Gazi Mustafa Kemâl ATATÜRK, Devletimizin kuruluşunun 10. Yıldönümünde, Cumhuriyet Bayramımızda, 29 Ekim 1923 günü irat ettikleri nutukta şu sözleri de dile getirmiştir:
“…Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti'dir. Bundaki muvaffakiyeti Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak azimkârâne yürümesine borçluyuz…;
…“Büyük Türk milleti, onbeş yıldan beri giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vadeden çok sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin hiçbirinde, milletimin, hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım…”
Atatürk “az zamanda” başardığı büyük işlerden aldığı haklı cesaret ve özgüven duygusuyla Milleti’nin önünde ve tarih huzurunda bu sözleri yüz akıyla söyleyebilme mazhariyetine erişmiş bir müstesna lider ve önderdir. Geçen bir asır içinde dünyada tarihe mal olan olaylar, Atatürk’ün sözlerini bütünüyle doğrulamıştır. Atatürk gösterdiği hedeflerde yanılgıya düşmemiştir. Samsun’a ayak bastığı günden itibaren söylediklerini, belirlediği hedefleri adım adım gerçekleştirmiştir.
“Vaziyet ve Manzara-i Umumiye”
Atatürk, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Vatanımızın içine düştüğü durumu Büyük Nutuk’ta şu sözlerle tasvir etmiştir:
“1919 senesi Mayıs’ının 19. günü Samsun’a çıktım. Vaziyet ve manzara-i umumiye (durum ve genel manzara): Osmanlı Devleti’nin dahil bulunduğu grup, Harb-i Umumî’de (Genel Savaş) mağlûp olmuş Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şeraiti (şartları) ağır bir mütarekename imzalanmış. Büyük harbin uzun seneleri zarfında, millet, yorgun ve fakir bir halde. Millet ve memleketi Harb-i Umumî’ye sevk edenler, kendi hayatları endişesine düşerek, memleketten firar etmişler. Saltanat ve hilâfet mevkiini işgal eden Vahdettin, mütereddi (soysuzlaşmış), şahsını ve yalnız tahtını temin edebileceğini tahayyül ettiği denî (alçakça) tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın riyasetindeki kabine âciz, haysiyetsiz, cebîn (korkak), yalnız padişahın iradesine tâbi ve onunla beraber şahıslarını vikaye edebilecek (koruyabilecek) herhangi bir vaziyete razı. Ordu’nun elinden esliha (silâhlar) ve cephanesi alınmış ve alınmakta… İtilâf Devletleri, mütareke ahkâmına (hükümlerine) riayete (uymaya) lüzum görmüyorlar. Birer vesile ile, İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana vilâyeti Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntap (Antep) İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya’da İtalyan kıtaat-ı askeriyesi (askerî birlikleri); Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta, ecnebi (yabancı) zabit (subay) ve memurları ve hususî adamları faaliyette. Nihayet, mebde-i kelâm (sözün başlangıcı) kabul ettiğimiz tarihten dört gün evvel, 15 Mayıs 1919’da İtilâf Devletlerinin muvafakatiyle Yunan ordusu İzmir’e ihraç ediliyor (çıkarılıyor)…..”
Atatürk Samsun’a Çıkıyor
Atatürk (Mustafa Kemâl Paşa) 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basarken kurtuluş ve istiklâl savaşımızı başlatma azim ve iradesine sahip bulunuyordu. Anadolu’da Milletimizi Millî Mücadele için belirlediği hedeflerin arkasında toplamak için derhal düzenlemelere girişmişti.
22 Haziran 1919 günü yayınlanan Amasya Tamimi’nde “vatanın bütünlüğünün, milletin istiklâlinin tehlikede olduğu” ilân edildi.
23 Temmuz 1919 günü toplantılarına başlayan Erzurum Kongresi’nde “Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür, parçalanamaz” değerlendirilmesi yapıldı.
4 Eylül 1919 günü açılan Sivas Kongresi’nde Anadolu’nun temsilcileri “ya istiklâl ya ölüm” parolasını benimsedi.
Böylece “millî bağımsızlık ve egemenlik” hedefi doğrultusunda Millî Mücadele başlatıldı.
Savaş Dış Politika Aracı Olamaz
Atatürk savaşın dış politika aracı olarak kullanılmasını reddeden, karşılaşılan sorunların hallinde diplomasiyi kullanan bir dâhi asker ve önderdi. Bir hitabında savaş hakkındaki anlayışını şu şekilde dile getirmiştir:
“Behemehal şu ve bu sebepler için, milleti harbe sürüklemek taraftarı değilim. Harp zarurî ve hayatî olmalı. Hakikî kanaatim şudur: Milleti harbe götürünce vicdanımda azap duymamalıyım, öldüreceğiz diyenlere karşı, “ölmeyeceğiz” diye harbe girebiliriz. Lâkin, hayatı millet tehlikeye maruz kalmayınca, harp bir cinayettir.” [1]
Gerçekten de, Atatürk, vatanımızın düşman istilâ ve işgaline uğraması; bu durumun sonuçlarının teslim belgesi şeklindeki bir antlaşma ile milletimize zorla kabul ettirilmek istenmesi; Osmanlı Devleti’nin “kapitülasyon” cenderesi içinde milletlerarası camianın eşit bir üyesi olarak hareket etme yeteneğini kaybetmiş olması; bu yüzden de Hükûmet’in vatanımızın parçalanıp paylaşılması tertipleri karşısında direnme iradesi ve gücü ortaya koyamaması; istiklâlimizin, egemenliğimizin ve vatanımızın bütünlüğünün barışçı yollardan sağlanması ümidinin de tamamen yok olması üzerine, İstiklâl Savaşımızı, Millî Mücadelemizi başlatmıştır. Savaşa, vatanımız işgalden kurtarıldıktan sonra egemen eşitlik temelinde gerçekçi ve kalıcı bir barışı emperyalist devletlere kabul ettirmek amacıyla başvurmuştur. Bu suretle bölgesel ve evrensel barışa da katlıda bulunulacağına inanmıştır.
Atatürk Millet’in İradesini Hâkim Kılıyor
Sahip olduğu emsalsiz önderlik vasıflarına, askerî dehasına ve şahsî karizmasına rağmen Mustafa Kemal Paşa Millî Mücadelemize kendi kişisel iradesini değil, Millet’in iradesini hâkim kılmıştır.
23 Nisan 1920 günü Ankara’da açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Millî Mücadelenin yürütülmesinde en üst irade olmuştur.
Atatürk’ün Başkumandanlığı altında Millî Mücadelede yer alan seçkin Kumandanların da sevk ve idare ettiği Ordumuzun kazandığı her muharebe ile somut siyasî sonuçlar elde edilmiştir. Milletimizi millî bağımsızlık ve egemenlik hedefine götüren yolun temel taşları böylece birer birer döşenmiştir.
Doğu Cephesi, Gümrü Andlaşması:
Bolşevikler, Ermenilere 1919 yılında Doğu Anadolu’da topraklarımıza yaptıkları saldırılarda destek vermişlerdir. Bu saldırılar sonucunda Ermeniler, Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin, Batum ve Iğdır gibi yörelerimizi ele geçirmişlerdir.
Bolşevik Rusya 1920 yazında Ermenistan ile bir anlaşma yapmıştır. Bu anlaşmayla hemen hemen bütün ahalisi Türk olan Nahçıvan Ermenistan’a bırakılmıştır.
Bu tehlikeli gelişmeler üzerine Eylül 1920'de Doğu Cephesi'nde taarruza geçen Kâzım Karabekir komutasındaki 15. kolordumuz, Mîsâk-ı Millî sınırları içinde olan Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin, Batum ve Tuzluca ve Iğdır'ı geri almış ve Gümrü'yü de işgal etmiştir.
Bunun üzerine Ermeniler barış talep etme zorunda kalmış ve 2 Aralık 1920 tarihinde Gümrü Andlaşması imzalanmıştır.
Gümrü Andlaşması TBMM Hükûmeti’nin akdettiği ilk andlaşma olarak tarihe geçmiştir.
Bu Andlaşma’nın asıl önemi, Andlaşma’nın 10. Maddesinde Ermenistan’ın Sèvres Andlaşması’nın açıkça “yok hükmünde” kabul etmiş olmasıdır.
Batı Cephesi, I. İnönü Zaferi:
Batı Cephesinde de İsmet Paşa’nın kumandası altındaki ordularımızın Yunan ordusuna karşı 10 Ocak 1921’de kazandığı I. İnönü Zaferi de, Millî Mücadelemizde sadece askerî alanda değil, diplomaside de bir dönüm noktası olmuştur.
I. İnönü Zaferi o güne kadar yenilemez olduğu düşünülen emperyalist güçlerin desteğindeki Yunan Ordusunun Anadolu’daki ilerleyişinin durdurulabileceğini ve hattâ yenilebileceğini göstermiştir.
Londra Konferansı’na Davet:
Millî Mücadele Hareketi’nin Hem Doğu, hem Batı cephelerinde sağladığı başarıların diplomasimize olumlu yansıması gecikmemiştir.
İngiltere TBMM Hükûmeti’ni 21 Şubat 1921’de Londra’da açılan Konferans’a davet etmiştir. Bu davet Atatürk diplomasisinin doğru yönde ilerlediğinin ilk habercilerinden biri olmuştur.
Moskova Andlaşması:
Aynı günlerde Moskova’ya giden TBMM heyeti 16 Mart 1921’de “TBMM Hükûmeti” ile “Rusya Sosyalist Federatif Cumhuriyeti Hükûmeti” arasında çeşitli kaynaklarda “Kardeşlik Andlaşması” olarak da adlandırılan “Moskova Andlaşması’nı” imza etmiştir. Andlaşma’nın Dibacesi’nde “halkların kendi kaderini tayin etme” ilkesi ve iki taraf arasında “emperyalizme karşı mücadele dayanışmasının” varlığı vurgulanmıştır.
Bu Andlaşma ile Bolşevik Rusya Misak-ı Millî’yi tanıyan ilk Devlet olmuştur. Gerçekten de Moskova anlaşması ile TBMM hükümeti, sınır meselesinde Batum, Ahıska ve Ahılkelek dışında Misâk-ı Millî’de öngörülen sınırları Sovyet Rusya’ya kabul ettirmiştir.
İki taraf arasında akdedilmiş olan eski antlaşmalar iptal edilmiştir. Osmanlı Devleti’nin Çarlık Rusya’ya karşı üstlendiği malî yükler silinmiş, kapitülasyonlar kaldırılmıştır.
Moskova Andlaşması’nın en önemli sonuçlarından biri de Türkiye’nin Türk Dünyası’na açılan kapısı mahiyetindeki Türk yurdu Nahçıvan’ın statüsü hakkında olmuştur.
“Türk Kapısı” Nahçıvan:
Türk dünyasına ilişkin konulara önem veren Atatürk, Millî Mücadelemizin Zaferle sonuçlanmasından sonra Devletimizin Doğu sınırının Türk dünyasına açılan bir kapı ile bitişik olmasına önem atfetmiştir. Halkının hemen hemen tamamı Türk olan Nahçıvan’ı da böyle bir kapı olarak görmüştür.
10 Ağustos 1920 tarihinde Sèvres Antlaşması’nın imza edildiği, Atatürk’ün Bolşevik Rusya ile yakınlaşma sağlamaya karar verdiği ve bu yönde teşebbüslerde bulunulduğu dönemde Bolşevik Rusya, Azerbaycan’ın ve Ermenistan’ın Sovyetleştirilmesi süreciyle meşgul bulunuyordu. Bu süreç içinde ve Azerbaycan’ın Komünist yönetiminin de göz yumması sonucunda, Nahçıvan ile Zengezor Ermenistan’ın hakimiyeti altına girmişti. [2] Ayrıca, Ruslar da Ermenilere birtakım iktisadî yardım vaadinde bulunmuşlardır.
Nahçıvan’ın Ermenistan’ın eline geçmesi, o yılların şartlarında, Türkiye’nin Azerbaycan ile ve hattâ Rusya ile stratejik önemde bir ulaşım yolunun kesilmesine yol açacak bir gelişme olmuştur.
Millî Mücadele’nin önderlerine ve TBMM üyelerine gelmeye başlayan çok sayıda mektup da uyanan heyecanı daha da arttırmıştır.
Nahçıvan konusunda TBMM’de bu hava sürerken Eylül 1920'de Doğu Cephesi'nde taarruza geçen Kâzım Karabekir komutasındaki 15. kolordumuz, Mîsâk-ı Millî sınırları içinde olan Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin, Batum ve Tuzluca ve Iğdır'ı geri almış ve Gümrü'yü de işgal etmiştir.
Bunun üzerine Ermeniler barış talep etme zorunda kalmış ve 2 Aralık 1920 tarihinde Gümrü Andlaşması imzalanmıştır.
Andlaşma’nın 2. Maddesi’nde “….Aşağı Karasu'nun döküldüğü yerden geçen çizginin güneyindeki (Nahçıvan, Şahtahtı, Şarur) bölgesinde daha sonra bir plebisitle saptanacak yönetim biçimine ve bu yönetimin kapsayacağı topraklara Ermenistan karışmayacak ve işbu bölgede şimdilik Türkiye koruyuculuğunda bir yerel yönetim kurulacaktır ” hükmü yer almıştır.
Buna göre, Nahçıvan-Şahtahtı-Şarur bölgesi geçici olarak (“şimdilik”) Türkiye’nin koruyuculuğuna bırakılmıştır.
Gümrü Andlaşması’nda Nahçivan konusunda elde edilen sonuca rağmen, Atatürk Nahcivan’ı Ermenistan’ın hakimiyeti altına girmesine yol açmayacak daimi statüye kavuşturmak istiyordu.
TBMM Hükûmeti ile Bolşevik Rusya arasında Moskova’da bir andlaşma yapılması hususunda iki taraf arasında görüş birliğine varılması üzerine Atatürk, Moskova’ya gidecek heyetimizin Başkanı’na “Nahçıvan Türk Kapısıdır. Bu hususu nazar-ı itibara alarak elinizden geleni yapınız” talimatını vermiştir. [3]
16 Mart 1921 günü Türkiye ile Bolşevik Rusya arasında imza edilen Moskova Andlaşması’nın III. Maddesi’nde Nahçıvan hakkında şu hüküm yer almıştır:
“İşbu Andlaşmanın Ek I (C)’de belirlenen sınırlar içerisinde bulunan Nahçıvan bölgesinin üçüncü bir devlete verilmemesi şartıyla Azerbaycan’ın himayesi altında özerk statüye sahip olması her iki âkit tarafça kabul . Nahçıvan topraklarının doğuda Aras’ın talveği, batıda Dagna dağı (3829)-Velidağı (4121)-Bagarzik (6587) ve Kömürlüdağı (6930) çizgisi arasında sıkışmış üçgen kesiminde, bu toprakların Kömürlü dağından (6930) başlayarak Seray Bulak dağı (8071)-Ararat istasyonundan geçerek Karasu ile Aras’ın birleştiği yerde sona eren sınır hattı, Türkiye, Azerbaycan ve Ermenistan temsilcilerinden oluşan komisyon tarafından belirlenecektir.”
Türk heyetinin gayretleri sayesinde Azerbaycan’ın toprak bütünlüğü kısmen de olsa korunmuş; Nahçıvan’ın üçüncü bir ülkeye devredilmez kaydıyla Azerbaycan’a bağlı “özerk bir Cumhuriyet” olmasına karar verilmiştir. Nahçıvan’ın Azerbaycan ya da Türkiye’nin olduğu gerçeği Ermeniler ve Ruslara kabul ettirilmiştir. Böylece Nahçıvan’ın “Türk Kapısı” olma özelliği korunabilmiştir.
Yukarıda da işaret edildiği üzere, yedi ay sonra 13 Ekim 1921’de TBMM Hükûmeti ile üç Sovyet Cumhuriyeti Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan arasında Kars antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma ile Türk-Sovyet sınırı son ve kesin şeklini almıştır. Nahçıvan’ın Moskova Andlaşması ile belirlenen statüsü 3 Sovyet Cumhuriyeti tarafından da teyit edilmiştir.
TBMM Hükûmeti’nin bir diğer çabası da, Azerbaycan’a egemen bir devlet gibi muamele etmek ve başka devletlerin de bu şekilde davranmasına yol açmak olmuştur. Bu amaçla Azerbaycan ile ayrı bir anlaşma imzalamak istemiştir. Oysa Sovyet Azerbaycan Hükümeti TBMM ile ayrı bir anlaşma yapmaya yanaşmamıştır.[4]
Moskova Antlaşması ile doğu sınırlarını emniyet altına alan TBMM Hükûmeti Batı Cephesi’ndeki ordularının gücünü kuvvetlendirme imkânı bulmuştur. Bu imkân Yunan kuvvetlerine karşı nihai zafer elde etmemize katkı yapmıştır.
Ayrıca, başlangıçta Millî Mücadele hareketimize hayırhah nazarlarla bakmayan ve oldukça mesafeli davranan ABD’nin tutumunda da olumlu yönde değişiklikler görülmeye başlanmıştır.
II. İnönü Zaferi:
1 Nisan 1921’de kazanılan II. İnönü zaferi de, TBMM Hükûmeti’nin diplomaside arka arkaya gelmeye başlayan anlamlı başarılı sonuçlarının kapısını aralamıştır. İtalyanlar Antalya’dan Temmuz 1921’de çekilmiştir.
Atatürk, Ordularımıza komuta eden İsmet Paşa’ya şu tebrik mesajını göndermiştir:
“Batı Cephesi Kumandanı ve Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi İsmet
Bütün dünya tarihinde, sizin İnönü meydan muharebelerinde üstlendiğiniz vazife kadar ağır bir vazife üstlenmiş kumandanlar enderdir. Milletimizin bağımsızlık ve hayatı, dahiyane idareniz altında şerefle vazifelerini gören kumanda ve silâh arkadaşlarınızın kalp ve hamiyetine büyük emniyetle dayanıyordu. Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin makus talihini de yendiniz.
İstila altındaki bedbaht topraklarımızIa beraber bütün vatan, bugün en ücra köşelerine kadar zaferinizi kutluyor. Düşmanın istilâ hırsı, azim ve hamiyetinizin yalçın kayalarına başını çarparak hurdahaş oldu.
Namınızı tarihin iftihar kitabesine kaydeden ve bütün milleti hakkınızda ebedi minnet ve şükrana sevk eden büyük gaza ve zaferinizi tebrik ederken, üstünde durduğunuz tepenin, size binlerce düşman ölüleriyle dolu bir şeref meydanı seyrettirdiği kadar, Milletimiz ve kendiniz için yükseliş şaşaasıyla dolu bir geleceğin ufkuna da nazır ve hakim olduğunu söylemek isterim.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal”
İtalyanlar Antalya’dan Temmuz 1921’de çekilmiştir.
Sakarya Meydan Muharebesi Zaferi:
Sakarya Meydan Muharebesi’nin Millî Mücadelemizin kaderini tayin eden mahiyette önemi vardır.
ATATÜRK Büyük Nutuk’ta bu muharebe hakkında yaptığı açıklamada, diğer hususlar meyanında, şunları ifade etmiştir:
“…Düşman ordusu, 23 Ağustos 1921 'de ciddi olarak cephemize temas ve taarruza başladı . Birçok kanlı ve buhranlı safhalar ve dalgalar oldu. Düşman ordusunun üstün gruplan, müdafaa hattımızın birçok parçalarını kırdılar. Bu suretle ilerleyen düşman kısımlarının karşısına, kuvvetlerimizi yetiştirdik..”
ATATÜRK sayı, silâh, mühimmat ve askerî malzeme bakımından üstün düşman kuvvetleri karşısında Ordumuzun mukavemetini kuvvetlendirmek için şu tarihî emri yayınlamıştır:
“Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatan’ın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça, terk olunamaz. Onun için küçük büyük her birlik, bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük büyük her birlik, ilk durabildiği noktada tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki birliğin çekilmeye mecbur olduğunu gören birlikler, ona tabi olamaz. Bulunduğu mevzide nihayete kadar sebat ve mukavemete mecburdur."
Atatürk Büyük Nutuk’ta Sakarya Meydan Muharebesi’nde zaferin kazanılışını da şu ifadelerle anlatmıştır:
“…Sakarya nehri doğusunda, düşman ordusunun sol cenahına ve müteakiben cephenin mühim kısımlarında karşı taarruza geçtik. Yunan ordusu mağlup ve çekilmeye mecbur oldu. 13 Eylül 1921 günü Sakarya nehrinin doğusunda düşman ordusundan eser kalmadı. Bu suretle 23 Ağustos gününden 13 Eylül gününe kadar, bugünler de dahil olmak üzere, yirmi iki gün ve yirmi iki gece aralıksız devam eden Sakarya Melhamei Kübrası [Büyük ve Kanlı Sakarya Muharebesi] yeni Türk devletinin tarihine, cihan tarihinde ender olan büyük bir meydan muharebesi misali kaydetti…”
Bu önemli ve anlamlı zafer üzerine TBMM’ne tarafından ATATÜRK’e “Müşir” (Mareşal) rütbesi ve “Gazi” unvanı tevcih edilmiştir.
Millî Mücadelemizde yürütülen diplomaside başarı kapısının tamamen açılması, Sakarya Meydan Muharebesi’nde zaferin elde edilmesiyle mümkün olmuştur.
İtalyanlar Anadolu’da işgal ettikleri yerleri tamamen boşaltmışlardır.
İngilizler ise ellerindeki Türk esirleri serbest bırakmışlardır.
Kars Andlaşması:
Sakarya Zaferi’ni takiben 13 Ekim 1921’de TBMM Hükûmeti ile üç Sovyet Cumhuriyeti Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan arasında Kars Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma ile Türk-Sovyet sınırı son ve kesin şeklini almıştır. Nahçıvan’ın Moskova Andlaşması ile belirlenen statüsü teyit edilmiştir.
Türkiye – Fransa Ankara Andlaşması:
Sakarya Zaferinin en önemli siyasî sonucu da 20 Ekim 1921’de Fransızlarla imzalanan Ankara Andlaşması (İtilâfnamesi) olmuştur.
Bu Antlaşma Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin, İstiklâl Savaşı içinde İtilaf Devletleri’nden biriyle ve bir batılı devletle yaptığı ilk anlaşmadır.
Ankara Antlaşması ile Birinci Dünya Savaşı öncesinde kurulmuş bulunan İtilaf Devletleri bloğu parçalanmıştır. İngiltere Anadolu’da yalnız kalmıştır.
Fransa’nın Türkiye’yi ve Misak-ı Millî’yi resmen tanıması, İngiltere’nin Doğu Akdeniz politikasını desteklemekten vazgeçtiğini göstermesi açısından da önem arzetmiştir.
Fransa ile yapılan Ankara Antlaşması ile birlikte Türkiye Güney cephesini güvenceye almış ve buradaki askerlerini de Batı Cephesine kaydırmıştır.
Ukrayna ile Dostluk Antlaşması
Sakarya Muharebesi’nin kazanılmasından sonra 2 Ocak 1922’de Ukrayna ile Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması imzalanmıştır.
Böylece, Atatürk’ün Fransa ve İtalya’yı İngiltere’den, ABD’’yi de her üçünden ayırma; böylece batı kampını bölme ve Anadolu’yu işgal eden Batı’ya karşı Sovyet Rusya’yı denge unsuru olarak kullanma stratejisi başarıya ulaşmıştır. [5]
Denilebilir ki Millî Mücadele önderlerinin Bolşeviklerle kurduğu ilişki ve gerçekleştirilen yardımlaşma “Komünizme hayır, Sovyetlere evet” [6] anlayışıyla ve ihtiyatla yürütülmüştür.
Büyük Zafer:
Atatürk, Türk Milleti’ni düşmanla andlaşmaya dayanan barış ve huzur ortamına kavuşturmak için İstiklâl Savaşımızda kesin zaferin elde edilmesi gerektiğinin idraki içinde olmuştur.
Atatürk, 19 Mayıs 1919 Pazartesi günü Samsun’da başlattığı kurtuluş, millî bağımsızlık ve egemenlik mücadelesini 9 Eylül 1922 Cumartesi günü İzmir’de kesin askerî zaferle sonuçlandırmıştır. Bu kesin sonucu getiren de O’nun verdiği emirle 26 Ağustos 1922 Cumartesi günü şafakla başlayan Büyük Taarruzun 30 Ağustos Çarşamba günü Dumlupınar’da Büyük Zaferle sonuçlanması ve 1 Eylül Cuma günü Dumlupınar’da verdiği “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri!” emri [7] üzerine düşmanın takip edilerek 9 Eylül’de İzmir’in işgalden kurtarılması olmuştur. Vatanımız düşman işgalinden, Milletimiz de emperyalizmin esaretinden kurtarılmıştır.
Atatürk Büyük Taarruz’u Nutuk’ta şu sözlerle anlatmaktadır:
“…..26 Ağustos sabahı Kocatepe'de hazır bulunuyorduk. Sabah saat 5.30 da topçu ateşimizle taarruz başladı…. 26, 27 Ağustos günlerinde, yani iki gün zarfında düşmanın Karahisar'ın güneyinde 50 ve doğusunda 20-30 kilometre uzunluğunda bulunan müstahkem cephelerini düşürdük. Mağlup olan düşman ordusunun bütün kuvvetlerini, 30 Ağustos'a kadar Aslıhanlar civarında kuşattık. 30 Ağustos'ta icra ettiğimiz muharebe neticesinde (buna Başkumandan Muharebesi unvanı verilmiştir) düşmanın ana kuvvetlerini imha ve esir ettik. Düşman ordusu başkumandanlığını yapan General Trikopis de esirler arasına dahil oldu. Demek ki, tasavvur ettiğimiz kati netice beş günde alınmış oldu. 31 Ağustos 1922 günü ordularımız ana kuvvetleriyle İzmir genel istikametinde hareket ederken, diğer kısımlarıyla da düşmanın Eskişehir ve kuzeyinde bulunan kuvvetlerini mağlup etmek üzere hareket ediyorlardı…. Başkumandan Muharebesi'nin neticesine kadar her gün büyük muvaffakiyetlerle gelişen taarruzumuzu resmi tebliğlerde gayet ehemmiyetsiz harekattan ibaret gösteriyorduk. Maksadımız, vaziyeti mümkün olduğu kadar cihandan gizlemekti. Çünkü, düşman ordusunu tamamen imha edeceğimizden emin idik. Bunu anlayıp, düşman ordusunu felâketten kurtarmak isteyeceklerin yeni teşebbüslerine meydan vermemeyi münasip görmüş idik. Hakikaten, bizim hareketimizi hissettikleri zaman ve taarruzumuzu müteakip müracaatlar vaki olmuştur. Mesela, taarruz etmekte bulunduğumuz sırada İcra Vekilleri Reisi olan Rauf Bey'den, mütareke hakkında İstanbul'dan bildirimde bulunulduğuna dair 4 Eylül 1 922 tarihli bir telgraf almıştım…. Afyon Karahisar - Dumlupınar Meydan Muharebesi ve ondan sonra düşman ordusunu tamamen imha veya esir eden ve kılıç artıklarını Akdeniz'e, Marmara'ya döken harekatımızı izah ve vasıflandırmak için söz söylemeyi lüzumsuz sayarım. Her safhasıyla düşünülmüş, hazırlanmış, idare edilmiş ve zaferle neticelendirilmiş olan bu harekât, Türk ordusunun, Türk subaylar ve kumanda heyetinin yüksek kudret ve kahramanlığını tarihte bir daha tespit eden muazzam bir eserdir. Bu eser, Türk Milleti’nin hürriyet ve bağımsızlık fikrinin ölümsüz abidesidir. Bu eseri vücuda getiren bir milletin evlâdı, bir ordunun başkumandanı olduğumdan, ilelebet mesut ve bahtiyarım.” [8]
Mudanya Mütarekesi:
Ordularımızın İzmir’i de düşman işgalinden kurtarması ateşkesi sağlamıştır.
Kesin Zafer üzerine Vatanımızı işgal etmiş bulunan İtilâf Devletleri Ankara Hükümeti’ne mütareke teklif etmişlerdir. Ankara Hükûmetiyle 11 Ekim 1922’de imzalan Mütareke ile Osmanlı İmparatorluğu siyaseten ve hukuken sona ermiştir.
Mudanya Mütarekesi müzakereleri sırasında teati edilen notalarla Barış görüşmeleri için Lozan’da bir Konferans toplanmasına karar verilmiştir.
Lozan Barış Konferansı ve Barış Antlaşması
Savaş alanında Millî Mücadele zafere ulaşmışsa da ve savaş fiilen sona ermişse de millî müstakil varlığımız için yapılacak daha çok ve büyük işler vardı. Çünkü Vatanımız, Balkan Savaşlarında, Birinci Dünya Harbi yıllarında, işgal döneminde, kurtuluş ve istiklâl savaşımız sırasında harap olmuştu. Kaynakları tükenmiş, çok fakirleşmişti.
Öncelikle, savaş durumunun hukuken de sona erdirilmesi gerekiyordu. Milletimiz kendi bağımsız ve egemen Devletine sahip olmalıydı. Bu Devlet uluslararası plânda tanıtılmalıydı. İç ve dış güvenlik sağlanmalıydı. Milletin yaraları sarılmalı; ülke yeniden inşa edilmeli, neredeyse durmuş vaziyetteki ekonomik hayat harekete geçirilmeliydi. Köklü inkılâpların gerçekleştirilmesine, çağdaş reformların yapılmasına, eğitim alanında hızlı hamlelere ihtiyaç vardı. Ordumuzun yeniden yapılandırılması ve donatılması da ihmal edilemezdi. Bu muazzam işlerin gerçekleştirilebilmesi için de Türkiye’nin dost dış yardımlara ve siyasî, diplomatik ve ekonomik desteğe de elbette ihtiyacı olacaktı.
Bütün bu gerçekler Türkiye’nin bölgesinde uzun yıllar barış ve güvenlik içinde yaşamasını zorunlu kılıyordu. Bunun için de dostane yaklaşımlarla barışçı ve dengeli bir dış politika izlenmesi gerekiyordu.
TBMM Hükûmeti’nin İsmet Paşa (İnönü) başkanlığında Lozan Barış Konferansı’na katılan Heyeti, Lozan Konferansı’nın “kurtlar sofrası” mahiyetindeki masasında ve bu masanın üzerine kurulduğu kaygan diplomasi zemininde 11 Kasım 1922 – 24 Temmuz 1923 tarihleri arasında cereyan eden çetin diplomatik müzakereler sonucunda, Türkiye’yi çevreleyen iç ve dış ağır şartların gerektirdiği amaç ve hedeflere uygun bir Andlaşma elde etmiştir.
Atatürk’ün emsalsiz önderliğinde kazandığımız İstiklâl Savaşımız, TBMM Hükûmeti’nin Dışişleri Bakanı İsmet Paşa’nın 24 Temmuz 1923 Salı günü Lozan Barış Konferansı’nda imzaladığı Barış Andlaşması ile taçlanmıştır.
Atatürk’ün Andlaşma’nın imza edildiği gün İsmet İnönü’ye gönderdiği tebrik mesajının Büyük Nutuk’da yer alan metni şöyledir:
“Lozan'da Delege Heyeti Reisi, Hariciye Vekili İsmet Paşa Hazretleri'ne,
Millet ve Hükümet’in Zatıâlileri’ne vermiş olduğu yeni vazifeyi muvaffakiyetle tamamladınız. Memlekete bir dizi faydalı hizmetlerden ibaret olan ömrünüzü bu defa da tarihi bir muvaffakiyetle taçlandırdınız. Uzun mücadelelerden sonra vatanımızın barış ve bağımsızlığa kavuştuğu bugünde parlak hizmetiniz dolayısıyla Zatıalinizi, muhterem arkadaşlarımız Rıza Nur ve Hasan Beyleri ve mesainizde size yardım eden bütün Delege Heyeti üyelerini teşekkürlerle tebrik ederim.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal”
Atatürk, Büyük Nutuk’unda Lozan Barış Andlaşması’nı şu ifadelerle değerlendirmiştir:
“….Bu andlaşma, Türk Milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması'yla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını ifade eder bir vesikadır. Osmanlı devrine ait tarihte, emsali görülmemiş bir siyasi zafer eseridir.”
Lozan Barış Andlaşması, Türkiye’nin, mutlak bağımsız ve egemen bir devlet ve milletlerarası camianın hukuken eşit bir üyesi olarak doğduğunu tescil eden belgedir.
TBMM’nin 29 Ekim 1923 günü “Türkiye Cumhuriyeti” olarak ilân ettiği Devletimizin “tapu senedi” mahiyetindedir.
Sonuç
Atatürk vatanını düşman işgalinden kurtarmak, Milet’ini bağımsızlığına ve egemenliğine kavuşturmak amacıyla savaşa başvurmak mecburiyetinde kalmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren hedeflerine barış içinde ve barışçı yollardan ulaşan bir tutum izlemiştir. “Yurtta sulh, cihanda sulh” düşüncesini düstur kabul etmiş ve uygulamıştır.
1932 yılında Türkiye özel davet üzerine Milletler Cemiyeti’ne üye olmuştur. 1936’da Montrö Boğazlar Sözleşmesi yapılmıştır.
Montrö Konferansı’na ev sahipliği yapan İsviçre dahil, Konferans’a katılan Devletlerin temsilcilerinin ve Konferans’ı yönetenlerin tamamı, Türkiye’nin “Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin” tadili için yaptığı teşebbüste seçtiği yolun, dünya diplomasi tarihi için, anlaşmaların kuvvet kullanılarak veya tek taraflı olarak ortadan kaldırılması veya tadil teşebbüsünde bulunulması yerine, sorunların barışçı yol ve yöntemlerle halledilmesi ilkesi bakımından tarihe geçen bir örnek olay teşkil ettiğini vurgulayan, Türkiye’yi öven ve alkışlayan konuşmalar yapmışlardır.
Atatürk 1938 yılında Hatay’ın Anavatan’a katılmasını barışçı yollardan sağlamıştır.
30 Ağustos 1922 Büyük Zaferimizin 100. Yıldönümü Milletimize Kutlu ve Mutlu olsun!”
Büyük Atatürk’ün ve silâh arkadaşlarının ruhları şad olsun!
[1] Atatürk bu sözleri 15 Mart 1923 tarihinde Adana’da çiftçilere hitaben yaptığı konuşmada dile getirmiştir. Bazı kaynaklarda bu sözdeki “cinayettir” kelimesi “cinnettir” olarak verilmektedir.
[2] İbrahim Ethem ATNUR, Mustafa Kemâl (ATATÜRK) ve Nahçıvan, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/687301 , Ayrıca bknz. Dr. Elçin NECİYEV, Azerbaycan’ın Sovyetleştirilmesi Sürecinde Karabağ Problemi https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/639705
[3] Türk Dünyası Tarih Dergisi, Nisan 1992, Altıncı Yıl, Sayı. 64, s. 5, Mustafa Kemâl Paşa: Nahçıvan Türk Kapısıdır…Dinleyip nakleden: Faruk SÜMER.
[4] MEHMET ALİ BOLAT, YENİ TÜRKİYE İÇİN KARS ANTLAŞMASI’NIN ÖNEMİ MEHMET ALİ BOLAT, https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/925953 .
[5] Türk Dış Politikası (Editör: Baskın ORAN), Cilt I: 1919-1980, İletşim Yayınları, 2001, Dönemin Bilançosu, Baskın ORAN, s. 97-109.
[6] Türk Dış Politikası, a.g.e., s. 109
[7] “TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ ORDULARI!
Afyonkarahisar - Dumlupınar büyük meydan muharebesinde zalim ve mağrur bir ordunun asıl muharebe birliklerini inanılmayacak kadar az bir zamanda imha ettiniz. Büyük ve necip milletimizin fedakârlıklarına lâyık olduğunuzu ispat ediyorsunuz. Sahibimiz olan büyük Türk Milleti, istikbalinden emin olmaya haklıdır. Muharebe meydanlarındaki maharet ve fedakârlıklarınızı, yakından müşahede ve takip ediyorum. Milletimizin hakkınızdaki takdirlerine vasıta olmak görevimi durmadan ve sürekli bir şekilde yerine getireceğim.
Başkumandanlığa tekliflerde bulunulmasını cephe Kumandanlığına emrettim. Bütün arkadaşlarımın Anadolu'da daha başka meydan muharebeleri verileceğini göz önüne alarak ilerlemesini ve herkesin fikrî güçlerini, kahramanlık ve vatanseverliğini, birbirleriyle yarışırcasına göstermeye devam eylemesini talep ederim.
Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri!”
[8] GAZİ M. KEMÂL, Nutuk, s. 513 – 514.