanını yaşarken Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf R. Denktaş’ı rahmet, şükran ve saygıyla anıyorum.
■Sürdürülmekte olan müzakerelerde, Kıbrıs Türk halkının Bağımsızlık Bildirisi'ndeki "gerçek federasyon" anlayışına ve güdülen hedefe uygun bir federal devlet kurma egzersizi cereyan etmemektedir.
■Haklı olarak şu soru sorulabilir! Kıbrıs müzakere sürecinin mekanizması ve bütün parametreleri Rumların lehinedir de çözümü reddeden taraf neden Rumlar olmaktadır?
■AB üyesi olarak Rum Yönetiminin çözüm elde etmek için bir telaşı ve esasen günümüzün şartlarında siyasî ve ekonomik yönden de çözüme ihtiyaçları yoktur. Kıbrıslı Türklerle “iktidarı ve refahı paylaşma” niyetleri ise hiç yoktur.
■Çünkü Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan Kıbrıs sorununun doğuşundan itibaren tek bir hedefe kilitlenmiş bulunmaktadır: Bu da ENOSIS’tir.
■Rum – Yunan tarafı için öncelikli ara hedef, 1959’da kabul etmek mecburiyetinde bırakıldıkları inancını taşıdıkları 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarından mevcut parametreler temelinde müzakere sürecini kullanarak kurtulmayı tasarlamaktadırlar.
■Ada Türkiye’nin askerî varlığından tamamen arındırıldıktan ve Türkiye’nin etkin ve fiilî garanti hak ve yetkileri ortadan kaldırıldıktan sonra, çözüm şekliyle ilgili diğer bütün unsurlar onlar için önemsiz teferruattan ibaret olacaktır.
■Rum tarafı, müzakere sürecini uzatmak suretiyle KKTC’nin Türkiye dışındaki Devletler tarafından tanınmasını engellemektedirler. Böylece, Kıbrıs Türk Halkını istikbal hakkında belirsizlikler içinde bırakmaktadırlar. Maksatları, Kıbrıslı soydaşlarımızı usandırmak, bezdirmektir; dirençlerini kırmaktır. Sonunda onları sakat bir çözüm şekliyle Kıbrıs Cumhuriyeti’ne yamanmak suretiyle AB’ne kapağı atmayı tercih etmeye mecbur bırakmaktır.
■BM Güvenlik Konseyi’nin müzakerelerin hedefi olarak belirlediği “iki toplumlu, iki kesimli federal” çözüm 24 Nisan 2004 akşamı kanaatimce anlamı olmayan hayalî bir hedef haline gelmiştir. BM’nin mevcut parametreleri iflâs etmiştir.
■Çünkü, Kıbrıs sorununun tarihinde ilk defa olarak tam teşekküllü bir müzakere mekanizmasıyla ortaya iki halkın ayrı referandumlarıyla kabul edilince uygulamasına başlanacak bir Antlaşma metni çıkmıştı. Plân’ın temel ilkeleri ve çerçevesi önceden G – 8 Devletlerinin Köln’de yayınladığı bir Ortak Bildiri ile onaylanmıştı. BM Güvenlik Konseyi tarafından 1250 sayılı Kararla benimsenmişti. BMGS Kofi Annan referanduma sunulan Antlaşma menini “adil, yaşayabilir ve dikkatli biçimde dengelenmiş bir uzlaşı manzumesi” olarak vasıflandırmıştı.
■BMGS Annan referandumdan sonra Rumların “bir antlaşma metnini değil, çözümün kendisini reddettiklerini” söylemişti.
■Rumlar Antlaşma için kullandıkları “hayır” oylarıyla Kıbrıs Cumhuriyeti’nin temeli ve çatısı altında bir anayasa değişikliğiyle kurulacak olan ve adına federasyon denen çözüme dahi razı olmadıklarını göstermişlerdir. Daha önce de vurguladığım gibi, böylece çözüme ihtiyaç duymadıklarını ve çözümsüzlükten rahatsız olmadıklarını ortaya koymuşlardır.
■Aslında Türkiye ve KKTC 24 Nisan 2004 akşamı “Kıbrıs müzakere süreci bitmiştir” deme tarihi fırsatını kaçırmıştır. Türkiye o dönemde, 1950’lerdeki gibi, Batı kamuoyunda bölgenin, hattâ dünyanın yükselen, parlayan yıldızı görüntüsüne sahipti. Sayın Talât’ın “yoldaş” kabul ettiği Hristofyas ile yeniden masaya oturması ile Kıbrıs Türk halkının 15 yılı daha belirsizlikler içinde boş yere akıp geçmiştir.
■Şimdi Türkiye’nin ve KKTC’nin önünde bir fırsat vardır: Bu da BMGS Guterres’in taraflardan istemiş olduğu yeni bir müzakere için “terms of reference” , yani, benim anlayışıma göre, müzakere şartlarının, kurallarının, ilkelerinin belirlenmesi egzersizidir.
■Bu egzersiz döneminde, KKTC ve Türkiye “bütün seçenekler masadadır” gibi, pazarlığı ve süreci nereye sürükleyeceği belli olmayan, bana göre sadece kararsızlık ifadesi olan pozisyonları bir yana bırakıp, KKTC’ni yaşatacak olan bir pozisyon belirlemelidirler.
■Sürecin Crans – Montana’daki çöküşünden sonra önce Sayın Dışişleri Bakanımız “bu sonuç BM iyi niyet misyonu parametreleri içerisinde bir çözümün imkânsızlığını ortaya koymuştur. Artık bu parametrelerde ısrar etmenin anlamı da kalmamıştır" değerlendirmesinde bulunmuştu. Sayın Cumhurbaşkanımız da aynı yönde bir demeç vermişler ve “Bu tablo, soruna BM parametreleri çerçevesinde çözüm olmayacağını gösteriyor" demişlerdi. Bu tarihî değerlendirmeler istikametinde tutarlı ve sağlam bir duruş göstermek gerektiği görüşündeyim.
■Türk tarafının sürüklenmesiyle esasen zamansız ve zeminsiz 2017 başında açılmış olan Cenevre Konferans sürecinin Crans – Montana toplantılarından sonra çökmesi üzerine süreci canlı tutmak üzere BMGS Guterres’in taraflara verdiği sözde Guterres Belgesi veya fikirlerini bir kenara bırakmak lâzımdır. Çünkü Guterres Güvenlik ve Garantiler konusunu aynı kâğıtta diğer konularla âdeta aynı kefeye koymuştur. Bu belgede Guterres “1960 Garantiler sisteminin sürdürülemez olduğunu” öne sürmüştür.
■Anlatmış olduğum üzere, BMGS’nin iyi niyet görevinin çerçevesinde müzakere demek BM parametreleri temelinde müzakere etmek demektir. Öncelikle BMGS’ne BM Güvelik Konseyi’nin verdiği talimatın değişmesi kaçınılmazdır. Geçekçi bir çözüm gerçekçi çerçeve ve temelde yapılan müzakerelerle ulaşılabilir.
■1960 çözümünün BM dışında bir zeminde ve çerçevede yapıldığı hatırda tutulmalıdır.
■BMGS Guterres’in Kıbrıs sorununa bakış açısı ve müzakerelerin hedefi hakkındaki anlayışı karşısında da çok dikkatle olmamız ger ekmektedir. 2017 Ocak ayında Cenevre Konferansı’nın hemen öncesinde yaptığı basın toplantısında şu sakat görüşü dile getirmiştir: “Kıbrıs Cumhuriyeti ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin toplumları için sağlam ve sürdürülebilir çözüm arıyoruz.”
[We are looking for a solid and sustainable solution for the Republic of Cyprus and for the communities of the Republic of Cyprus.]
■Kıbrıs Türk tarafının müzakere sürecinde “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bir toplumu” olmadığı gerçeği BMGS’nin iyi niyet görevi talimatının tarifine yansımalıdır.
■Türkiye 1960 Garanti ve İttifak sisteminin devamında ve Türkiye’nin “etkin ve “fiilî” hak ve yetkilerinin muhafazasında kararlı davranmalıdır.
■Çözüm şekli Ada’daki iki bağımsız ve egemen devletin siyasi eşitliği, “egemen eşitlik” ilkesine dayandırılmalıdır.
Sayın başkan,
■Müzakere süreci çoktan beridir Kıbrıs Türk halkının iradesine ve istikbaline vurulmuş bir pranga haline gelmiştir. BM’nin kaypak zemininde müzakere girdabına yeniden sürüklenmeden bu prangayı kırmak zamanı gelmiştir düşüncesindeyim.
■Daha çok gazetelerde futbol haber başlıklarında kaybedilmiş gibi görünen fakat son anlarda kazanılan kritik maçlardan sonra atılan manşetler vardır: “Türkiye bitti demeden bitmez” gibi.
■Kanaatimce Türk tarafı, özellikle Türkiye “BMGS’nin iyi niyet görevi çerçevesinde ve BM Konseyi’nin parametreleri temelinde çözüm arayış süreci bitmiştir” demeden, uluslararası toplum bu süreci bitirmeyecek ve çözümü gerçekçi bir temele ve çerçeveye oturtmayacaktır.
Dinlediğiniz için teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum.