Em. Büyükelçi Tugay Uluçevik Em. Büyükelçi Tugay Uluçevik

Kıbrıs Türk tarafının  hedefi ve stratejisi ne olmalıdır?

10 Mayıs 2021
 Kıbrıs Türk tarafının  hedefi ve stratejisi ne olmalıdır?

21-23 Kasım 2013'de düzenlenen 3. Dünya Kıbrıs Türkleri Kongresi’ne Büyükelçi (E) Tugay ULUÇEVİK Tarafından Sunulan Tebliğ'dir. 

I. GİRİŞ

III. Dünya Kıbrıs Türkleri Kongresi’ne katılma ve bildiri sunma ayrıcalığına sahip olmanın mutluluğu ve onuru  içindeyim.

Bildirimi bu duygularla sunuyorum.

Bildiride, Vakıf tarafından belirlenmiş olan temalardan “Kıbrıs Sorunu ile ilgili yeni süreçte Kıbrıs Türk tarafının  hedefi ve stratejisi ne olmalıdır?” temasını ve bu temaya ilişkin yan konuları işleyeceğim.

Kongre’yi Düzenleyen Dünya Kıbrıs Türkleri Vakfı’na ve özellikle Vakfın Mütevelli Heyeti Üyesi ve Genel Sekreter’i Sayın Taner DERVİŞ’e teşekkür etmeyi bir borç biliyorum.

Kongre’nin, Vakfın temel amaçlarından biri olan “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni (KKTC) yaşatmak” amacına uygun somut sonuçlar vermesini gönülden diliyorum.

KKTC’ni yaşatmak yüce bir amaçtır. KKTC’nin her vatandaşı için bir görevdir. Türkiye ve Türk Ulusu için bir sorumluluktur.

Çünkü, KKTC, ayrılıkçı bir ülkünün mahsulü değildir.

Aksine, KKTC, kendisine, bırakınız 1960 Antlaşmalarıyla bahşedilen toplumsal hakları ve eşit kurucu ortaklık statüsünü, azınlık haklarını dahi çok gören; “megali idea” ülküsünden ve “enosis” hedefinden sapma göstermeyen saplantılı bir zihniyete karşı Kıbrıs Türk halkının fedakârlık, kahramanlık, inanç  ve kararlılıkla gerçekleştirdiği tarihî direnişin ürünüdür. Kıbrıs Türk halkının kendi kaderine sahip çıkma iradesinin somut tecellisidir.

Ada’da Rumlarla eşit statüde yan yana barış içinde yaşama isteğinin ifadesidir.

Bu vesileyle de, “Rumlar enosis için ölürüz diyorlarsa, biz de enosis’i önlemek için ölürüz” sözleriyle 1940’lı yıllardan itibaren Kıbrıs Türk halkının “enosis” e karşı direnişini başlatan; bu direnişi “büyük dava” olarak niteleyen; direnişin    önderliğini ve bayraktarlığını yapan; “büyük davanın” 1950’li yıllarda Türk Ulusu tarafından “millî dava” olarak benimsenmesinde baş rolü oynayan merhum Dr. Fazıl KÜÇÜK’ü; 

1948 sonbaharında Lefkoşa’da düzenlenen Kıbrıs Türk mitinginde henüz 24 yaşındayken halka hitabeden ve “Kıbrıs Girit olmasın”  diye haykıran; daha sonraları bayrağı Dr. KÜÇÜK’den  teslim alıp yükseklerde tutan; direnişin örgütlenmesinin temelini atan; “enosis gerçekleşmesin, halkım Ada’da ikinci sınıf vatandaş durumuna düşmesin, Kıbrıs anavatanımız Türkiye’ye karşı bir Yunan hançeri haline gelmesin, halkımın eşit egemen kurucu ortaklık statüsü kabul görsün” diyerek on yıllarca masa başında çetin müzakereler yapan; Rumların âdil ve kalıcı çözüm arayışlarını sürekli engellemeleri üzerine  halkının kendi kaderine sahip çıkması için meşaleyi yakan ve KKTC’nin Kurucu Cumhurbaşkanı olan merhum Rauf R. DENKTAŞ’ı rahmet, minnet, şükran ve saygıyla huzurunuzda anmayı bir borç biliyorum.

Ayrıca, “millî dava Kıbrıs” için vatanperverlik, Türk Ulusu’na ve anavatan Türkiye’ye bağlılık duyguları içinde cesaretle, fedakârlıkla, kahramanlıkla ve dirayetle mücadele etmiş olan bütün kahramanları; bu uğurda şehit ve gazi olanları saygı, sevgi, minnet, şükranla anmak istiyorum. Şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum.

Kongremiz Kıbrıs konusuyla ilgili bazı önemli tarihî olayların yarım asırlık önemli ve anlamlı yıldönümlerinin yaşandığı, bazılarının da kısa bir süre sonra yaşanacağı  bir dönemde toplanmaktadır.

Yunanistan’ın Kıbrıs’ta “enosis” i BM Genel Kurul kararıyla gerçekleştirmek maksadıyla Kıbrıs konusunu BM Genel Kurulu’nun gündemine aldırmasının üzerinden tam 59 yıl geçti.

Bu yıl, tarihin “kanlı noel” olarak kaydettiği feci olayların vukuunun, böylece, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin (KC) Rumlar tarafından yıkılışının ve Kıbrıs konusunun BM Güvenlik Konseyi’nin gündemine dahil edilişinin 50. yılıdır.

4 ay sonra BM Barış Gücü   Kıbrıs’ta 50. yılını tamamlayacaktır.

Kıbrıs sorununa çözüm bulma amacıyla BM gözetiminde Denktaş ile Klerides arasında 3 Haziran 1968 günü Beyrut’da başlatılan görüşme süreci geçtiğimiz Haziran ayında 45. yılını doldurdu.

20 Temmuz 2014’de Kıbrıs Barış Harekâtımızın 40. yılını kutlayacağız.

Ayrıca, birkaç ay sonra, uluslararası diplomasinin baş aktörleriyle beraber  Türkiye’de ve KKTC’de ANNAN Plânı’nın Kıbrıs sorununa çözüm getireceğine; böylece Kıbrıslı Türklerin de AB üyeliğinin nimetlerini elde edeceğine; her halükârda Plân’ı Türkiye’nin desteklemesinin ve Kıbrıs Türk halkının Antlaşmaya “evet” demesinin hem Kıbrıslı Türklerin üzerindeki ambargoların hafifletilmesi ve hattâ tamamen kaldırılması; hem de  Türkiye’nin AB tam üyeliği yolunda önünün açılması sonucunu doğuracağına inananların ve bu inançla kampanya yürütenlerin derin hayal kırıklığı yaşadığı ve varsayımlarının iflâs ettiğini gördükleri 24 Nisan 2004 referandumlarının 10. yılını idrak edeceğiz.

Ve nihayet, Kongremiz Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kuruluşunun önemli ve anlamlı 30. yıldönümünü kutladığımız günlerin hemen ertesinde açılmaktadır.

Bu münasebetle sevgili soydaşlarım Kıbrıs Türk halkının Cumhuriyet Bayramlarını candan kutluyorum.

Yıldönümleri, hayatımızın her veçhesiyle ilgili olarak,  geçmişte yaşadıklarımızı gözden geçirmemize, olayların muhasebesini yapmamıza ve geçmiş olaylardan aldığımız dersleri geleceği inşa plânlarımızda dikkate almak üzere  hatırlamamıza da vesile olur.

Geçen yarım asır ve daha öncesi, Kıbrıs konusunda da kuşkusuz geleceğe dönük tahmin ve değerlendirmelerimizin isabetine katkı yapabilecek derslerle, tecrübelerle doludur.

Kıbrıs’ta 1960 Antlaşmalarıyla kurulan Anayasa düzeninin Rumlar tarafından 21 Aralık 1963’de yıkılmasından sonra BM zemininde Kıbrıs sorununu için  çözüm arayışları başladı.

Geçen tam yarım asır içinde BM Genel Kurulu Kıbrıs hakkında 7, BM Güvenlik Konseyi de  129 karar kabul etti.

Güvenlik Konseyi Başkanı birçok “başkanlık bildirisi” yayınladı.

Konsey, Kıbrıs sorununun çözümü gayretlerinde Taraflara yardımcı olabilmesi için, önce arabulucu tayin etti. Sonra  BMGS’ne  “iyi niyet” görevi verdi.

Konsey’in kararıyla, Kıbrıs’ta  silâhlı çatışmaların önlenmesi, asayişin sağlanmasına yardımcı olunması, normal şartlara dönülmesine  katkıda bulunulması ve bu suretle çözüm arayışları için  sükûnet ortamının yaratılmasına ve idame ettirilmesine  katkıda bulunulması amaçlarıyla BM Güvenlik Konseyi’nin kararıyla  Ada’da BM Barış Gücü konuşlandırıldı.

Müzakere yöntemi belirlendi ve şekillendirildi. Müzakereler için  ilkeler saptandı; ortak anlayışlara varıldı. Kıbrıs’taki tarafların liderleri arasında yapılan anlaşmalarla çözümün ana parametreleri ortaya çıktı.

Kıbrıs’taki iki taraf arasında “iki toplumlu ve iki kesimli federal çözüm” hedefine yönelik olarak BMGS’nin iyi niyet görevi çerçevesinde 8 dönem müzakere yapıldı. Müzakerelerin toplam süresi on yılları buldu.  

BMGS tarafından muhtevası ciltler tutan anlaşma taslakları  ve plânları sunuldu. Raporlar yayınlandı. Kıbrıs sorununun ele alınmamış ve üzerinde müzakere cereyan etmemiş hiçbir veçhesi kalmadı.

Kıbrıs konusunun uluslararası toplumun gündeminde yer almaya başladığı 1940’lı yılların ortasından itibaren bugüne kadar Türkiye’de 10 Cumhurbaşkanı,  45 Hükûmet ve 19 Başbakan; Kıbrıs Türk Toplumunda ve KKTC’de 4 Lider, 3 Cumhurbaşkanı; Kıbrıs Rum Toplumunda ve kesiminde 7 Lider;  Yunanistan’da 40 Hükûmet ve 34 Başbakan; Amerika Birleşik Devletleri’nde 11 Başkan; İngiltere’de 19 Hükûmet  ve 13 Başbakan; Sovyetler Birliği’nde ve Rusya’da 10 Lider; Fransa’da 10 Başkan; Almanya’dan 8 Şansölye;  nihayet Birleşmiş Milletler’de 8 Genel Sekreter görev yaptı ve konuyla meşgul oldular.

Yine de Kıbrıs sorunu siyasî bir çözüme ulaşamadı.   

1968’de başlamış olan çözüm arayışlarında BMGS tarafından başlatılan bütün çözüm girişimlerini  her defasında Kıbrıs Rum tarafı baltaladı; sonuçsuz bıraktı. Yunanistan müzakerelerde sonuca gidilmesi için hiçbir zaman yapıcı ve yardımcı bir tutum göstermedi.

Bu neden böyle oldu?

II. KIBRIS SORUNUNDAKİ ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜN BAŞLICA SEBEPLERİ

1. “Megali idea” ve “enosis”

Bu soruya kısaca bir cevap vermeğe çalışırsak, hem Kıbrıs sorununun ortaya çıkmasının, hem Kıbrıs sorunundaki çözümsüzlüğün birinci temel sebebinin Elen ulusunun Kıbrıs ile ilgili “enosis” hayali ve bu hayalin sonucu olan saplantılı ve ön yargılı politikalar, tutum ve davranışlar olduğunu söyleyebiliriz.

İstanbul’un Türkler tarafından fethi ve böylece Bizans Devleti’nin ortadan kalkışı Helenlerde “megali idea”nın, yani kendilerine ait olduğunu iddia ettikleri  toprakları Osmanlı Devleti’nden kurtarmayı öngören “büyük ülkülerin” doğmasına sebep oldu. Çok hedefli “megali idea” çerçevesinde Girit’in ve Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması hedefleri de yer aldı. 1829 yılında bağımsız bir Devlet olarak ortaya çıkınca, “megali idea”, Yunanistan için,  Helen Milletine mahsus bir hayalcilikle ve maceracı bir karakterle beslenen millî bir dış siyaset ideolojisi halini aldı.

Girit’in Yunanistan’a bağlanmasından sonra, Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan “enosis” kelimesiyle ifade ettikleri Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması hedefine yöneldiler.

Böylece, Kıbrıs sorunu, Kıbrıslı Rumların ve Yunanistan’ın  “megali idea”nın, Kıbrıs adasıyla ilgili boyutu olan “enosis” hedefine  ulaşmak için  uyguladıkları politikaların ve yaptıkları girişimlerin sonucunda ortaya çıktı.

Enosis” emeli bütün Elen ulusunca benimsendi. Hem Yunanistan’da, hem Kıbrıs Rum Toplumunda bütün siyasî partiler tarafından Kıbrıs sorununun nihai çözüm hedefi olarak  kabul edildi. Kıbrıs Rum AKEL Partisi Mart 1966’da, Kıbrıs Rum Temsilciler Meclisi de Haziran 1967’de “enosis’e destek” beyan eden ve siyasî bağlayıcılığı olan kararlar aldılar. Bu kararlar günümüze kadar geçerliklerini korumaktadırlar.

Kaynaklar, Rumların ve Yunanistan’ın Kıbrıs ile ilgili “enosis” emellerinin ilk tezahürlerinin Kıbrıs adasının idaresinin 1878’de Osmanlı Devleti tarafından  belirli şartlar ve kayıtlarla İngiltere’ye verilmesinden sonra ortaya çıktığını göstermektedir.  Ada’nın 1914’de İngiltere tarafından ilhak edilmesinden sonra ise bu tezahürler, somut siyasî teşebbüsler şeklini almağa başladı. Kıbrıs’ın 1923’de İngiltere’nin egemenliği altına girmesiyle birlikte de Rumlar “enosis” isteklerinin daha yüksek perdeden dile getirir oldular.

Gerçekten de, 1914 yılının Temmuz ayında patlak veren Birinci Dünya Savaşı’na Osmanlı Devleti’nin Almanya’nın safında katılması üzerine, İngiltere (ve ayrıca Rusya ve Fransa) 1915 Kasım ayının ilk günlerinde Osmanlı Devleti’ne savaş ilân etti.  Böylece, İngiltere egemen olduğu Kıbrıs’taki Türkleri “düşman tebaa” olarak görmeğe başladı.  Kıbrıslı Türklerin önderlerini etkisiz hale getirecek tedbirleri almaktan geri kalmadı.[1]

O dönemde İngiltere’de Herberth Asquith başkanlığındaki koalisyon hükûmeti iş başında bulunuyordu. Başbakan Asquith, 1915 Nisan’ında Yunanistan’ı Müttefik Devletler safında harbe girmeğe ikna edebilmek için, Kıbrıs’ın Yunanistan’a devredilmesi teklifini yaptı.  Ancak, Yunanistan Almanya’ya karşı harbe girmeyi hemen göze alamadı. Yunanistan 1917 ortasında savaşa katıldı ve galip devletler arasında yer almayı başardı. Bu da Yunanistan’a ve Kıbrıslı Rumlara “enosis” davasında zemin kazandırdı. Müttefikler, bir Kıbrıs Rum heyetinin 1919 Ocak ayındaki Barış Konferansı için Paris’e gelip Konferans çevreleriyle temaslarda bulunmasına imkân sağladı.[2]

Ada’nın Rum unsurları 1931 yılında Kıbrıs’ta o zaman hüküm süren İngiliz Yönetimi’ne karşı silâhlı ayaklanma teşebbüsünde bulundular. Böylece  “enosis” hareketini fiilen başlatmış oldular.  İsyancılar İngiliz Vali’nin ikametgâhını ateşe verdiler. Bu hareket o zaman İngilizler tarafından bastırıldı.  İngiliz Yönetimi’nin aldığı sert tedbirlerden adadaki Türk unsuru da zarar gördü.

"Oniki Ada" olarak isimlendirilen Ege′deki adalar grubunun İtalya tarafından 1947 Paris Antlaşmasıyla eski sahibi Türkiye′ye değil Yunanistan′a verilmesinden sonra, Yunanistan, bu defa  "self-determination" ilkesinin uygulanması yoluyla Kıbrıs adasını ülkesine katmak için 1954 yılında BM′de teşebbüslere başladı. 24 Eylül 1954 tarihinde Kıbrıs konusunu BM Genel Kurulu’nun IX. dönem toplantılarının gündemine dâhil ettirdi. Böylece Kıbrıs konusu 1954 yılında uluslararası bir sorun haline geldi.

ENOSIS’i gerçekleştirme teşebbüsleri 1954 - 1974 döneminde yoğun biçimde yaşandı.

İkinci Dünya Savaşının sona ermesinden sonra kuvvet kazanan “halkların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmeleri” (self-determination) ilkesine dayalı hareketler, Yunanistan’ın ve Kıbrıslı Rumların “enosis” teşebbüsleri için uygun bir kılıf hazırladı. Bir taraftan İngilizlere ve Kıbrıslı Türklere karşı şiddet hareketlerine başvurdular,  diğer taraftan “self-determination” haklarını kullanıyor görüntüsü vermeye gayret ettiler.

1950 yılında Ada’daki Ortodoks kilisesi sözde bir “plebisit” düzenledi. Bu “plebisite” Türkler katılmamış olmasına rağmen, sonuç “ada halkının yüzde 96’sı enosis istiyor” şeklinde açıklandı.

1950’de, asıl adı Mihail Hristodolu Muskos olan bir din adamı  Makarios III adıyla Ada’da Başpiskopos oldu. 18 Ekim 1950’de yapılan yemin töreninde and içerken “ölümümden önce enosis’i gerçekleştireceğim” sözlerini dile getirdi.  

Makarios, Yunan Hükûmeti’nin de desteğiyle, 1953 yılında EOKA kısaltılmış adıyla bilinen  “Kıbrıslı Savaşçılar Millî Örgütü’nü” kurdu. Bu terör örgütünün başına Yunan Generali Grivas getirildi. 1 Nisan 1955 tarihinde mücadelenin başladığı ilân edildi. Amacın İngiltere’den bağımsızlık elde etmek olduğu açıklandı.  Aslında güdülen hedef “enosis” idi.

EOKA unsurları sadece İngilizlere değil, Kıbrıslı Türklere de saldırdılar.  1955 – 58 döneminde Kıbrıslı soydaşlarımız 33 karma köyü terk etmek zorunda kaldı. İngiliz Yönetimi o dönemde  Rum şiddet hareketlerini zor da olsa bastırmayı başarabildi.

Yunanistan “enosis” amaçlı teşebbüslerini BM Genel Kurulu’nda 1958 yılına kadar sürdürdü. Bütün çabalarına rağmen BM Genel Kurulu’ndan kapıyı “enosis’e” açacak bir karar çıkartamadı. Bunda, İngiltere baş rolü oynadı. İngiltere ve ABD, Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasının o dönemde komünizmim Doğu Akdeniz’de de yayılması tehlikesi karşısında İngiltere’nin ve ABD’nin ve bütün olarak NATO alanının stratejik çıkarlarının zarar görmesini önleme düşüncesi ve refleksi ile hareket etti.

Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan “enosis” hedefine o günlerin şartlarında şiddet yoluyla ulaşamayacaklarını  anladılar veya anlamış göründüler.  Çünkü yaptıkları teşebbüsler İngiltere’nin sert tepkisiyle karşılaştı. İngilizler Makarios’u 1956’da  tutuklayarak Seyşeller’e sürgüne gönderdiler.

Ayrıca, Kıbrıslı Türkler de “enosis” e karşı direnme cesaretini ve azmini gösterdi. Kıbrıslı Rumların ve Yunanistan’ın  “enosis” hedefine yönelik ortak teşebbüsleri Kıbrıs konusunun Türk ulusu tarafından “millî dava” heyecanıyla benimsenmesine de sebep oldu. Bu yolda önderliği, Dr. Fazıl KÜÇÜK’ün ve dava arkadaşlarının Türkiye’de resmî makamlar,  halk  ve basın nezdinde gerçekleştirdikleri girişimler sonucunda Türk gençliği ve basın yaptı. 

Türkiye tek bir ses ve nefes halinde soydaşlarımızı destekledi. Aralarında mensubu olduğum kuşağın da bulunduğu Türk gençliği heyecanlı mitingler düzenleyerek “Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacaktır”, “ya taksim, ya ölüm”  gibi sloganlar attılar.

Türkiye’nin Kıbrıs’ın bir Yunan adası haline getirilmesine müsaade etmeyeceğini kararlılıkla ortaya koyması ve o yılların dünya şartları içinde İngiltere’nin ve ABD’nin de “enosis” karşı çıkması üzerine Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlar, 1959’da Türkiye ile Yunanistan’ın Zürih’te uzlaşması ve bu uzlaşıya İngiltere’nin Londra Konferansında katılmasıyla ortaya çıkan mutabakatlara dayalı olarak 1960 Lefkoşa Antlaşmasıyla kurulan KC’ne razı olmak zorunda kaldılar.

Ancak, 1960 Antlaşmalarında Kıbrıs’ın “taksiminin”  yanında “bir başka devlet ile birleşmesinin” yani “enosis” in de yasaklanmasından ve Yunanistan ile beraber de olsa, Türkiye’ye askerî müdahaleyi de içerecek şekilde “garantörlük” statüsünün verilmesinden ve Ada’da bir askerî birlik konuşlandırma imkânının tanınmasından  ciddi rahatsızlık duydular. Yine de “enosis” ülküsünden vazgeçmediler.

Ada’da kurulan 1960 düzenini “enosis” hedefine götürecek bir vasıta olarak görüp kabullendiklerini; 1960 Antlaşmalarından kurtulmak için fırsat kollayacaklarını çok geçmeden belli ettiler.

MAKARIOS, Cumhurbaşkanlığı için adaylığını  13 Aralık 1959’da açıklarken “…8 asırdan bu yana ilk defa olarak Ada’nın yönetimi Rumların eline geçmektedir…” dedi.[3]

New York Herald Tribune gazetesinin 27 Eylül 1960 günkü nüshasında MAKARIOS’un “ENOSIS davası ölmemiştir. ENOSIS’in unutulduğunu söyleyemem” şeklindeki sözleri yayınlandı.

“KC” Cumhurbaşkanı” MAKARIOS, 5 Ocak 1962 tarihinde yaptığı konuşmada da “Halkın asil mücadelesi asla sona ermeyecektir …..Zürih ve Londra Antlaşmaları mücadelemizin akışı içinde bir dönüm noktasıdır. Bu Antlaşmalar, aynı zamanda, gelecekteki mücadelemiz için bir başlangıç noktası ve kale burcu oluşturmaktadır…” sözlerini dile getirmekte bir beis görmedi.[4]

MAKARIOS’un “Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesi (ENOSIS) bütün Kıbrıslı Rumların kalplerinde besledikleri bir emeldir. Bir Cumhuriyet kurmakla bu emelden vazgeçmek mümkün değildir[5] şeklindeki beyanı The Times’da çıktı.

Kıbrıs sorununa ilişkin Zürih mutabakatını 11 Şubat 1959’da Türkiye ile beraber ortaya çıkarmış bulunan Yunanistan’ın da aslında 1960 Antlaşmalarını içine sindirmemiş ve “enosis” emelinden vazgeçmemiş olduğunu Yunanistan’ın eski Başbakanlarından  Andreas PAPANDREOUNamlunun Ucundaki Demokrasi” isimli hatırat kitabında açıklıkla  anlatmıştır.[6]

Bu beyanların da ortaya koyduğu saplantılı zihniyetle  Kıbrıs Rum liderliği Kıbrıs’taki Türk varlığını şiddet kullanarak tasfiye etme maksadıyla AKRİTAS kod adlı bir plân hazırladı. Bu plânı 21 Aralık 1963 günü uygulamağa başladı. Plânın uygulanmasına Yunanistan siyasî, askerî her türlü desteği verdi.[7] Böylece “KC” nin anayasa düzeni kuruluşundan sadece 3 yıl 4 ay ve 5 gün sonra yıkıldı.

Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan askerî kuvvet kullanarak oldubitti şeklinde “enosis” i gerçekleştirmek için 15 – 16 Kasım 1967’de ve 15 Temmuz 1974’de teşebbüslerde bulundular. Türkiye’nin kesin kararlı tutumları ve sonuç alıcı politikaları neticesinde emellerine ulaşamadılar. Türkiye’nin 20 Temmuz 1974 tarihinde yıldırım hızıyla gerçekleştirdiği “Kıbrıs Barış Harekâtı” sonucunda Ada’da homojen nüfuslu iki kesimin ortaya çıkmasına ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Devletinin (KKTC) doğmasına  sebep oldular.

Enosis” ihtirasları yüzünden siyasî ve askerî hezimete  uğrayan  Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan, yine de “enosis” emelinden ve hülyasından vazgeçmediler.

Bununla beraber, “enosis” ülkülerini Kıbrıs Türk Halkı′nın olağanüstü fedakârlıkları ve direnci ve Türkiye′nin kararlı duruş ve tutumu  karşısında "şiddet" yoluyla gerçekleştiremeyeceklerini idrak etmeğe başladılar. "Enosis" hedefine, bu defa, Türkiye′nin AB′ne tam üye olma projesini ve Kıbrıs Türk Halkı′nın AB′ne katılma isteğini istismar suretiyle AB potasında ulaşma stratejisini 1993’den itibaren Yunanistan′la işbirliği halinde uygulamaya koyuldular.

Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan, “Enosis”i bütün sonuçlarıyla AB potasında gerçekleştirme hedeflerine ulaşıncaya kadar da 1974 Temmuzundan sonra ilân ettikleri “uzun vadeli mücadele” stratejini uygulamaya devam edip Kıbrıs konusunda “çözümsüzlük” politikası sürdürmeğe kararlı görünmektedirler.

Rum-Yunan ortaklığının stratejisine göre “ENOSIS”in  AB potasında tam anlamıyla gerçekleşebilmesi için Türkiye’nin AB dışında kalması gerekmektedir. 24 Nisan 2004 referandumlarında aslında içerik olarak kendi lehlerine olan ANNAN Plânı’nı reddetmiş olmalarının sebebi budur. Şayet 2004’de  çözüm olsaydı, Kıbrıslı Rumlarla Kıbrıslı Türkler beraberce AB’ne katılmış, fakat, sorun çözüldüğü için de Rum-Yunan ortaklığı Türkiye’nin AB üyeliğinin uzun vadede de olsa gerçekleşmesini önleme gayretlerinde önemli ölçüde zemin kaybına uğramış olacaktı. Hattâ, Annan Plânı’na göre “Kıbrıs” Türkiye’nin AB üyeliğini destekleme yükümlülüğü altına girecekti. Türkiye de AB’ne üye olduğu takdirde Rum-Yunan Ortaklığının AB potasında “ENOSIS” hülyası boşa çıkacaktı. Çünkü, AB üyesi olarak Türkiye Kıbrıs bakımından Yunanistan’la aynı konuma gelecek ve aynı statüyü elde edecekti.

Yunanistan eski Başbakanı Kostas Simitis’in 16 Nisan 2003 tarihinde AB’nin “Kıbrıs” dahil 10 yeni üyesinin Katılım Anlaşmasını imzalamalarından sonra AB Komisyonu’nun dönem başkanı olarak Kıbrıs Rum kesimini ziyaret ettiği zaman 19 Nisan 2003 günü karşılama töreninde “enosis’i başardık” sözünü, sonradan dil sürçmesi olarak tevil edilmeğe çalışılmışsa da, telâffuz edebilmiş olması aslında bir gerçeği ortaya koymaktadır.

Çünkü, “Kıbrıs’ın” AB üyesi olmasıyla Rum – Yunan ortaklığı “enosis” ülküsünün AB potasında tam olarak gerçekleşmesi noktasına aslında çok yaklaşmıştır. Önlerinde iki aşamalık bir mesafe  kalmıştır.

Bu aşamalardan birincisi, üzerinde KKTC’nin var olduğu Ada’nın kuzeyinin de Türkiye AB’ne tam üye olmadan “KC” ne yamanarak AB’ne katılmasını sağlayacak ortamın yaratılmasıdır.  Böyle bir ortamın yaratılabilmesi için de Rum-Yunan ortaklığı Kıbrıs sorunundaki çözümsüzlüğü ve KKTC üzerindeki ambargoları sürdürmek suretiyle Kıbrıs Türk halkını bezdirme, yıldırma ve “millî davadaki” dirençlerini kırma siyaseti gütmektedir.

İkinci ve nihai aşama, AB kartının ustalıkla oynanması suretiyle Türkiye’nin AB tam üyeliği hedefinin gerçekleşmesinin önlenmesidir.

İşte bu niyetle ve zihniyetledir ki, Papadopulos 24 Nisan 2004 referandumlarından önce 7 Nisan 2004 günü TV’de yaptığı konuşmada “AB’ne katılmak suretiyle siyasî ağırlığının tam daha da arttığı bir zamanda uluslararası plânda tanınmış Devletimizden vazgeçemeyiz” sözlerini dile getirdi.  Rum toplumuna ANNAN Plânı’nı “ses getiren bir hayır oyu ile  reddetmeleri” çağrısında bulundu.[8]

Yunanistan’ın ANNAN Plânı’nın sunulduğu dönemdeki Başbakanı Kostas Simitis 2005’de yayınlanan hatıratında “….içimizde Kıbrıs Türklerinin bir manevra yaparak Annan Planı’nı kabul etmeleri korkusu vardı. O takdirde Kıbrıs Rum tarafı da zor durumda kalmamak için plânı artık kabul etmek zorunda kalacaktı….[9] demektedir. Kıbrıslı Rumların ve Yunanistan’ın Kıbrıs sorununa çözüm bulunmasından ne denli korktuklarını bu kadar açık biçimde gösteren; onların gerçek niyet ve zihniyetlerine ışık tutan bir başka belgeye ihtiyaç var mıdır?

2. Kıbrıslı Rumların ve Yunanistan’ın Kıbrıs’ın “Helen” Adası Olduğu Yanılgısı Ve Saplantısı 

Kıbrıs sorunundaki çözümsüzlüğün ikinci temel sebebi, Kıbrıslı Rumların ve Yunanistan’ın Kıbrıs’ın esas itibariyle bir “Helen” adası olduğu yanılgısından ve saplantısından kendilerini kurtaramamış olmalarıdır. 

Bu yüzden de Kıbrıslı Türklerle  toplumsal haklar ve ortak kurucu olarak statü eşitliği temelinde 1960 KC’nin çatısı altında yaşamayı  içlerine sindiremediler.

Londra’da 1959 yılında imzaladıkları  belgelerin fonksiyonel bir federal anayasal yapı ortaya çıkardığı gerçeğini kabullenemediler. 1960 KC’nin “üniter” (unitary) bir Devlet olduğu mesnetsiz iddiasını ileri sürdüler.

Kıbrıslı Türklere tanınan toplumsal hakları kaldırmak için Devletin anayasasını tadil girişimlerinde bulundular.

Bu gerçeği, Glafkos KLERİDES, hatıratında şu sözlerle teyit etmektedir: “…..Makarios Kıbrıslı Türklere Londra ve Zürih Antlaşmalarıyla verilmiş olan hakları aşama aşama ortadan kaldırmak ve onları azınlık statüsüne indirmek için, zamansız olarak Anayasa’nın bazı hükümlerinin işlemez olduğu bahanesini öne sürmüş ve Anayasa’nın tadilini gerektirmeyecek pratik çözüm şekillerini reddetmiştir.[10]

Makarios ve bakanları, Kıbrıs Türk halkı haklarına ve statülerine sahip çıkıp direnince de AKRİTAS plânını uygulamaya başladılar ve silâha başvurdular.  Kıbrıs Türklerinin Rumların egemen olduğu bir Devlet içinde korunmuş azınlık statüsüne indirgenmesi gerektiğine inanmayı sürdürdüler.

Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan kendilerinin sebep oldukları 1974’deki olaylar sonucunda Ada’da ortaya çıkan iki kesimli ve iki devletli siyasî coğrafyayı da kabullenemediler.

1968 – 1974 arasındaki çözüm arayışlarında Kıbrıs Türk toplumunun KC’nin çatısı altında talep ettiği “mahallî muhtariyet” (yerel özerklik) statüsünü fazla bularak reddeden Kıbrıslı Rumlar için, 1974’den sonra gündeme gelen iki kesimli, iki federe devletli veya eyaletli federal yapıyı benimsemek elbette imkânsız oldu.

Bu sebeple de 9 Ağustos 1980’de Kıbrıs sorununun “anayasa veçhesinin iki toplumlu, toprak veçhesinin iki kesimli” çözüme kavuşturulması yolunda iki taraf arasında mutabakat oluştuğuna dair Lefkoşa’da BMGS adına yapılan açıklamayı Rauf Denktaş hemen kabul ederken, Kyprianou aynı günün akşamı “iki kesimliliği” kabul etmesinin mümkün olamayacağını beyan etti.

 “İki kesimli federasyon” temelinde 1980 Eylül ayında başlayan müzakerelerde Kıbrıs Türk Tarafı, “toprak” ve “anayasa” konuları dahil gündemdeki her konuda somut öneriler yaptı.

1974’den sonra Rum liderliği her fırsatta “şayet Türk Tarafı toprak konusundaki pozisyonu harita üzerinde somut biçimde ortaya koyarsa anlamlı görüşmeler hemen başlar” şeklinde beyanlarda bulunmuştu. Müzakerelerde Kıbrıs Türk Tarafı pozisyonunu gösteren bir haritayı Rum Tarafı’na verdi.  Bu gelişme üzerine   müzakere masasında köşeye sıkışan Rum Tarafı Kıbrıs sorununun “enternasyonalizasyonu” yönündeki girişimlerine hız kazandırdı.

BMGS’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Hugo GOBI 18 Kasım 1981 tarihinde, “Değerlendirme Belgesi” (Evaluation Document) olarak adlandırılan belgeyi Taraflara verdi. Türk tarafının hemen kabul etmesine karşılık,  Rumlar reddetti. Bu Belgede iki kesimli federasyonun toprak veçhesinin yüzde 30 / 70 nispetine göre halledilmesi öngörülüyordu.

O dönemde Yunanistan’a seçim atmosferi hakimdi. PASOK Lideri Andreas PAPANDREOUDeğerlendirme Belgesi’ni” “emperyalist plânı” olarak nitelendiren konuşmalar yapıyordu. KYPRIANOU’dan “Yunanistan’da iktidar değişikliğinin muhakkak göründüğü bir devrede kendisini sakat çözümlere bağlamamasını” istedi.

Andreas PAPANDREOU Ekim 1981’de Başbakan oldu ve Kıbrıs sorununun “enternasyonalizasyonu”  için çağrı yaptı.

Şubat 1982’de GKRY’ni ziyaret etti. Buradaki konuşmasında “Kıbrıs’ın Helenizmin bir parçası” olduğunu söyledi ve BM Güvenlik Konseyi’nin daimî üyeleri dahil, Kıbrıs sorunu ile ilgili bütün tarafların katılacağı bir “uluslararası konferans” toplanması teklifinde bulundu.

Papandreou’nun olumsuz müdahalelerinin ve kışkırtmalarının da etkisiyle Kyprianou müzakere sürecini yavaşlatma ve durdurma gayreti içinde oldu. 1982 Eylül ayında görüşmelerin, Rum tarafında Şubat 1983’de yapılacak Başkanlık seçimlerinin ertesine kadar durdurulmasını istedi.

13 Şubat 1983 tarihinde GKRY’de yapılan başkanlık seçimini yeniden KYPRIANOU kazandı. Bu seçimde AKEL KYPRIANOU’yu destekledi. KYPRIANOU, seçim zaferinden hemen sonra PAPANDREOU ve AKEL ile birlikte bir “enternasyonalizasyon” plânını uygulamaya koydu.

Rumlar, önce Mart ayının ilk yarısında Yeni Delhi’de yapılan Bağlantısızlar Zirve Konferansı’nda amaçlarına uygun kuvvetli bir karar elde ettiler. 

Daha sonra da, AKEL’in desteğiyle Mayıs 1983’de BM Genel Kurulu’na  (resumed session) başvurdular.

BM Genel Kurulu, geleneksel olarak Rumlara arka çıkan bağlantısız ülkelerin oy çokluğuyla, Kıbrıs’taki iki Lider arasında daha önce çözüm için varılan ilke mutabakatlarıyla bağdaşmayan unsurlardan oluşan  bir kararı 13 Mayıs 1983 tarihinde kabul etti (13 Mayıs 1983 tarihli ve 37/253 sayılı karar).

Bu karar, o dönemde, Rumların müzakere yoluyla çözüme ulaşılmasından kaçan tutumlarında bardağı taşıran son damla oldu.

BM Genel Kurulu’nun kararına Kıbrıs Türk Federe Devleti (KTFD) ve halkı büyük tepki gösterdi.

KTFD Başkanı Rauf DENKTAŞ BM Genel Kurul toplantısı için geldiği New York’tan Lefkoşa’ya dönerken Londra’ya uğradı. Orada “Rumların görüşmeleri keserek BM Genel Kurulu’na başvurmaları ve kabul edilen tek yanlı karar, Kıbrıs Türk halkının kendi kaderini tayin edecek adımları atmasının artık zamanının geldiğini göstermektedir” mealinde beyanda bulundu.

DENKTAŞ Lefkoşa’ya dönüşünde Ercan Havaalanında halk tarafından coşkuyla karşılandı.

KTFD Yasama Meclisi 17 Haziran 1983 günü tarihî bir karar aldı ve Kıbrıs Türk Halkının “hiçbir şekilde geri alınamaz kendi kaderini kendisinin tayin etme hakkına sahip olduğunu” açıkladı.

BM Genel Kurulu’nun 38. Dönem çalışmalarının açılış toplantılarına katılan Türkiye Dışişleri Bakanı İlter TÜRKMEN 4 Ekim 1983 günü Genel Kurul’da yaptığı konuşmada “Kıbrıslı Türklerin self-determination haklarının bulunduğunu” vurguladı.[11]

Kısaca özetlemeğe çalıştığım bu tarihî gelişmeler üzerine Rauf DENKTAŞ’ın Liderliğindeki Kıbrıs Türk Halkı, kendi kaderlerine sahip çıkmak için 15 Kasım 1983 Salı günü Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni (KKTC) bağımsız ve egemen bir Devlet olarak ilân etti.

Türkiye KKTC’ni ilân edildiği gün tanıdı ve diplomatik ilişki kurdu.

Türkiye’de yayınlanan gazeteler bu tarihî olayın haberini “Millî Kıbrıs Davası” anlayışı içinde coşkuyla verdi ve Türk Milleti’nin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün kurumlarının KKTC’ne olan desteğini manşette yansıttılar.

Kıbrıs Türk Halkı’nın Bağımsızlık Demeci’nin 22. Maddesinde “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilânı, iki eşit halkın ve onların kurdukları yönetimlerin, gerçek bir federasyon çatısı altında yeniden bir ortaklık kurmalarını engellemez” ifadesine yer verilerek kapı “iki kesimli federal çözüm” şekli için açık bırakıldı.

Bağımsızlık Demeci’nde seçilerek kullanıldığı kuşkusuz olan “gerçek federasyon” (genuine federation) kavramının üzerinde durmak lâzımdır.

Gerçek federasyon”, ANNAN Plânı’nda Kıbrıs için öngörülmüş olan anayasa düzeni değildir.

2008 yılında TALÂTHRİSTOFYAS arasında mutabık kalınmış olduğu üzere, BM kararlarında tarif edilen “siyasî eşitlik” kavramı esas alınarak  sözde KC’nin anayasasının tadili suretiyle ortaya çıkarılması hedeflenen federal yapı da değildir.

Gerçek federasyon”, Kıbrıs’taki iki bağımsız ve egemen Devlet’in, müzakere sürecine  eşit statüde katıldıkları, kurulmasına egemen iradeleriyle karar verdikleri ve içinde “eşit egemen” federe devletler olarak var oldukları; egemen yetkilerinin, üzerinde mutabık kaldıkları bir bölümünü, federal Hükûmete devrettikleri yeni bir  ortak yapıdır; yeni bir ortaklık devletidir.[12]

Rumlar, Kıbrıslı Türklere azınlık haklarından daha fazla  bir hak ve statü verilmesini kabul edemeyen bir zihniyetle federal çözüm yolundaki girişimleri engelleyen  tutumlarına tepki olarak ortaya çıkan KKTC olgusunun dünyaya verdiği anlamlı mesajı doğru biçimde okuyamadılar. 

Daha sonra BM tarafından sürdürülen çözüm arama gayretleri çerçevesinde de Kıbrıs Rum tarafı 1985, 1986 ve 1992’de  BMGS’nin ortaya koyduğu çözüm şekline ilişkin çerçeveyi  ve Fikirler Dizisi’ni reddettiler.

2004’de referanduma kadar giden antlaşma taslağını da yüzde 75 oyla reddetmekten başka çare bulamadılar.

2008-2012  döneminde Talât ile Hristofyas arasında çözüm için “fırsat penceresi” sloganıyla ve 2008 sonuna kadar çözüme ulaşma vaadiyle başlayan görüşmelerden de sonuç alınamadı.

Zikrettiğimiz çözüm teşebbüslerinde ortaya konulan çözüm çerçeveleri veya anlaşma belgelerinde, Rum-Yunan tarafının görüşlerini ve taleplerini karşılayacak şekilde Türk askerinin Ada’dan çekilmesi öngörüldü; iki kesimliliğin fazla uzak olmayan bir zamanda aşınarak yok olmasına yol açacak hükümlere yer verildi;  Ada’da yer değiştirmiş kişilerin eski yerlerine dönmeleri ve eski mülklerine sahip olmaları belirli kriterlere göre mümkün mümkün kılındı; yeniden birleşmenin “KC’nin” temelinde ve çatısı altında bir anayasa değişikliği ile gerçekleşmesini sağlayacak bir düzenleme yer aldı; “tek egemenlik, tek uluslararası kişilik, tek vatandaşlık” ilkeleri  zikredildi. Bu belgeler KKTC’nin varlığının sona erdirilmesi sonucunu doğuran düzenlemeler öngördü. Bununla beraber, belgelerde, Kıbrıslı Türklere azınlık hakları değil toplum statüsü verilmiş; Türklerin federal anayasanın çizdiği çerçevede toplum olarak kendilerini yönetme hakkı olduğu kabul edilmiş; ittifak ve garanti antlaşmalarının yeni düzenlemeye uydurularak devamları sağlanmış ve 1992’de BMGS’nin ortaya koyduğu Fikirler Dizisi’ndeki gibi, federal yapıda “egemenliğin iki toplumdan kaynaklandığı” da tasrih edilmiş olduğu için  Kıbrıslı Rumlar tarafından reddedildiler.

Rum – Yunan Ortaklığının, Türkiye’nin Kıbrıs’la olan hukukî bağını tamamen ortadan kaldırmayan; ve ENOSIS hedefine Türkiye’nin etkisinden kurtulmuş olarak ulaşmalarını sağlamayan veya kapıyı tamamen açmayan çözüm şekillerini kabul etmeyeceğini ANNAN Plânı’nın 2004’de uğradığı akıbet açıkça gösterdi.

Rumların ve Yunanistan’ın çözüm çerçevesinde elde etmek istedikleri sonuçlardan birinin de 1923’de Lozan Antlaşmasıyla Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs ile ilgili olarak ihdas edilmiş ve 1960 Antlaşmalarıyla da pekiştirilmiş olan “denge” (dış dengeyi) ile Ada’da Türkler ve  Rumlar arasında 1960 Antlaşmalarıyla sağlanmış olan “dengeyi” (iç denge) kendi lehlerine çevirmek olduğunu söylemeğe lüzum yoktur.

3. Birleşmiş Milletler’in (BM) Tutumu

Kıbrıs sorunundaki 50 yıllık çözümsüzlüğün temel sebepleri arasında Uluslararası siyasetin ve diplomasinin belli başlı aktörlerinin ve uluslararası toplumun ortak siyasî iradesinin tecelli ettiği forum olarak kabul edilen BM’in tutumunu da özellikle zikretmek gerekir.

Çözüm arayışlarını kolaylaştırmak için Ada’da sükûnet ortamının yaratılmasına ve  idame ettirilmesine yardımcı olma ve müzakere sürecini yönetip yönlendirme görev ve sorumluluğunu üstlenmiş olan BM Güvenlik Konseyi ve özellikle Konsey’in 5 Daimî üyesi, Kıbrıs sorununun ortaya çıkışının sebepleri ve sorunun mahiyeti hakkında bugüne kadar doğru bir teşhiste bulunamadılar. Hattâ bunu yapmaktan kaçındılar. 

Kıbrıs sorununun doğrudan taraflarının çatışan tezleri karşısında gerçeklerden yana tavır takınmaları, bunu yapamadıkları takdirde hiç olmazsa tarafsız ve objektif bir tutum içine girmeleri gerekirken, Rum-Yunan ortaklığının iddialarına arka çıkan bir pozisyon benimsediler. Unsurlarını esas itibariyle Rum – Yunan iddialarının oluşturduğu sanal bir çerçevede soruna çözüm arama gayretinde bulundular. Kıbrıs sorununa âdeta Rumlardan yana taraf oldular.

Uluslararası toplumun belli başlı aktörleri, geçen 50 yıl içinde, kendileriyle ilgili sebep ve saiklerle - örneğin ABD Yönetimi ve Kongresi  ülkesindeki Rum ve Ermeni lobilerine şirin görünme kaygısıyla - Kıbrıs sorununa ilişkin diplomaside, bu vakte kadar, ağırlıklarını, Rum tarafını çözüme zorlamak, Rum Tarafı’nı çözüme ihtiyaç duyar hale  getirmek ve bu suretle Ada'daki gerçeklere uygun bir çözüm sağlamak için değil, Türk tarafına baskı yaparak "KC'nin" temelinde bir çözüme varmak için kullandılar.

Zaman geldi, Kıbrıs’ta kendi çıkarlarına uygun düşen  bir çözümü yine kendi takvimlerine  uyan bir zaman dilimi içinde elde edebilmek emeliyle  Ada’daki tarafların içişlerine müdahalelerde bulunmaktan  çekinmediler. ANNAN Plânı döneminde bu yaşandı. Örneğin,  ABD, İngiltere ve AB, KKTC halkını ANNAN Plânı lehinde etkilemek için KKTC’nin içişlerine müdahale teşkil eden davranışlarda bulundular.   ABD Kongresi için hazırlanmış bulunan ve internette yer alan 27 Haziran 2006 tarihli bir raporda[13] ABD’nin “Kıbrıs Özel Koordinatörü Thomas Weston’ın, çözüm şanslarını arttırmak için (KKTC’deki ) Aralık 2003 seçimlerinden önce Kıbrıs Türk siyasî muhalefetine açık biçimde yardım ettiği” yazılıdır.

Güvenlik Konseyi de, Kıbrıs sorunu için çözüm ararken,  Ada’da iki ayrı halkın, bunların ayrı yönetimlerinin ve devletlerinin iki ayrı coğrafî kesimde yan yana  var oldukları; bu sayede  Ada’da 1974’de oluşan status quo içinde  sükûnetin hüküm sürdüğü gerçeğinden hareket etme basiretini ve tarafsızlığını gösteremedi. 

BM Güvenlik Konseyi 4 Mart 1964 tarihli ve 186 sayılı kararıyla, Rum – Yunan ortaklığınca yıkılmış olan “KC’nivar olarak kabul etti ve 1960 “KC’nin” anayasasına aykırı olarak sadece adanın Rum unsurundan oluşan bir yönetime de “Kıbrıs Hükûmeti” sıfatını lâyık gördü.

BM Güvenlik Konseyi Ada’da BM Barış Gücü’nün konuşlandırılmasını da sadece Rumlardan oluşan “Kıbrıs Hükûmeti’ninrızasına tâbi kıldı.

BM, Ada’daki gerçeklerle bağdaşmayan bu tutumuyla Kıbrıs sorununda âdeta “çözümsüzlüğün” temelini atmış oldu.

Makarios, 186 sayılı kararı “ENOSIS dışında elde edilebilecek en iyi sonuç” (the next thing to ENOSIS)  sözleriyle değerlendirdi.

Bundan sonra da, Rum-Yunan ortaklığı, 186 sayılı kararın sağladığı sağlam siyasî ve hukukî zemin ve verdiği güven duygusu içinde  “enosis” hedefine doğru kararlılıkla yürümeğe devam etti. Çünkü, BM Güvenlik Konseyi Rum tarafına “KC’nin” meşru “hükûmeti” sıfatını bahşettikten sonra herhangi bir çözüm çerçevesi içinde “hükûmet” sıfatından ve “egemenlik” yetkisinden vazgeçmemek Rum siyasî liderler için kaçınılmaz bir sorumluluk halini aldı.

Kısacası, BM Güvenlik Konseyi, Devletin egemenliğinin ve yetkilerinin Türklerle eşit ortaklık esasına  paylaşılmasını öngören   bir çözüm şeklini Rumlar için kabul edilebilir olmaktan çıkarmış oldu.

1974’deki gelişmeler, BM için  1964’de yaptığı tarihî hatayı düzeltme bakımından tarihî bir fırsat oluşturmuştu. Bununla beraber, BM Güvenlik Konseyi 20 Temmuz 1974 tarihinde kabul ettiği 353 sayılı kararında 186 sayılı karara atıfta bulundu ve kararı yine, “KC” ve “hükûmeti” kavramı üzerine bina etti.

Ancak, Ada’daki gelişmeler üzerine 353 sayılı karar uyarınca üç garantör Devlet’in ( Türkiye, Yunanistan ve İngiltere ) Dışişleri Bakanlarının katılımıyla Cenevre’de toplanan Konferans’ın 30 Temmuz 1974 günü yayınlanan Deklarasyonunda “KCde fiiliyatta iki ayrı özerk yönetim bulunduğu” gerçeği kabul edildi.

Yine de, BM, “enosis” saplantısıyla Yunanistan’ın sebebiyet verdiği 1974 gelişmelerinin Kıbrıs sorunu bakımından bir dönüm noktası oluşturduğu; Ada’da ortaya çıkan yeni şartların kalıcı çözüm arayışları için hareket noktası olarak alınması gerektiği gerçeğini Rum-Yunan ortaklığına kabul ettirecek bir yaklaşım ortaya koyamadı.

1974 gelişmelerinden sonra BM Genel Kurulu kabul ettiği 1 Kasım 1974 tarihli ve 3212 sayılı kararıyla yok hükmündeki “KC’ni” var sayarak ve Güvenlik Konseyi de 13 Aralık 1974 tarihli ve 365 sayılı kararıyla Genel Kurul’un anılan kararını onaylayarak 1964’deki yanlışlığı sürdürdü.

BM Genel Kurulu’nun 3212 sayılı kararına, ne yazık ki, Türkiye de  “evet” oyu verdi.  Bu tutum takınılırken Dışişleri Bakanı’nın Karar hakkında yaptığı çekince beyanındaki ayrıntılı unsurların, Türkiye’nin temel pozisyonunu koruyabileceği sanıldı.  Ancak, çekince beyanımızı sonradan hatırlayan olmadı.

KC” ve “Kıbrıs Hükûmeti” sanal kavramlarının üzerine  kurulu Güvenlik Konseyi kararları sonradan Türk Tarafı’nın karşısına çıkartıldı.

BM Güvenlik Konseyi Kıbrıs’taki Taraflara çözüm çabalarında yardımcı olmak için BMGS’ne yeni bir “iyi niyet” görevi verdi. Bu amaçla  kabul ettiği 12 Mart 1975 tarihli ve 367 sayılı kararını  da yine “KC’nin” ve “Kıbrıs Hükûmeti’nin” var olduğu varsayımına dayandırdı.

1990 yılında BMGS Kıbrıs sorunuyla ilgili “iyi niyet” görevini ve Kıbrıs sorununun ana parametrelerinden olan “iki kesimlilik”, “siyasî eşitlik” ilkelerini tarif eden açıklamalar yaptı.[14] BM Güvenlik Konseyi tarafından da benimsenmiş olan bu tariflerde, BMGS’nin “iyi niyet” görevine  ve anılan ilkelere Rum tezlerine uygun veya yakın anlamlar atfedildi.

İki halk” kavramına BM’nin Kıbrıs sorununa ilişkin terminolojisinde yer olmadığı açıklandı.[15]

BMGS (Perez de Cuellar) Kıbrıs sorununa ilişkin “iyi niyet” (good offices) görevini tarif ederken 1960 KC’nin ve anayasa düzeninin kurulduğu şekliyle devam etmekte olduğunu varsaydı.[16]

BMGS, iyi niyet görevinin hedefi hakkındaki anlayışını “var olan tek bir ‘Kıbrıs Devleti’ için, iki toplum arasındaki ilişkileri bu defa federal, iki toplumlu ve iki kesimli temel üzerinde düzenleyen yeni bir anayasa hazırlanması” şeklinde açıkladı.

BM’de  Kıbrıs konusuyla ilgili “siyasî eşitlik” kavramı hakkında yerleşmiş bulunan anlayışa göre de, iki taraf arasında siyasi eşitlik nihai çözümle birlikte ve toplum (federe birim) düzeyinde ortaya çıkacaktır. Çözümden önce taraflar arasında siyasi eşitlik yoktur. Türk tarafının, federasyonun, siyasi bakımdan eşit olan iki tarafın ayrı ayrı açıklayacakları egemen iradelere göre  yeni bir devlet olarak kurulması gerektiği görüşü de geçerli değildir.  “Eşit tabanlı” (on an equal footing) ilkesi müzakere yöntemine ilişkindir ve 1960 “KC’nin” iki toplum bakımından geçerlidir.[17]

Bu anlayışlarla, BM Güvenlik Konseyi, mevcudiyetini varsaydığı Kıbrıs Devleti’nin temelinde ulaşılacak çözümde Devlet’in “tek egemenliğinin” (single sovereignty), “tek uluslararası kişiliğinin” (single international personality) bulunacağını ve “tek vatandaşlığın” (single citizenship) cari olacağını hükme bağladı.[18] 

İki Taraf arasındaki müzakerelerde “federal çözüm” hedefini benimserken,  “KC’nin” temelindeki bir anayasa tadil işlemiyle “iki toplumlu ve iki kesimli bir federal düzene” geçilmesinin, Ada’da 1974’den önceki şartların geri gelmesini önleme bakımından yeterli olmayacağını dikkate almadı.

Federal bir çözüm şekline  eşit statüdeki egemen siyasî varlıklar arasındaki müzakerelerle ulaşılabileceği gerçeğini ve bu egemen varlıkların federal devletin egemenliğine eşit ölçüde ortak olmaları gerektiğini göz ardı etti.

Yine, Konsey “KC’nin” yıkılışından KKTC’nin kuruluşuna kadar geçen 20 senelik dönemdeki gelişmelerin tarafsız bir değerlendirmesini yapıp isabetli sonuçlar çıkarmak yerine, KKTC’ni “yok hükmünde” saymanın kolaycılığından kurtulamadı.

Kıbrıs Türk Halkının Bağımsızlık Bildirisi’nde yer alan “gerçek federasyon”  kavramından çözüm için yararlanmayı düşünmedi. Kıbrıs sorununa BM zemininde çözüm arayışlarında, Aralık 1963’de hukuken ve fiilen yıkılmış olan 1960 “KC’nin” yerine, bu defa içinde KKTC’nin de yer aldığı Ada’daki gerçekleri yansıtan bir temel üzerinde iki kesimli yeni bir ortaklık kurulması için çalışılmasının gerçekçiliğin icabı olduğunu görmek ve anlamak istemedi.

Kıbrıs sorunundaki çözümsüzlüğün sebepleri hakkında objektif kapsamlı bir değerlendirme yapma ihtiyacını duymadı.  Bu yüzden, 24 Nisan 2004 Referandumlarının sonuçları karşısında şaşkınlık göstermekten öteye gerçekçi bir tavır takınamadı.

Çözüm girişimleri sonuçsuz kaldıkça BM Güvenlik Konseyi sorumluluğu Kıbrıs Türk Tarafı’na yükleme haksızlığını yaptı. Türk taraf’ının “halk”, “egemenlik”, “siyasî eşitlik”, “iki kesimliliğin korunması” gibi aslında muhtemel çözümün yaşayabilirliği bakımından olmazsa olmaz niteliğindeki zorunlu temel kavramlar ve ilkeler üzerinde taviz vermez tutum takınmasını, BM’nin parametrelerine ve terminolojisine aykırı tutum ve davranışlar olarak değerlendirdi ve bu değerlendirmesini kararlarına yansıttı.

Oysa, örneğin, 1980-83 dönemindeki ve 1985, 1986, 1992 1993-94’deki müzakere süreçlerini açıkça baltalamış olan Rumların tutumları hakkında Güvenlik Konseyi açık ve doğrudan olumsuz değerlendirmelerde ve nitelemelerde  bulunmaktan kaçındı.

BM Güvenlik Konseyi, ayrıca, Türk Tarafı’nın status quo’dan yana politika izlediği varsayımından hareketle 1992’den itibaren kararlarında “Ada’daki status quo kabul edilmez”  hükmüne yer verdi.

AB, Kıbrıs Rum Yönetimi’nin 1960 Anlaşmalarına aykırı olarak yaptığı tek yanlı müracaatı işleme koyup tam üyelik noktasına kadar yürütürken BM Güvenlik Konseyi’nin 1960 “KC’ni” ve “hükûmetini” varsayan 186 sayılı kararını dayanak yaptı.

BM Güvenlik Konseyi de,  Kıbrıs konusunda kabul ettiği kararlarına 1996’dan itibaren “AB’nin Kıbrıs ile katılım müzakerelerini başlatması Kıbrıs’ta kapsamlı çözümü kolaylaştıracak önemli bir gelişmedir” şeklinde bir hüküm koydu.  Yani, Kıbrıs’ın AB üyeliği sürecine arka çıktı.

BM’nin ve AB’nin bu yaklaşım ve tutumları çözümsüzlük politikalarında Kıbrıs Rum Tarafı ve Yunanistan için cesaret ve güç kaynağı oluşturdu. Rumları, kendileri için en ideal çözüm şeklini elde ettiklerine kani oldukları noktaya kadar Ada’daki status quo’yu desteklemeğe adeta mahkûm etti.

24 Nisan 2004 Referandumlarının bilinen sonucu bu düşüncemizin doğruluğunu ortaya koymaktadır. Kıbrıs Rum Tarafı kapsamlı çözüme yüzde 76 oyla “hayır” diyerek “status quo” için oy verdi.

BM Güvenlik Konseyi’nin Referandumların sonucunu değerlendiren herhangi bir karar kabul edemediği gerçeğini de bu noktada hatırlamak yerinde olur.

Çünkü, Rusya referandumdan sonra BMGS’nin hazırladığı ve içinde Kıbrıs Rum Tarafı’nın tutumunu  eleştiren ifadelerin de yer aldığı 28 Mayıs 2004 tarihli Raporun Konsey’in önüne gelmesini engelledi.

BM Güvenlik Konseyi, BMGS’nin “Rum tarafı bir belgeyi değil, çözümün kendisini reddetmiştir” şeklinde değerlendirme yapmış olmasına karşın Kıbrıs Rum tarafının bu tarihî uzlaşmazlığını bir karar olarak kayda geçirmekte âciz kaldı.

Oysa, BMGS, müzakere sürecinin 2003 yılı içindeki bir aşamasında Kıbrıs Türk Tarafı’nın Lideri’nin takındığı tutumu raporunda sert bir dille eleştirmekte; o aşamadaki başarısızlığın sorumluluğunu doğrudan KKTC Cumhurbaşkanı’na yüklemekte; BM Güvenlik Konseyi de 14 Nisan 2003 tarihinde aldığı 1475 sayılı kararında Kıbrıs Türk Lideri’nin tutumu hakkında “esef” ifade etmekte beis görmedi.

BM Genel Sekreteri Kofi Annan 24 Nisan 2004 referandumundan sonra BM Güvenlik Konseyi'ne sunduğu 28 Mayıs 2004 tarihli raporunda Kıbrıs Türk tarafının plâna "evet" oyu vermiş olmasının sonuçlarını bakınız nasıl değerlendirdi:

Paragraf 87:  "...Kıbrıslı Türkler çözümü tercih ederlerken 1983'te yaratmaya niyet ettikleri 'devletin' tanınmasını amaçlayan on yıllar boyunca sürdürdükleri politikaları da terk etmişlerdir."

Paragraf 90:  "Tanıma ve ayrılmaya yardım etme BM Güvenlik Konseyi'nin kararlarına açıkça aykırıdır ve güttüğümüz hedefe de ters düşer. Aynı zamanda, bu yöndeki (tanıma) adımlar yeniden birleşme için oy vermiş bulunan Kıbrıslı Türklerin iradelerine de saygısızlık teşkil eder."

Görüleceği üzere, başta BM Genel Sekreteri olmak üzere uluslararası toplumda sözü geçen devletler, çözüm teşebbüsünün Rum Tarafı’nın reddetmesi üzerine sonuçsuz kalmış olmasına rağmen, yine de, tabir caizse, faturayı  Kıbrıs Türk Tarafı’na ödettirdiler. Bırakınız  Kıbrıs Türk Tarafı’nın statüsünü yükseltmeyi düşünmeyi, Kıbrıs Türk halkının Annan Planı için verdiği "kabul" oyunu dahi KKTC'nin tanınmasını isteme hakkından feragat olarak yorumladılar.

BMGS’nin yukarıda zikrettiğim  KKTC’nin tanınması yolunda atılabilecek “adımlar yeniden birleşme için oy vermiş  bulunan Kıbrıslı Türklerin iradelerine de saygısızlık teşkil eder” düşüncesini çok açık bir riyanın ifadesi olarak gördüğümü belirtmekten  kendimi alamıyorum. Kıbrıs Türk Halkının yüzde 65 oyla  çözüme ve bu çerçevede AB üyeliğine “evet” demiş olmasına rağmen, Kıbrıslı Türklerin değil de, aksine, çözüme “hayır” diyen Rumların AB’ne üye kabul edilmelerinin; Kıbrıs Türk Halkının AB üyeliğinden ve uluslararası plânda tanınmış bir kimlikten  mahrum bırakılmağa devam olunmasının, “Kıbrıs Türk Halkının iradesine saygısızlık teşkil etmemiş midir?” sorusunu sormak istiyorum.

Diğer taraftan, Uluslararası toplumun önde gelen üyeleri Kıbrıslı Türklerin ANNANN Plânı’nı kabul edip Rumların reddettiği bir durumda Kıbrıslı Türklerin üzerindeki tecrit tedbirlerinin kaldırılması yönünde çeşitli ortak adımlar atacaklarını vaat ettiler. Referandum sonrasında ise verdikleri sözleri yerine getirmediler.

Uluslararası toplumun küresel çaptaki aktörleri, Rum-Yunan ortaklığının uluslararası hukuku kendi amaç ve hedefleri doğrultusunda kötüye kullanma girişimlerine de göz yumdular. Hattâ bu girişimler için yol gösterip arka çıkanlar da oldu.

Bu şekildeki mantık ve adaletten yoksun; aynı zamanda Ada’daki gerçeklerle bağdaşmayan; verilen söze sadakat anlayışının da yer almadığı bir siyasetin ve diplomasinin Kıbrıs sorununa  çözüm getiremeyeceğine, aksine   çözümsüzlüğü pekiştireceğine işaret etmekte fayda görüyorum.

Bütün bunlar, Kıbrıs Rum tarafını çözüme ihtiyaç duymaz ve çözümsüzlükten rahatsız olmaz duruma getirdi.

4. Avrupa Birliği’nin (AB) Tutumu

Kıbrıs sorunundaki çözümsüzlüğün sorumluları arasına, Yunanistan’ın AB’ne üye olmasından ve özellikle sözde “KC” nin AB tam üyeliği için müracaat etmesinden sonraki dönemde AB’de katıldı.

Önce Yunanistan’ın ve “KC” nin AB’ne üye olmaktaki açıklanmış temel amaçlarına kısaca bir göz atalım:

Yunanistan Dışişleri Bakanlığı’nın resmî internet sitesinde Yunanistan’ın AB üyesi olmaktan güttüğü beş amaçtan biri “Temmuz 1974’de Kıbrıs’ı istila ve işgal ettikten sonra Yunanistan için başlıca tehdit haline gelmiş olan  Türkiye ile ilgili olarak müzakere gücünü arttırmak[19] şeklinde ifade edilmiştir.

Kıbrıslı Rum Liderlerden Klerides de Temmuz 1995’deki demecinde şöyle demiştir: “Kıbrıs’ın AB üyeliği gerçekleştiği zaman Türkiye’nin Garanti Antlaşmasında öngörülen tek taraflı müdahale hakkını ortadan kaldırmış olacağız; anayasal konularda ve Türkler tarafından ileri sürülen diğer birçok konuda elimizde sağlam bir koza sahip olacağız.”

Bu ifadeler fevkalâde ifşa edicidir. Yunanistan’ın ve Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Kıbrıs sorununu kendi emellerine ve hedeflerine uygun düşen bir çözüme kavuşturabilmek  için AB’ni vasıta olarak kullanma niyet ve tasavvurlarını ortaya koymaktadır.

Bilindiği üzere, Yunanistan 12 Haziran 1975 tarihinde, AB’ne (o zaman AET ) tam üyelik için müracaat etti ve 1981 başında  tam üye oldu.

Türkiye, 14 Nisan 1987’de Türkiye AB’ne tam üyelik başvurusunda bulundu.

Sözde “KC” de  3 Temmuz 1990’da AB tam üyeliği için müracaat etti.

Bu gelişmeler sonucunda, AB faktörü, Kıbrıs sorununa çözüm arama gayretlerinde tarafların pozisyonlarını etkileyen; çözüm sürecinin takvimini belirleyen; muhtemel çözümün ana unsurlarını şekillendiren ve BM güvenlik Konseyini de 1996’dan itibaren “AB’nin Kıbrıs ile katılım müzakerelerine başlama kararını almış olması kapsamlı çözümü kolaylaştıracak yeni bir gelişmedir” şeklindeki bir varsayımla çözüm girişimlerini sürdürmesine sebep olan ağırlıklı bir parametre niteliği kazandı.

Kuruluşundan sonraki ilk 15 – 20 yıl içinde AB’nin Kıbrıs sorununun doğrudan tarafları arasında eşit mesafede kalmağa gayret ettiği görülür.

Filhakika, başlangıçta, AB Konseyi, Yunanistan’ın 1975’de  üyelik başvurusunda bulunması üzerine  “Yunanistan’ın başvurusunun incelenmesinin AB ile Türkiye arasındaki ilişkileri etkilemeyeceği ve Türkiye-AB Ortaklık Anlaşmasında yer alan hakların etkilenmeden kalacağı” şeklinde bir görüş ortaya koydu. 

AB Komisyonu da 1976’da açıkladığı görüşünde “AB’nin Türkiye ile Yunanistan arasındaki ihtilaflara taraf olmadığını ve olmaması gerektiğini”  belirtti.

Bununla beraber, Yunanistan’ın 1981 yılında AB’ne tam üye olarak kabul edilmesini izleyen dönemlerde,  AB,  Kıbrıs konusunda açıkça Yunanistan’ı destekleyen bir tutum içine girdi. Türkiye’nin Nisan 1987’de AB’ne tam üye olmak için başvuruda bulunmasından sonra da, Türkiye ile Yunanistan arasındaki ihtilâflı konular ve Kıbrıs konusu Türkiye – AB ilişkilerinin gündemine dahil edildiler ve giderek Türkiye ile ilgili sürecin ilerleyebilmesinin siyasî şartları haline getirildiler.

AB, 2004’de Kıbrıs AB’ne tam üye oluncaya kadar, Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerinde atılan her ileri adımda, Kıbrıslı Rumların katılım sürecini hızlandıracak bir karar aldı.  Kıbrıslı Rumların üyeliğinin gerçekleşmesinden sonraki dönemde de, AB, aynı stratejiyi, bu defa Türkiye’yi Kıbrıs konusunda taviz vermeğe zorlamak; Türkiye’nin  Kıbrıs politikasının  temel esaslarını aşındırmak amacıyla uygulamağa devam etti.

Diğer taraftan, 1989’dan sonra AB’nin doğuya ve güneydoğuya doğru genişleme ihtiyacının ve  imkânının doğması, Yunanistan’ın AB platformunu Türkiye ve Kıbrıs’la ilgili amaçlarına uygun biçimde kullanmasını kolaylaştıran bir faktör oldu.

AB Konseyi, Türkiye’nin tam üyelik için  yaptığı başvuruyu 5 Şubat 1990’da kabul ederken “Türkiye ile  AB üyesi olan bir Devlet arasındaki ihtilâfın ve Kıbrıs’taki durumun Türkiye’nin katılım süreci üzerinde olumsuz etkileri bulunacağını” ifade etmekten geri kalmadı. Bu ifade ile güdülen maksat belliydi. AB tarafından Türkiye’ye “AB üyeliği yolunda ilerlemek istiyorsanız, Yunanistan ile ilişkilerinizi düzeltmeniz ve Kıbrıs’ta çözümü sağlayacak adımlar atmanız gerekmektedir” mesajı veriliyordu.

Birkaç ay sonra Dublin Zirvesi’nde aynı görüş tekrarlandı.

AB’nin Türkiye’ye yönelik bu mesajında ortaya koyduğu yaklaşımı gereken şekilde değerlendirebilecek konuma gelebilmek için  GKRY  Dublin Zirvesi’nin ertesinde 4 Temmuz 1990’da AB’ne tam üyeliği için müracaat etti.

Türkiye ve Kıbrıs Türk Tarafı  hukukî ve siyasî gerekçelerle AB’den başvuruyu kabul etmemesini istediler.

Bununla beraber, AB, GKRY’nin yaptığı tam üyelik başvurusunu işleme koydu ve tam üyeliğin gerçekleştiği nihai aşamaya kadar yürüttü.

Türkiye’nin AB ile Gümrük Birliği kurma yönündeki girişimleri yoğunlaşınca, AB Haziran 1993’de  “Kıbrıs’ın” başvurusunun incelenmesine  öncelik kazandırdı  ve başvurunun kabul edildiğini Ekim 1993’de açıkladı. Açıklamada, Rumların pozisyonuna uygun olarak, Kıbrıs sorununun çözüm şekli hakkında “iki kesimli federal çözüm” şekliyle bağdaşmayan görüşlere yer verildi.

25 Haziran 1994’de Korfu’da yapılan AB Zirvesi’nde de AB’nin  ilk genişlemesinde “Kıbrıs’ın” yer alacağı açıklandı.

AB, 6 Mart 1995 tarihinde Türkiye ile AB arasında Gümrük Birliği kurulmasına ilişkin kararı alınırken, Yunanistan’a ödün olarak, aynı gün, “Kıbrıs” ile tam üyelik müzakerelerinin hükûmetlerarası konferansın tamamlanmasından 6 ay sonra  başlatılacağı kararını da aldı.

Gümrük Birliği kararının ortaya çıktığı Türkiye – AB Ortaklık Konseyi toplantısında Türkiye Dışişleri Bakanı Murat Karayalçın, 1960 Kıbrıs Antlaşmalarının men edici hükümlerine atıfla, Türkiye’nin üyesi olmadığı AB’ne “Kıbrıs’ın” tamamının veya bir kısmının üye olarak kabul edilmemesi gerektiği; çünkü Türkiye de AB’ne tam üye olmadan “Kıbrıs’ın” tam üye yapılmasının, Kıbrıs’la ilgili olarak Türkiye ile Yunanistan arasında 1960 Antlaşmalarıyla kurulmuş olan hassas dengelerin bozulmasına sebep olacağı; “Kıbrıs’ın” üyeliği yönündeki çalışmalara bu gerekçelerle Türkiye’nin hukuken ve siyaseten karşı çıkmaya devam edeceği şeklinde beyanda bulundu.  Bu beyan toplantının resmî zabıtlarında yer aldı.

AB Konseyi’nin Aralık 1997’deki Luxembourg Zirvesi’nde Türkiye’ye katılım adaylığı statüsü verilmedi. Bununla beraber, “Kıbrıs’la” katılım müzakerelerinin 30 Mart 1998’de başlayacağı açıklandı.

10-11 Aralık 1999’daki  Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye AB Katılım Adayı statüsü verilirken Yunanistan’ın ve “Kıbrıs’ın” aldığı ödünler  de çok belirgindir.

Helsinki Zirve Bildirisi’nin 4, 9(b) ve 12. paragrafları bu ödünleri  açık ve seçik ortaya koymaktadır. Bildiri de Kıbrıs’la ilgili olarak “Kıbrıs’ın katılım müzakereleri tamamlandığı zaman şayet Kıbrıs’ta çözüme ulaşılmamışsa, Konsey’in  katılım  hakkındaki  kararı çözüme ulaşılması bir ön şart teşkil etmeden alınacaktır” ifadesine  yer verildi.

BMGS’nin ANNAN Plânı girişimini başlattıktan bir ay sonra 12 Aralık 2002’de toplanan AB Kopenhag Zirvesi’nin Bildirisi’nde de “Kıbrıs’la katılım müzakereleri tamamlanmıştır; Kıbrıs AB’ne yeni üye olarak kabul edilecektir” hükmü yer aldı.

AB’nin kısaca özetlemeğe çalıştığım tutumu sayesinde AB tam üyeliğini garantileyen; 16 Nisan 2003’de Atina’da AB’ne katılım Antlaşmasını imza eden Kıbrıslı Rumlar, 24 Nisan 2004 referandumunda ANNAN Plânı’nı reddettiler. İçinde Kıbrıs Türk Halkı’nın siyasî, ekonomik, sportif, vs. bakımlardan tecrit edilmiş durumda yaşatıldıkları, Ada’daki status quo’yu çözüme tercih ettiler.

AB’nin etkisiyle, BM Güvenlik Konseyi’nin, 1996’dan sonra Kıbrıs konusunda kabul ettiği kararlara “AB’nin Kıbrıs ile katılım müzakerelerine başlama kararını almış olması kapsamlı çözümü kolaylaştıracak önemli yeni bir gelişmedir” şeklinde bir hüküm konuldu.

BMGS Kofi ANNAN 1 Nisan 2003 tarihli raporunda,[20] kendisini  ANNAN Plânı’nı üzerindeki referandumla sona eren girişimini başlatmaya sevkeden faktörleri şöyle sıraladı:

1. Güvenlik Konseyi’nin 1999 yılındaki 1250 sayılı kararıyla müzakereler için çizdiği çerçeve;

2. 1999’da ortaya çıkan Türk – Yunan yakınlaşması;

3. Aralık 1999’da AB Helsinki Zirvesinde Türkiye’ye aday statüsünün verilmiş olması;

4. O dönemde, AB’nin Kıbrıs dahil olmak üzere,  10 yeni üyenin katılımıyla genişleme süreci içinde bulunması.

BMGS ANNAN, özellikle, AB ile ilgili faktörlerin çözüme ulaşılması ve çözüm süreciyle ilgili takvimin belirlenmesi bakımından teşvik edici unsurlar ortaya çıkardığını kaydetti.

Bu varsayımının ne kadar yanlış olduğu gerçeğini 2004’de çözümün Rumlar tarafından reddedilmesi açıkça gösterdi.

Nitekim, BMGS Annan da, yukarıda belirtilen varsayımlara dayalı girişiminin Rumlar tarafından sonuçsuz bırakılmasından 6 ay kadar sonra yayınladığı raporunda[21] ( 24 Eylül 2004, S/2004/756, para.5) “Kıbrıs’ın AB tam üyelik sürecinin Kıbrıs sorunun kapsamlı çözümünde katalizör olacağı yolundaki ümidin gerçekleşmediğini” belirtti.

Aynı raporunda, BMGS, “AB çerçevesinin bütün taraflarca akıllıca kullanılmasının, AB üyesi olan Kıbrıs ile üye adayı olan Türkiye arasındaki havanın iyileştirilmesine katkı yapma ihtimalinin bulunduğunu” ifade etti.

AB’nin, Türkiye’nin AB’ne katılım süreci ile Kıbrıs sorunu arasında kurduğu bağın, Kıbrıs sorununun gerçekleri karşısında hakkaniyete uygun olduğunu düşünmek ve bunu ifade etmek olanaksızdır.

Ortada adil olmayan ve iyi niyetli siyasetin ve diplomasinin icaplarına uymayan bir durum vardır. AB, Kıbrıs sorununu yaratmış olan Yunanistan’ın ve Kıbrıslı Rumların  AB’ne tam üye olma başvurularını değerlendirirken ve onları tam üye olarak kabul ederken, Kıbrıs sorununun çözülmüş olması şartını ileri sürmüş değildir.

AB, Kıbrıs sorununun çözümü için sürdürülen çabalara olum katkı yapıp yapmayacağı belli olmayan GKRY’nin tam üye olmasına, üyelik için Kıbrıs sorununun çözülmüş olması şartını kaldırarak daha 1999 Helsinki Zirvesinde yeşil ışık yakmak; ANNAN Plânı’nın taraflara sunulmasından sadece 4 hafta sonra Aralık 2002’deki Kopenhag Zirvesinde “Kıbrıs’ın katılım müzakereleri tamamlandı; Kıbrıs yeni üye olarak AB’ne kabul edilecektir” açıklamasını yapmak; Nisan 2003’de GKRY’nin Katılım Anlaşmasını imzalamasına müsaade etmek suretiyle Kıbrıslı Rumları ANNAN plânını reddetmeğe âdeta azmettirdi. Kıbrıs’ta çözümü reddeden Tarafı referandumdan bir hafta 1 Mayıs 2004’de üye olarak törenle AB’nin masasına oturttu.

Plâna, büyük çoğunluğu, belki de sırf AB’ne katılabilmek ve böylece, yine AB çevrelerince kendilerine vadedilmiş olan nimetleri elde etmek için  “EVET” diyen Tarafı, üzerindeki haksız tecrit tedbirleriyle  birlikte, dışarıda bıraktı. 

AB Konseyi ANNAN Plânı üzerindeki referandumdan iki gün sonra 26 Nisan 2004 tarihinde aldığı kararla, Kıbrıslı Türklerin üzerindeki tecridin kaldırılması yönünde somut tedbirler alınacağını açıkladı. Bu çerçevede, Kıbrıslı Türklerin AB ile doğrudan ticaretini sağlamak için bir Tüzük hazırlanacağını vurguladı.  AB bu siyasî taahhüdünü aradan 10 seneye yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen geçmiş olmasına rağmen yerine getirebilmiş değildir.

Ayrıca, ANNAN Plânı’na ilişkin süreç boyunca Türkiye’nin verdiği gözle görülür desteğe ve referandumun sonuçlarının ortaya koyduğu çarpıcı gerçeklere rağmen, yine de, AB, Türkiye’den Kıbrıs konusunda açılımlar yapmasını  talep etmeği sürdürmektedir. 2004’den sonra da, AB Konseyi’nin Bildirilerinde, Ekim 2005’de Türkiye için hazırlanan Müzakere Çerçeve Belgesinde, son defa yayınlanan 16 Ekim 2013 tarihli olanı[22] dahil, Türkiye ile ilgili yıllık İlerleme Raporlarında, Kıbrıs konusuna ve Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunlara  ilişkin koşulların müzakere sürecinde Türkiye’nin önüne konulmasına devam olunmaktadır.

AB üyeliğine ehil olma bakımından, Türkiye’nin coğrafî konumu bile, bugün, Avrupa’da bazı siyasetçiler tarafından tartışma konusu yapılmaktadır.  Oysa, Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin 70 km güneyinde bulunan, Ankara’dan geçen boylamın doğusunda kalan ve Suriye’den sadece 90 km mesafede yer alan Kıbrıs’ın coğrafî konumu, AB üyeliğine ehliyet bakımından sorgulanmış değildir. Aksine, Kıbrıs’ın üyelik müracaatı hakkında AB Komisyonu’nun 1993’de verdiği olumlu mütalâada, Ada’yı üyeliğe ehil yapan faktörler arasında en başta “Kıbrıs’ın coğrafî konumunun” zikredildiği görülür. Bu da AB’nin Kıbrıs adasını Yunanistan’ın bir uzantısı olarak Avrupa’nın bir parçası gördüğünü ortaya koymaktadır.

Görünen o dur ki,  AB organları Kıbrıs konusunda ve buna bağlı olarak Türkiye’nin katılım sürecinde Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlar tarafından rehine alınmış duruma düşmüştür.

Aslında, AB, 2004’de çözümü reddetmiş olan Kıbrıs Rum Kesimi’ni  Kıbrıs sorunu çözülmeden sözde “KC” sıfatı altında AB’ne tam üye kabul etmek suretiyle yaptığı tarihî hatanın farkındadır.

AB’nin Kıbrıs sorununun çözüm şekline ilişkin pozisyonu, dile getirdiği kavramlar, bu hatasının sıkıntılarından ve sonuçlarından Türk Tarafı’na sakat bir çözümü dayatarak kurtulmaya çalıştığı izlenimini vermektedir.

AB’nin, bulunacak çözüm şeklinin AB’nin üzerine bina edildiği temel ilkelere uygun olması gerektiği tezi, Kıbrıslı Rumların ve Yunanistan’ın amaçladıkları çözüm şekline zemin kazandırmaktadır. Bununla beraber, AB’nin bu tezi,   BM zemininde on yıllardır süren arayışlardan sonra çözüm şekline ilişkin olarak oluşturulmuş bulunan parametrelerin,  çözümü kalıcı kılacak şekilde uygulanmasına engel olacak mahiyettedir. Varılacak çözümün hukukî kesinliğinin ve devamlılığının sağlanması için, çözümün parametrelerinin AB’nin birincil hukuk kaynağı haline getirilmesi, örneğin, “iki kesimlilik” ve “güvenlik ve garantilerle” ilgili parametrelerin, AB müktesebatına derogasyonlar getirilmesi suretiyle teminat altına alınması zorunludur. Bununla beraber, AB’nin, ANNAN Plânı ile ilgili gelişmelerin seyri içinde böyle bir tutumu benimsemekten uzak olduğu açıkça  görülmüştür.

5. Kıbrıs Adasının Küresel Güçler Arasındaki Çıkar Çatışmalarının Odaklarından Biri Olması

Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğünün sebepleri çerçevesindeki bir başka gerçek de, Ada’nın,  doğrudan ilgili taraflarının yanında, aynı zamanda, bölgesel ve küresel güçler arasındaki çıkar çatışmalarının odak noktalarından  biri olmasıdır.

Tarihin akışı içinde Akdeniz’i, Mezopotamya’yı ve Orta Doğu’yu kontrol etmek  isteyen güçler nasıl daima Kıbrıs adasını ele geçirmek istemişlerse; en güçlü olan nasıl Ada’da egemen olmuşsa, günümüzde de İngiltere, ABD, AB, Rusya ve Çin, Kıbrıs sorunu ve sorun için aranan çözüm şekli ile yakından ve dikkatle ilgilenmekte; çözüm arayışlarını kendi çıkarları doğrultusunda etkilemeğe çalışmaktadırlar.

Stratejistlerin “sabit bir uçak gemisi” sözleriyle niteleye geldikleri Kıbrıs adasının öneminin, Doğu Akdeniz’de  Ada’yı  batı hariç üç yönden kuşatan biçimde zengin hidrokarbon yataklarının var olduğuna dair elde edildiği söylenen bilgiler ve bu bilgilere dayanılarak GKRY’nin İsrail ile işbirliği halinde bir ABD şirketine başlattığı sondaj çalışmaları, Kıbrıs adasına ve Kıbrıs sorununa olan uluslararası ilgiyi kuşkusuz daha da arttıracaktır. Ada ile ilgili güçler arası menfaat rekabetine yeni bir boyut kazandıracaktır.

İngiltere 1950’li yılların ortalarında Kıbrıs’taki egemenliğini sona erdirme zorunluluğunu duyduğu zaman, ortaya çıkan, Ada’ya üç NATO müttefiki Türkiye, Yunanistan’ın ve İngiltere’nin garantörlüğü altında belirli sınırlamalarla egemenlik verilmesi düşüncesi, büyük ölçüde Sovyetler Birliği’nin (SB) Doğu Akdeniz’e sarkması ve komünizmin AKEL vasıtasıyla Kıbrıs’a yayılması ihtimalinden duyulan korkunun ve  böyle bir ihtimali önleme isteğinin mahsulü  oldu.

SB, Ada’daki İngiliz egemenliği zamanında Kıbrıs’ın kendisine karşı bir üs olarak kullanılmasını önlemeyi; orta ve uzun vadeli olarak da Ada’yı önce İngiltere’nin ve giderek Batı’nın hakimiyetinden kurtarmayı amaç edinmişti. SB Kıbrıs’taki gelişmeleri AKEL vasıtasıyla perde arkasından yönlendirip şekillendiriyordu.  AKEL de Ada’daki solcu sendikaları kullanıyordu. SB, NATO’nun güney kanadında iki NATO müttefikinin savaşmasına bile yol açar düşüncesiyle Kıbrıslı Rumların “enosis” taleplerine hayırhahlıkla bakıyor ve AKEL’i kullanarak destek veriyordu.

SB 1963’den sonra Ada’da meydana gelen durumun, NATO ittifakının güney kanadında hasar meydana getirme potansiyeli taşıdığı için, devamını tercih eden bir tutum ve politika izledi. Bu politikasında Ada’daki komünist AKEL partisini vasıta olarak kullanabildi. 1968’den sonra başlayan soruna çözüm arama sürecinde de, özellikle ABD ve İngiltere’nin bilgisi ve etkisi altında yapılan çözüm girişimlerini, ya Ada’da AKEL vasıtasıyla suya düşürülmesini sağlamak, ya da BM Güvenlik Konseyi’nde bizzat engellemek suretiyle bertaraf edebildi.

Kıbrıs sorununun BM Güvenlik Konseyi’nin gündeminde olması ve çözüm arayışlarının BMGS’nin “iyi niyet” görevi çerçevesinde yürütülmesi de Sovyetler Birliği’ne gerektiği zaman müdahale etme imkânı verdi.

Sovyetler Birliği, Kıbrıs sorununun anayasal, yani “iç veçhesinin” “KC’nin” iki toplumu arasında görüşülüp halledilmesini; güvenlik ve garantilerle ilgili “dış veçhesinin” ise geniş bir uluslararası konferansta ele alınmasını savundu. Bu konuda 1986 yılında somut bir öneri yaptı.

SB’nin halefi olan Rusya Federasyonu  (RF) da Kıbrıs konusunda büyük ölçüde aynı politikayı izlemektedir.

ANNAN Plânı’nın Rum halkı tarafından reddedilmesinde Rusya’nın da etkisi olduğunu söylemek sanırım yanlış değildir.

Filhakika, ANNAN Plânı üzerindeki referandumdan 3 gün önce Antlaşmanın yürürlüğe girmesi halinde BM’de yapılması gereken işlemlere dair İngiltere ve ABD karar tasarısı[23] Rusya tarafından BM Güvenlik Konseyi’nde “veto” edildi.[24] Bu, Rusya Federasyonu’nun kuruluşundan sonra Konsey’de kullandığı ilk “veto” oldu.  Ayrıca, referandumun bilinen sonuçlarından sonra BMGS Kofi Annan’ın hazırladığı 28 Mayıs 2004 tarihli raporun[25] Güvenlik Konseyi’nde ele alınması da yine Rusya tarafından engellendi.

Soğuk savaş döneminde Bağlantısızlık Hareketi’nin temelini teşkil eden ilkelerin de çözümün şekillendirilmesinde etkili kılınması için geçmişte teşebbüsler yapıldı. Rumlar Kıbrıs sorununun enternasyonanlize edilip çözüm arayışlarının sürüncemede bırakılmasını sağlamak için Bağlantısızlar forumlarını kullanmışlardı. GKRY’nin AB üyesi kabul edilmesinden sonra da Rumlar, aynı faaliyeti aynı maksatla AB forumlarında sürdürmektedirler.

Kıbrıs sorununun on yıllardır çözülemeden kalan tek uluslararası sorun olmadığını da bu çerçevede belirtmek istiyoruz. Orta Doğu’daki Durum, Filistin Sorunu ve Keşmir Sorunu BM Güvenlik Konseyi’nin gündemine 1947 ve 1948 yıllarında girmişler ve Küresel Güçlerin çıkarlarını yakından ilgilendiren sorunlar olma niteliğini taşıdıkları için de, günümüzde de uluslararası toplumu meşgul eden konular olarak gündemdeki yerlerini korumaktadırlar. Çünkü, bu sorunlara sahne olan bölgeler de, küresel güçler arasındaki rekabetin cereyan ettiği alanlardır.

6.Türkiye’de Ve KKTC’de Sürekli Olarak Kıbrıs Sorununa Çözüm Bulunması İsteğinin Dile Getirilmesi

Herhangi bir ülkedeki belirli bir konunun “millî dava” olarak nitelenebilmesi için, o davanın haklı olduğuna halkın inanması; o konunun halk tarafından benimsendiğini gösteren bir heyecanın gençliğin ölçülü ve organize tutum ve davranışlarıyla  dışa vurulması; bu heyecanın ve basın tarafından doğru bilgilendirme ile iç ve dış kamuoyuna yansıtılması gereklidir.  O konuda belirlenen hedeflere ulaşma bakımından ortak bir kararlılık gösterilmesi zorunludur. Bütün kurumlarıyla devlet, bütün kesimleriyle ulusun o konu hakkında aynı dili kullanması icap eder. Politikalar belirlenirken konu iç siyasetin kaygılarından arınılmış bir şekilde ve üslûpla parlâmentoda tartışılır. Millî Dava hakkında resmî mutabakat sağlanır. Sırf muhalefet için politikaların uygulanmasına muhalefet edilmekten kaçınılır.

1950’li yılların ortalarına doğru Kıbrıs konusu Türkiye’de Kıbrıs Türk halkıyla birlikte bu şekilde “millî dava” olarak benimsendi. Kıbrıslı Türklerin heyecan ve kararlılığının ifadesi olan “Kıbrıs Girit olmasın” sesi Türkiye’de yankı yaptı.  İçinde mensubu olduğum kuşağın da bulunduğu Türk gençliğinin ve Türk basınının önderliğinde Kıbrıs konusu Türkiye’de Millî Dava olarak benimsendi. Türkiye ve Kıbrıs Türk halkı ortak davada birbirlerine kenetlendiler. Kıbrıs konusu Türkiye’de ilk defa Başbakan merhum Adnan Menderes tarafından kurulan 23. Hükûmet’in programında “Millî Dava” olarak nitelendi.

Türkiye’de 27 Mayıs 1960 askerî darbesini vukubulduğu zaman Kıbrıs Antlaşmaları henüz imza edilmemiş; Kıbrıs Türk Alayı da Ada’ya intikal etmemişti. Kurulan askerî rejim yönetimi Demokrat Parti (DP) iktidarını her yönden itham ve mahkûm etmiş olmasına rağmen, DP iktidarının en başarılı icraatlarından olan Kıbrıs’a ilişkin anlaşmaları “millî dava” anlayışıyla benimsemiş; Antlaşmaları 16 Ağustos 1960 tarihinde imzalayıp onaylamıştır.

Millî Dava” anlayışı Türkiye’de ve Kıbrıslı Türkler arasında on yıllarca aşınmadan devam etti. Kıbrıs konusunda meydana gelen gelişmelerin, soydaşlarımızın ağır can ve mal kayıplarına uğramasına sebep olan, Türkiye’yi Yunanistan ile harbin eşiğine getiren  en zor aşamalarında, Kıbrıs Türk halkı her türlü meşakkate ve mahrumiyete katlandı; fedakârlıklar yaptı, kahramanca direndi. Türkiye çoğunluğu Kıbrıs Rum tarafını ve Yunanistan’ı kollayan uluslararası toplum içinde Kıbrıs ile ilgili diplomaside yalnız kalmayı göze aldı.  NATO müttefiki ABD’nin tehditlerine, silâh ve askerî malzeme ambargosuna göğüs gerdi. 1974’de Kıbrıslı soydaşlarına karşı tarihî ve ahdî görev ve sorumluluklarını deniz aşırı bir harekâtla başarıyla yerine getirdi. Osmanlı Devleti’nin yıkılma dönemlerinde 1878’de idaresini İngiltere’ye devrettiği ve askerlerini çektiği Kıbrıs’a antlaşmalar dahilinde Türk askerinin yeniden çıkmasını sağladı. Kendilerine azınlık hakları dahi fazla görülen Kıbrıslı soydaşlarımızın kendi devletlerinin çatısı altında lâik ve demokratik bir  ortamda hür ve bağımsız yaşamalarının şartlarını yarattı. Türkiye’de ve Kıbrıs Türk toplumunda Kıbrıs sorununun külfet olarak görüldüğü izlenimini yaratacak bir dil kullanılmasından kaçınıldı. Hattâ “Kıbrıs sorunu” yerine “millî dava” sözünün kullanılması tercih edildi.

1987’de Türkiye’nin AB’ne tam üyelik müracaatında bulunmasından ve AB’nin Türkiye’nin AB üyeliği ile Kıbrıs sorunu arasında bağ kurmağa başlamasından sonra Türkiye’de iktidardaki siyasetçilerin ve büyük sermaye sahibi iş adamlarının Kıbrıs sorununun bir an önce bir çözüme kavuşmasının Türkiye’nin AB yürüyüşünde işlerini kolaylaştıracağı düşüncesine sahip olmağa başladıkları görüldü. Bununla,  beraber basın Kıbrıs konusuna sahip çıkmağa devam etti. 1992-1993 döneminde yoğunluk kazanan Kıbrıs müzakere süreci sırasında da Türk hükûmeti ve basın Denktaş’ın arkasında durdu; tam destek verdi. TBMM’de de hava böyleydi.

1994 -1995 döneminde Türkiye ile AB arasında gümrük birliği oluşturma temas ve görüşmeleri sırasında AB çevreleri Türkiye’nin AB ile bütünleşme istek ve heyecanını Kıbrıs konusunda Türkiye’den taviz koparmak için istismar gayretlerini arttırdı.

2002 yılının sonundan itibaren Türkiye’de “Kıbrıs sorunu mutlaka çözülmelidir” şeklinde bir dil kullanılmağa başlamasının ve bu düşüncenin Hükûmet programına da konulmasının dış çevrelerde “Türkiye artık Kıbrıs konusundan yoruldu; bu sorundan bir an önce kurtulmak istiyor” şeklinde algılandığından endişe ediyorum.

ANNAN Plânı üzerinde yapılan görüşmeler boyunca, Türkiye’de ve KKTC’de hem resmî şahsiyetler, hem basın tarafından “Kıbrıs’ta çözüm sağlanamazsa 1 Mayıs 2004 tarihinde Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Ada’nın tümünü temsilen AB’ne tam üye olur; bu tarihten itibaren Türk Silâhlı Kuvvetleri Ada’da bir AB üyesi Devlet’in topraklarını işgal ediyor duruma düşer; AB üyesi ‘Kıbrıs’ Türkiye’nin üyeliğini AB’de sahip olduğu oyla sürekli engeller. Türkiye’nin AB üyeliği suya düşer; bu durumda Türkiye bir Orta Doğu ülkesi olur; KKTC’de vatandaş kalmaz; çok sayıda Kıbrıslı Türk Rum tarafına geçer, AB vatandaşı olur; Rumlar kuzey’deki mallarının mülkiyet hakkı için Türkiye aleyhine AİHM’de onbinlerce dava açar; Loizidiu Kararı emsal alınarak Türkiye milyarlarca dolar tazminat ödemeye mahkûm edilir; ya Türkiye bunları ödemek mecburiyetinde kalır ve neticede Türk ekonomisi çöker veya Türkiye Avrupa Konseyi’nden ihraç edilir; AB’ne üye adayı olan Türkiye 1 Mayıs 2004 tarihinden itibaren yok hükmünde kabul ettiği ‘KC’ ile oturup konuşmak ve onu tanımak mecburiyetinde kalır” şeklinde veya mealinde  sözler dile getirildi; yorumlar yapıldı.

On yıllardır “millî davanın” bayraktarlığını yapmış ve Türkiye’de “millî kahraman” olarak görülüp kendisine  saygı ve sevgi gösterilmiş olan KKTC’nin Kurucu Cumhurbaşkanı merhum Rauf R. Denktaş’a karşı ithamlarda bulunuldu; çözümsüzlüğün sorumlusu olduğundan sözedildi.

Türk basınında ''biz on yıllarca Kıbrıs'la ilgili mevcut politikaları sürdürmüş olsaydık bugün bizim durumumuz nereye benzerdi biliyor musunuz; aynen Lübnan ile Suriye arasındaki duruma benzerdi. Ve birileri gelir dayatır, 'Kıbrıs'tan çıkın' derdi. Bir yere kadar dayanır, ondan sonra kuzu kuzu çıkardık[26] şeklinde demeçler yer aldı.

Ayrıca, 2003 sonundan itibaren KKTC’de siyasî iktidar uluslararası çevrelerde Kıbrıs Türk halkının ne pahasına olursa olsun Kıbrıs sorunundan bir an önce kurtulmak istediği izlenimini yaratan bir dil kullanmağa başladı. “Kıbrıslı Türklerin hem dünya ile bütünleşmek, hem Türkiye’nin AB sürecinde önünü açmak için istediği; bunun için çözüme ihtiyaç duyduğu” söyleminin sık sık tekrarlanması, Rum Tarafında ve onları destekleyen çevrelerde, Kıbrıs Türk halkının barışseverliğinin ifadesi olarak değil, ne pahasına olursa olsun  Rumlara yamanarak AB’ne katılma arzusunun bir tezahürü olarak algılandı.

Türkiye’de ve KKTC’de gösterilen “millî dava” anlayışıyla bağdaşmayan bu ve benzeri tutumların Kıbrıslı Rumlar tarafından Türk tarafında “millî dava” ruhunun kaybolduğu; Türklerde bir çözülme başladığı; çözüm ertelenirse Türklere kendi çözüm şekillerini kabul ettireme imkânına sahip olabilecekleri algılamalarına; dolayısıyla çözümsüzlüğün devamına sebep olduğunu düşünüyorum.

Bu bahisle ilgili olarak, diplomasi alanındaki dahilerden biri olarak kabul edilen Henry A. Kissinger’in 1994’de dile getirdiği şu düşünceyi burada nakletmek istiyorum. Kissinger şöyle diyor: “Anlaşma için istek göstermek nadiren müzakereyi hızlandırır. Hiçbir tecrübeli devlet adamı sırf muhatabı çözüm için istek ve acelelik gösteriyor diye anlaşmaya meyletmez; aksine karşı tarafın anlaşma için gösterdiği sabırsızlığı daha da iyi şartlarda çözüm elde etmek için kullanmak ister.”[27]

7.KKTC Vatandaşları Arasında “KC Pasaportu” taşıyanların bulunması

Sevgili ve saygıdeğer Kıbrıslı soydaşlarımdan bazılarını “KC” pasaportu kullanmağa sevkeden zorlukları ve zorunlulukları elbette biliyorum. Amacım bir eleştiri yapmak değil, bu durumu bir olgu olarak tespit etmektir. Çünkü, 1963’den bu yana 50 yıl geçmiş ve köprülerin altından çok sular akmış olmasına rağmen Kıbrıs Rum Liderler göğüslerini gere Kıbrıs Türk halkından “vatandaşlarım” sözüyle bahsetmektedirler. Bunun sebebi sadece BM Güvenlik Konseyi’nin 186 sayılı kararı değildir. Ortada GKRY’nin resmî kayıtlarına geçmiş bir durum vardır. Bu durum Kıbrıslı Rumların “uzun vadeli mücadele” stratejisinin ve bu çerçevede uyguladıkları çözümsüzlük politikasının semere vermekte olduğunun kanıtıdır. Bu kanıt GKRY liderliğinde ve Yunanistan’da “çözüm geciktirildikçe Kıbrıs konusunda emellerimizin, hedeflerimizin gerçekleşme noktasına her gün biraz daha fazla yaklaşmış olacağız” kanaatini kuvvetlendirmektedir. Böyle bir kanaat elbette ki Ada’da kalıcı nihai barışı geciktiren bir sebeptir olacaktır.

III. ANNAN PLÂNI VE KAÇAN TARİHÎ FIRSAT

Yukarıda saydığım sebeplerden her biri  tek başına veya hepsi bir arada Kıbrıs sorununu çözümsüzlüğe mahkûm etmiş görünmektedir. Kıbrıs konusu BM Güvenlik Konseyi’nin gündemindeki yerini muhafaza etmektedir. Uluslararası barış ve güvenliğin idamesini sağlama sorumluluğunu BM Yasası ile üstlenmiş olan Konseyin gündeminde kayıtlı uluslararası ihitilâfların haledilmesi amacıyla çözüm arayışlarını sürdürmesi görevi icabıdır.

Ancak, bir uluslararası uyuşmazlığın taraflarından birinin ve bilhassa o ihtilâfa sebep olan tarafın çözümsüzlüğü diğer tarafa bir baskı ve yıldırma ve bu suretle kendi çarpık emellerini ve hedeflerini gerçekleştirmenin vasıtası olarak kullanma kötü niyetiyle hareket ettiğinin belli olması halinde, Güvenlik Konseyi’nin bir durum değerlendirmesi yapması; çözümsüzlüğün mağduru olan tarafı mağduriyetinden kurtaracak somut adımları atması da görevidir. Bu, insanlığın en üstün değerleri olan adaleti ve hakkaniyeti gözeten bir diplomasinin icabıdır.

Kıbrıslı Rumlar Yunanistan’ın bilgisi ve desteği altında 1974 Temmuz’undan sonra “uzun vadeli mücadele stratejisini” ilân ettikten sonra, yukarıda da değindiğim üzere, BM’den gelen bütün çözüm girişimlerini baltaladılar. Gizli kaydıyla sunulan ABD-Kanada-İngiltere Ortak Plân’ını(Kasım 1978) hemen basına sızdırarak doğarken öldürdüler.  BMGS’nin Ocak 1985 ve Mart 1986’daki Anlaşma Taslaklarını, 1992’deki Fikirler Dizisini, 1993’deki Güven Yaratıcı Önlemler Paketini reddettiler. Bu red olayları iki halkın ayrı ayrı irade beyanlarıyla  değil, liderlerin kararlarıyla veya süreci kesintiye uğratan tutumlarıyla vukubuldu.

BMGS Kofi Annan’ın 11 Kasım 2002 tarihinde resmen başladığı çözüm girişimi, Kıbrıs sorununa müzakere yoluyla çözüm arayışlarının tarihi içinde bir dönüm noktası teşkil etti. Çünkü, bu girişimin çerçevesi G-8’in  mührünü taşıyordu. Bu çerçeveyi G-8 20 Haziran 1999’da Köln’de yaptıkları toplantı sonunda yayınladıkları Bildiri[28] ile oluşturdular. Çerçeve şu ilkeleri içeriyordu:

i. Ön şart olmayacak;

ii. Bütün konular masaya yatırılacak;

iii. Çözüme ulaşılıncaya kadar iyi niyetle müzakere etme taahhüdü verilecek;

iv. BM’nin ilgili kararları ve antlaşmalar bütünüyle dikkate alınacak.

G-8 Bildirisinde “iki tarafın liderlerinin” yukarıdaki ilkelere bağlı olmayı peşinen kabul etmeleri istendi.

Bu ilkeler esas alınarak yapılacak müzakerelere G-8’in tam ve sürekli destek vereceği de belirtildi.

G-8’in oluşturduğu çerçeve BM Güvenlik Konseyi tarafından 29 Haziran 1999 tarihinde kabul edilen 1251 sayılı kararın metnine aynen dercedildi. 

BMGS Nisan 2003’deki raporunda 1251 sayılı kararda yer alan 4 ilkenin “müzakereler için sarih ve gerçekçi bir çerçeve” oluşturduğunu ifade etti.[29]

Böylece BMGS Annan’ın girişimi, uluslararası toplumun en ziyade desteğini kazanmış ve dünyada en fazla ilgi toplamış olarak başladı. Müzakere sürecinin bütün aşamaları somut bir takvime göre plânlandı. En önemlisi, süreç, Kıbrıs’taki iki halkın çözüm hakkındaki kabul veya red yönündeki iradelerinin aynı günde Ada’nın iki kesiminde ayrı ayrı yapılacak referandumla belli olmasını sağlayacak şekilde düzenlendi. Ayrıca, aslında “iyi niyet” görevine sahip BMGS’ne “hakem” gibi davranarak, tarafların müzakerelerde üzerinde mutabakata varamadıkları anlaşma hükümlerinin yazımını kendi takdirine göre yapması yetkisi verildi.

Referandumlar, benzetme yerindeyse, “turnusol kâğıdı” görevi gördü. Kıbrıslı Rumların soruna çözüm istemedikleri gerçeğini tevil götürmez biçimde ortaya koydu.

BMGS Kofi Annan ve uluslararası toplumun önde gelen üyeleri, yaptıkları açıklamalarla üzerinde referandum yapılan ve Rumların reddettiği “çözüm plânının adil, yaşayabilir ve dikkatli biçimde dengelenmiş bir uzlaşı” öngördüğünü belirttiler. Kıbrıs Türk tarafının tutumuna takdir ifade ettiler. Rum tarafını kınadılar. Sonuçtan duyulan derin hayal kırıklığını dile getirdiler.

BMGS ve temsilcileri yaptıkları çeşitli açıklamalarla Kıbrıslı Türklerin önemli fedakârlıklara katlanarak Plân’a “kabul” oyu verdiklerini hatırlattılar; takdir ifade ettiler. Kıbrıslı Türklerin Ada’nın diğer kesiminde kullanılan red oyları yüzünden cezalandırılmaması gerektiğini belirttiler. Uluslararası toplumun bu yönde gerekli tedbirleri almasını istediler.

BMGS, rapor yayınlayarak[30]Rum tarafı bir belgeyi değil, çözümün kendisini reddetmiştir” dedi. Rumların verdiği oyların Güvenlik Konseyi’nin “kabul edilemez” nitelediği “status quo’nun devamına” sebep olduğunu vurguladı

Aynı raporda, “Şayet Rumlar Kıbrıs sorununun iki toplumlu, iki kesimli federasyon yoluyla çözülmesini hâlâ istiyorlarsa bunu göstermelidirler…..Şayet Rumlar siyasî eşitliğe dayalı bir federal yapı içinde Kıbrıslı Türklerle gücü ve refahı paylaşmaya hazırlarsa, bunu sadece sözle değil, hareketleriyle de ortaya koymalıdırlar” değerlendirmesinde bulundu.[31]

BMGS, raporunda, Kıbrıslı Türklerin, yaklaşık üçte birinin yer değiştirecek olmasının vereceği acıları ve meşakkatleri göze alıp referandumda “evet” oyu kullandıklarına işaret etti.  Kıbrıs Türk tarafının takdire şayan  bu tutumun “kendilerini baskı altında tutmanın ve tecrit etmenin bütün mantığını ortadan kaldırmıştır” şeklinde görüş ifade etti.   BM Güvenlik Konseyi üyelerini “Kıbrıs Türklerine yönelik kısıtlamaların kaldırılması için öncülük etmeye” çağırdı.

AB Dışişleri Bakanları 26 Nisan 2004 tarihinde yaptıkları toplantıda, Kıbrıs Türkleri’ne yönelik tecridin giderilmesi hususunda siyasi taahhütte bulundular.  AB Komisyonu’nu, bu yönde öneriler sunmak üzere görevlendirdiler.

KKTC’de Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, Rumların oylarıyla “ANNAN Plânı’nın gömüldüğü” görüşünü dile getirdi.

Başbakan M. Ali Talât, Kıbrıs Türk halkının izolasyondan kurtulması için diplomatik atağa geçeceklerini, çözüm isteyen bir halkın dünyadan dışlanamayacağını ifade etti. "Çözüm istemeyen tarafın tek başına AB üyesi yapılarak mükâfatlandırılmasının  doğru olmadığı; bunun yaratacağı olumsuzlukların giderilmesi  gerektiğini anlatarak yardım isteyeceğiz. Bizi izolasyondan kurtaracak önlemlerin hayata geçirilmesini talep edeceğiz" şeklinde konuştu. Gazetecilerin “Annan Plânı öldü mü?” sorusuna “Biz üzerimize düşeni yaptık. Bundan sonra ne yapılacağına uluslararası toplum karar verecektir" yanıtını verdi.[32]

Türkiye’de Millî Güvenlik Kurulu (MGK), tarafından yapılan açıklamada ve Başbakan ve Dışişleri Bakanı tarafından verilen demeçlerde Rumların halkoylamasında verdikleri red oyuna rağmen GKRY’nin AB’ne üye olarak kabul edilmesinin, Kıbrıslı Türklerin AB dışında bırakılmasının ortaya koyduğu çarpıklık ve adaletsizlik üzerinde duruldu. Bundan böyle Kıbrıslı Türklerin uluslararası toplumdan tecrit edilmesinin mümkün olamayacağı görüşü dile getirildi.

MGK’nın 26 Nisan 2004 tarihli basın açıklamasında, “Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği'nin dengeli ve yaşayabilir olarak nitelendirdiği kapsamlı çözüm planına büyük bir çoğunlukla olumsuz yanıt veren Rum tarafının 1 Mayıs 2004 gününde AB'ye girecek olmasına karşılık, plâna olumlu yanıt veren Kıbrıs Türk tarafının dışarıda bırakılmasının çelişkili ve adaletsiz bir durum yarattığına” işaret edildi. “Türkiye'nin ve Kıbrıs Türk halkının çözüm yönünde ortaya koyduğu iradenin uluslararası kuruluşlar ve devletler tarafından dikkate alınmasının ve referandum öncesi böyle bir sonucun çıkması durumunda, ‘KKTC'ne uygulanan kısıtlamaların kaldırılmasına; siyasi, ekonomik ve sosyal içerikli bazı iyileştirmelerin yapılmasına’ yönelik vaatlerin yerine getirilmesinin gerekliliği” üzerinde duruldu. “Türkiye'nin KKTC'ne karşı olan sorumluluklarının ve  Türk halkının birlik, beraberlik ve dayanışmasının bugün daha çok önem kazandığı” belirtildi.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, basın mensuplarına Kıbrıslı Türklerin artık “tecrit politikasına tabi tutulamayacağını” belirtti ve “bana göre Güney Kıbrıs kaybetmiştir…Kimin çözümün önünü tıkadığı ortaya çıkmıştır” dedi.[33]

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, halkoylamalarının sonuçlarının belli olmasından sonra düzenlediği basın toplantısında, BMGS’nin sözlerine atıfta bulunarak “bu defter kapatılmıştır” dedi. “Avrupa Birliği, ABD ve diğer önde gelen ülkelerden KKTC'ye uygulanan haksızlıkların ortadan kaldırılmasını isteyeceklerini” söyledi. “Türk askerinin adadan çekilmesinin söz konusu olmadığını” kaydetti. Ada’da bir çözüm plânı üzerinde ilk defa bir “referandum” yapıldığına işaret ederek  “her iki taraf âdeta selfdeterminasyon haklarını kullanarak karar verdiler. Rumların “hayır",  Türklerin “evet" demeleri, 30 senedir uzlaşmaz diye bilinen, çözümden kaçmakla  suçlanan Türk tarafının  ve Türkiye'nin bunları hak etmediğini ortaya koymuştur. Çözümü kimin istediği, kimin çözümün önünü tıkadığı belli olmuştur” şeklinde konuştu.

Sözlerine devamla, referandum sonucunda "yeni bir durumun" ortaya çıktığını ifade eden Gül, “KKTC'ye uygulanan ekonomik ve siyasi ambargoların kaldırılmasını” istedi. Rum kesiminin referandumda "hayır" demesiyle AB açısından "ters bir durumun" ortaya çıktığını vurgulayarak "AB, her iki tarafı kendisine üye olmaya davet etmiştir. Bu davete ‘evet’ diyen Türk tarafı AB'ye üye olamayacaktır. ‘Hayır’ diyen Rumlar ise katılacaktır.  Eminim ki AB kendi ilkelerini gözden geçirecektir ve bu ters durumu irdeleyecek ve Türklere yapılan haksızlıklara son verecektir. Bu konuda Türkiye olarak her türlü gayreti göstereceğiz" dedi.

Gül “Rum yönetimi artık Ada'nın tümünü temsil etme iddiasında bulunamaz" görüşünü de dile getirdi.[34]

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, gazetecilerin bir sorusu üzerine “referandum sonuçları çok tartışıldı ama içinde bulunduğumuz durum bize diplomatik üstünlük sağlayan bir durum" şeklinde görüşünü açıkladı.[35]

ANNAN Plânı sürecinin başladığı 2002 yılının sonunda Kıbrıs sorunu 39 yıldır çözülememiş durumdaydı. 2003 – 2004 döneminde  Türkiye’de ve KKTC’de  “şimdiye kadar Kıbrıs konusunda sürdürülmüş olan politikalar yanlıştı; Denktaş ve Klerides masaya meseleyi çözeceğim diye otursalardı Kıbrıs sorunu çözülürdü; siyaset sorunlara çözüm bulma sanatıdır; Kıbrıs sorununun çözümünü sağlamak için uluslararası toplumla beraber hareket edeceğiz; çözüm yolunda bir adım önde yürüyeceğiz; (GKRY’nin tanınması konusunda) tanınmış zaten, orada yapılabilecek bir şey yok; şimdi dünya tanımış; ‘ben tanımıyorum’ demekle siz ne yapabilirsiniz; biz dünya gerçekleri ile hiçbir zaman çelişmeyi düşünmüyoruz; dünya gerçekleri neyi gösteriyorsa biz de bu gerçekler içerisinde yerimizi almaya mecburuz; Kıbrıs sorunu Türkiye’nin AB üyeliği önünde engeldir” şeklindeki beyanlarda bulunuluyor; basın yayın organlarında bu beyanların çizgisinde yorumlar yapılıyordu.

Kıbrıs müzakere sürecinin  önceki aşamalarında, örneğin 1992’de, Rauf Denktaş’ın tutum ve politikalarına destek vermiş; BMGS Butros Ghali ile birlikte uluslararası toplumun baş aktörlerinin Denktaş’a  yaptıkları baskılar karşısında infial göstererek O’na arka çıkmış ve O’nu “millî davanın yılmaz savunucusu” olarak nitelemiş bulunan yazarların dahi 2003’den itibaren Ada’daki çözümsüzlüğün baş sorumlusu olarak Denktaş’ı itham ettikleri görülüyordu.

24 Nisan 2004 referandumlarının sonuçları ile birlikte hem bütün bu görüşler ve değerlendirmeler, hem uluslararası toplumun Kıbrıs konusunda öne süregeldikleri ön yargılı iddialar ve çözüm arayışlarında kullandıkları varsayımlar bütünüyle iflâs etti.

Türkiye’nin çözüm arayışlarında “bir adım önde yürüme siyaseti” çözüm getirmedi.

Girişimin bu defa da neticesiz kalması, Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğünün sebeplerinin “Denktaş ve Klerides masaya meseleyi çözeceğim diye otursalardı Kıbrıs sorunu çözülürdü” denilecek kadar basite irca edilemeyeceği gerçeğine ışık tuttu.

Dönemin KKTC Başbakanı Talât 24 Nisan 2004 referandumlarından sonra verdiği demeçte “BM Genel Sekreteri Kofi Annan'ın hazırlayacağı raporun önemli olduğunu” vurgulamış ve “raporda, Kıbrıs Türk tarafının ve Türkiye'nin çözüm yanlısı olduğunu ifade edilmesi halinde bunun gelecekte büyük avantajlar sağlayacağını[36] ifade etti. BMGS Kofi Annan raporunu 28 Mayıs 2004 tarihinde yayınladı  ve  Kıbrıs Türk Tarafı’nın ve Türkiye’nin tutumu hakkında olumlu değerlendirmeler yaptı. Kıbrıs Türk Tarafı’nın referandumda verdiği olumlu oyların “kendilerini baskı altında tutmanın ve tecrit etmenin bütün mantığını ortadan kaldırmıştır” şeklinde bir ifadeye yer verdi.   BM Güvenlik Konseyi üyelerini “Kıbrıs Türklerine yönelik kısıtlamaların kaldırılması için öncülük etmeye” çağırdı.  Bununla beraber, BMGS Kofi Annan’ın bu tarihî önem taşıyan raporu BM Güvenlik Konseyi’nde işleme dahi konulmadı.  Bu yüzden de,  Talât’ın tahmin ve beklentisinin aksine, olumlu raporun Türk Tarafı’na elle tutulur bir avantaj sağlaması mümkün olamadı.

BMGS Annan’ın çözüm girişiminin de sonuç vermemesi, BM’nin Kıbrıs sorununa çözüm arayışları bakımından aslında uygun bir zemin olmadığını da  daha belirgin şekilde gösterdi.

Annan plânının Rumlar tarafından uğratıldığı akıbet Türkiye, KKTC, BMGS ve BM Güvenlik Konseyi’nin Daimî üyeleri için Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak ders mahiyetinde tarihî bir tecrübe oldu.

Referandumun sonucu, aynı zamanda,Türkiye ve KKTC ile BMGS ve Konsey’in Daimî üyeleri için Kıbrıs konusunda bir düşünme ve değerlendirme yapma fırsatı oluşturdu.

KKTC ve Türkiye Kıbrıs sorununa ilişkin diplomaside tarihî bir zirve noktasında yüksek zemine kavuştu. Rum tarafı ise uluslararası toplum nazarında âdetâ derin bir uçuruma düştü.

Böyle bir değer yargısında bulunurken Annan Plânı’nın Ada’daki gerçekler üzerine bina edilmiş; Kıbrıs Türk halkının geleceğini teminat altına alan ve Türkiye’nin Kıbrıs ile ilgili uzun vadeli çıkarlarını koruyan bir muhteva taşıdığını söylüyor değilim.

Kıbrıs Türk halkı Annan Plânı’na “evet” oyu vermekle  şunları kabul etti:

1. KKTC’nin varlığını sona erdirmesini;

2. Yeni bir “Ortaklık Devleti” değil, yeni bir anayasa ile “KC’nin” temeli ve çatısı altında iki toplumun yönetimlerinden oluşan iki eyaletli yeni bir düzen kurulmasını;

3.Yeni düzen içinde tek egemenliğe sahip Devletin egemenliğine ortak olmamayı;

4. Toplum yönetimi olarak “kurucu” (founding) değil “oluşturucu” (constituent) statü elde etmeği;

5. Antlaşmada belirlenen bir takvime göre “iki kesimli” siyasî coğrafyanın aşınmasını;

6. Kıbrıs Türk halkının yaklaşık yüzde 33’ünün yaşadıkları yerlerden başka yerlere nakledilmelerini;

7. Federal Devlet’in askersizleştirilmesini;  Türk ve Yunan askerî varlığının 2018’e kadar uzanan bir zaman dilimi içinde kademeli olarak azaltılmasını ve  Türk askerinin tamamen Ada’dan çekilmesine kapıyı açan hükümleri;

8. Türkiye de AB’ne üye olmadan  Kıbrıs Türk Eyaleti’nin de “Birleşmiş Kıbrıs Devleti” nin parçası olarak AB’ne katılmasını. Böylece, “enosis” in Avrupa Birliği potasında gerçekleşmesini;

9. 1960 Antlaşmalarının Kıbrıs’la ilgili olarak Türkiye’ye tanıdığı hak ve yetkilerin iyice aşındırılmasını ve kalan hak ve yetkilerin de  uygulanmada kabiliyetini kaybetmesini;

10. Yine, 1960 Antlaşmalarıyla, Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs bakımından kurulmuş olan nazik stratejik dengenin Yunanistan’ın lehine bozulmasını;

11. AB bakımından derogasyonların sağlanacağına ve  Antlaşmanın hükümlerinin AB hukuk sistemine 'birincil hukuk' niteliğiyle dahil edileceğine dair taahhüt alınmamış olmasını;

12. Ve ayrıca, Ada’da 1960 Antlaşmalarına göre  İngiltere’nin toprağı olan  egemen İngiliz askerî üslerinin devam etmesini.

Kıbrıs Türk tarafını ve Türkiye’yi Kıbrıs diplomasisinde yüksek zemine çıkaran faktör, anlaşmayı kabul etmesi olgusundan ziyade, anlaşmaya Rumların “hayır” demesi oldu.

Uluslararası toplumun yaygın biçimde destek verdiği bir çözüm sürecinin Rum uzlaşmazlığı yüzünden sona erdiği  bu tarihî noktada KKTC’nin ve Türkiye’nin üzerine bulundukları yüksek zeminde kesin bir tavır takınıp, Kıbrıs sorununun Rum halkının verdiği oylarla tercih ettiğini ortaya koyduğu Ada’daki iki devletli status quo temelinde bir anlaşma ile halledilmesine hazır olduklarını dünyaya ilân etmeleri beklenirdi. Böyle bir tavır, kanaatimce,  Annan Plânı’na arka çıkmakla Türkiye’nin aldığı hesaplı olduğuna inanmak istediğim büyük risklerle ve sonunda elde ettiği çarpıcı neticeyle mütenasip olurdu.

Bu açıklamanın yapılmasıyla birlikte Türkiye ve KKTC’nin üçüncü Devletlerden tanınma isteme sürecini başlatması da gerekirdi.

Bu yapılmadı.

Rumlar Annan Plânı’nı reddetmekle nasıl çözüm için tarihî bir fırsatı heba ettilerse, Türkiye ve KKTC’de önemli bir fırsatı kaçırdı.

BM Güvenlik Konseyi Annan Plânı üzerindeki sürecin başarısız kalmasının sebepleri üzerinde, ileriye dönük sonuçlar çıkarılmasına yardım edecek hiçbir değerlendirme yapmadı.

Türkiye’de ve KKTC’de “Güney Kıbrıs kaybetti; bütün dünya gerçekleri gördü; bundan böyle bizi hiç kimse suçlayamaz; Rumlar iddialarını sürdüremez; diplomatik üstünlüğe sahip olduk; çözüm isteyen taraf dünyadan dışlanamaz” gibi daha ziyade iç kamu oyuna dönük sözler dile getirilmekten; 2004 ortasında İstanbul’da toplanan İslâm İşbirliği Teşkilâtı’nın (İİT) 31. Dışişleri Bakanları toplantısında “Kıbrıs’ın Müslüman Türk halkının İİT’nin bütün organlarının çalışmalarına, faaliyetlerine ve toplantılarına BMGS’nin  kapsamlı çözüm plânında öngörülen” “Turkish Cypriot State”, yani aslında ve doğru anlamında “Kıbrıs Türk Eyaleti veya Kantonu” ismiyle   katılmağa davet edilmesinin kararlaştırılmasını ” Annan Plânı’na “evet” demekle Kıbrıs Türk halkının elde ettiği büyük kazanç olarak takdim edilmesinden; referandum ertesinde ABD Kongresi’nden bazı milletvekili ve Senatör’ün KKTC’ni ziyaret etmesini “siyaseten bunun adı 'ben seni tanıyorum' demektir. Tanımadığınız yere gitmezsiniz. Bundan sonra da bu süreç böyle devam edecektir"[37]anlayışıyla ve sözüyle KKTC’nin tanınma yoluna girdiği izleniminin yaratılmasına çalışılmaktan öteye KKTC’nin Türkiye’nin yanında başka Devletler tarafından da tanıması için kararlı girişimlerde bulunulmadı.

Aksine, o zaman için 36 yıldır Kıbrıs sorununa çözüm sağlanmasına yardımcı bir vasıta olamamış bulunan BM zeminindeki görüşmelerin yeniden başlaması için girişimlere başlanıldı. Bu yapılırken, sonuç vermeden sürüp giden BM zeminindeki müzakerelerin, haddizatında Rumlar tarafından hem Kıbrıs sorunundaki çözümsüzlüğün devamını sağlayan, hem KKTC’nin Türkiye’den başka devletlerce de tanınmasını önleyen  bir mekanizma olarak kullanıldığı gerçeği göz ardı edildi.

IV. TALÂT – HRİSTOFYAS; EROĞLU – HRİSTOFYAS GÖRÜŞMELERİ

Annan Plân’ı üzerindeki referandumdan bir yıl sonra, o zaman itibariyle 42 yıllık Kıbrıs sorunundaki çözümsüzlüğün baş sorumlusu olarak gösterilmeye başlanmış olan Rauf R. Denktaş’ın yerine 2005 yılında M. Ali Talât Cumhurbaşkanı oldu.

Üç yıla yakın bir zaman geçti; gökyüzünde gezegenler arasında  nasıl yüzlerce, hattâ binlerce yılda bir vuku bulan pozisyonlar meydana geliyorsa, ideolojik kökenleri dolayısıyla birbirlerini “yoldaş” olarak niteleyen iki siyasetçi de, NATO’nun stratejik konumu itibariyle çok önem verdiği, orada komünistlerin idareye hakim olmalarından daima çekine geldiği Kıbrıs adasında, demokratik bir tesadüf(!) sonucu Devletlerinin başında “mevkidaş” oldular.

Talât ve partisi CTP, daha güneyde seçim yapılmadan  Hristofyas’ın seçilmesinin Kıbrıs sorununun çözümü için bir “fırsat penceresi” yaratacağını öne sürdü.  Hristofyas seçimi kazandı. Türkiye ve Yunanistan Dışişleri Bakanları, Babacan ve Bakoyannis, Mart 2008’de Ankara’da Talat - Hristofyas ikilisinin çözüm için “fırsat penceresi” açtıklarını ifade ettiler. ABD ve AB de aynı görüşü dile getirdiler. BMGS de onlara katıldı. Oysa aslında ortada çözüm için ne bir “fırsat” vardı, ne de açılmış veya açılabilecek kapı veya pencere.

“Kıbrıs’ta Yoldaşlar İşbaşında” ve “Kıbrıs’ta Fırsat Penceresi mi?” başlıklarıyla Cumhuriyet Gazetesi’nde (11 ve 21 Mart 2008) yayınlanan yazılarımda, M. Ali Talât çözüm için ne kadar hevesli ve tavizkâr olursa olsun Hristofyas ile çözüm olamayacağını gerekçeli olarak iddia ettim. İstemezdim ama, gelişmeler beni yanıltmadı.

Makalelerimde aslında  bir kehanette bulunmamıştım. Sadece, Hristofyas’ın yemin töreninde yaptığı konuşmanın metnini, 5 yıl önce Papadopulos’un kendi yemin törenindeki konuşmasının içeriği ile mukayese etmiştim. Arada hiçbir fark bulunmadığını; hattâ Hristofyas’ın, Papadopulos’un görüşlerini ve iddialarını daha keskin bir üslupla tekrarladığını saptamış ve hükmümü vermiştim. 

2004’de AKEL red oyu vermiş olduğu için, Mart 2008’de müzakere süreci başladıktan sonra, Hristofyas’ın istediği şekilde ANNAN Plânı tamamen terk edildi. Annan Plânı’nın referansı olan BM Güvenlik Konseyi’nin 1250 sayılı kararı yerine 1251 sayılı karar referans haline geldi.

1251 sayılı karar da “Kıbrıs sorununun çözümü, bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü korunan, tek egemenliğe, tek hukukî kişiliğe sahip bulunan, içinde tek vatandaşlığın olduğu, iki toplumlu ve iki kesimli bir federasyon içinde  ilgili Güvenlik Konseyi kararlarında tarif edilen şekilde siyasî bakımdan eşit iki toplumu ihtiva eden bir Kıbrıs Devleti’nin üzerinde kurulmalıdır ve böyle bir çözüm bütün halinde veya kısmî olarak herhangi bir ülkeyle birleşmeyi ve taksimin ve ayrılmanın her şeklini yasaklamalıdır” hükmüne yer verilmekteydi.

1251 sayılı kararda “bir Kıbrıs Devleti” kavramında kelimelerin baş harfleri büyük harfle yazılmıştı. Kastedilen “KC”  idi.

Bu da çözümün “KC’nin” anayasasının federal düzen kuracak  şekilde tadil edilmesiyle ortaya çıkacağını anlamına gelmekteydi.

Yani Hristofyas’a çok önemli tavizler verildi. Yine de çözüm ortaya çıkmadı. Sonunda Talât Hristofyas’ı suçladı. Başbakan Erdoğan da dayanamadı ve Hristofyas’ı kastederek “hepsi aynı değirmenden çıktıkları için mamul olarak fark etmiyor; Papadopulos daha önce ne söylemişse, O da  onları söylüyor” dedi.[38]   Sonunda  doğru bir teşhiste bulundu.

 

2010 Nisan ayından itibaren müzakereleri Kıbrıs Türk halkı adına yürütme sorumluğunu Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu üstlendi. Müzakereleri Talât’ın bıraktığı noktadan itibaren yapıcı bir yaklaşımla, kendisinin üstün vasıflarından olan yumuşak, fakat kararlı bir  üslupla, konulara tam bir vukufla, müzakerelerin temposunu yavaşlatma taktikleri uygulamadan, müzakerelerin önünü tıkayacak ön şartlar ortaya atmadan, somut önerilerle ilerlemeğe katkıda bulunarak  belirli bir takvim dahilinde çözüme ulaşılması için gayret sarfetti.

 

BMGS raporlarında KKTC Cumhurbaşkanı’nın tutumu hakkında açık veya kapalı biçimde hiçbir olumsuz değerlendirme yer almadı. Oysa BMGS, raporlarında ve/veya açıklamalarında, açıkça eleştiren ifadeler kullanmasa da, Hristofyas’ın oyalayıcı ve hedefe ulaşılmasını geciktirici tutumlarından rahatsızlık duyduğunu ortaya koyacak şekilde zaman zaman“görüşmelerin ucu açık bir süreç olmadığını” hatırlatma ihtiyacını duydu. “Sırf görüşmüş olmak  için sonu gelmez biçimde görüşme” anlayışının kabul edilemeyeceğini ifade etti.[39]

Görüşmeler için 2008 Mart ayında ilk resmî  temaslar başladığı zaman, Taraflar ve BM ve özellikle Talât, çözümün 2008 yaz aylarının sonuna kadar elde edileceği yolunda aşırı iyimser beyanda bulundular.

BMGS’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Alexander Downer, Türk basınına verdiği ilk röportajda “çözüm olasılığının ilk kez bu kadar yüksek olduğunu” belirtti.[40]

Çözüm için dile getirilen hedef tarih, önce 2008 sonu, sonra da 2009, 2010, 2011 sonu ve nihayet GKRY’nin AB dönem Başkanlığını üstleneceği 1 Temmuz 2012 öncesi şeklinde sürekli değişikliğe uğradı.

BMGS,  Ada’ya 2010 Ocak  sonunda ilk gelişinde, 1964’den sonra yeniden açılan Lokmacı kapısından geçti ve bu olayın verdiği olumlu izlenimle Mayıs 2010’da yayınladığı raporunda[41]Lokmacı kapısından geçerken her iki tarafça da sıcak biçimde karşılandığını ve halkta çözüm için gerçek bir arzunun varlığına tanıklık ettiğini” belirtti.

Bununla beraber, daha sonraki raporlarında, görüşmelerin “yavaş” giden seyrine dikkati çekti. “Temponun hızlandırılması” çağrısında bulundu.

Müzakerelerin son 4 yıllık seyri içinde, Kıbrıs Türk ve Rum liderleri arasında 150 civarında görüşme cereyan etti.

BMGS Ban Ki-moon, Talât ve Hristofyas arasında 1, Eroğlu ve Hristofyas arasında 5 olmak üzere,  toplamda 6 Zirve görüşmesi düzenledi.[42]

Çözüm ortaya çıkmadı.

Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) lideri Hristofyas, görev süresinin sona ermesine az bir zaman kala 4 Ocak 2013 tarihinde düzenlediği basın toplantısında “5 yıllık iktidarı boyunca KKTC’ye yönelik ambargoların yürürlükte kalması için mücadele ettiklerini” belirterek bunu “başarı” olarak niteledi.[43]

Bu demeci, Hristofyas’ın  GKRY’de Başkan olmasının çözüm için bir “fırsat penceresi” oluşturduğunu düşünüp bunu ifade etmiş olanlar umarım ibretle kaydetmişlerdir.

Burada bir gerçeği dile getirmek istiyorum.

Annan Plânı’nın 2004’de Rumlar tarafından reddedilmesinden bu yana tam 9 buçuk yıl geçti. Bu zaman zarfında Denktaş siyaset sahnesinde aktif rol almadı. 2012 yılının başında hayata veda etti.  Yine de Kıbrıs sorununda  çözüme ulaşılamadı.

2002 – 2004 döneminde Denktaş’ı çözümsüzlük siyaseti takip etmekle suçlamış ve Türkiye’nin AB sürecine zarar vermekle itham etmiş olan çevrelerin, Kıbrıs sorununda yaşadığımız  son 9 buçuk yıllık çözümsüzlük ve Türkiye – AB ilişkilerindeki durgunluk döneminden, gerçekçi değerlendirmeler yapabilme bakımından gerekli dersleri çıkarmış olmalarını temenni ederim.

V. GKRY’NİN YENİ LİDERİ NİKOS ANASTASİADİS DÖNEMİ HAKKINDA KIBRIS SORUNUNA ÇÖZÜM ARAYIŞLARI BAKIMINDAN TAHMİNLER

24 Şubat 2013 günü  yine Kıbrıs Rum siyaset değirmeninin ürünü olan Nikos Anastasiadis GKRY’de Başkan seçildi.

Türk Basını Nasıl Algıladı?

Türk basını Anastasiadis’i genellikle olumlu vurgulamalar ile kamuoyumuza takdim etmeye başladı. Güney Kıbrıs’taki seçim kampanyasında ana temayı ekonomik ve malî krizin oluşturduğuna, Kıbrıs konusunda tartışmalara girilmediğine   işaret edildi.  Anastasiadis’in liderliğindeki DİSİ Partisi’nin 2004 Annan Plânı referandumunda “evet” oyu verdiği  hatırlatıldı. Bunlar  hayra alâmet olgular olarak yorumlandı.

Anastasiadis’in seçimi kazandıktan sonra verdiği demeçlerden ve 28 Şubat günü yemin töreninde yaptığı konuşmadan bazı ifadeleri adeta cımbızla seçilerek, haberlerde “İlk mesaj Türkiye’ye”, “Türkiye’ye ihtiyacı var”, “Müzakereler yeniden başlayacak”, “Kıbrıs sorunu hakkında sıcak mesajlar verdi”, “Türklerin de kabul edeceği çözüm istiyorum” gibi  başlıklar ve alt başlıklar oluşturuldu.

Anastasiadis’in konuşmaları “Türkiye’nin AB üyeliğini destekliyoruz; Türkiye ile yeni dönemde yeni bir ilişkiye hazırız”; “Kıbrıs sorununun çözümü bize bağlı, Türkiye'ye bağlı, Kıbrıs Türküne bağlı. Çözüm için umutluyum; ancak çözüm için Türkiye’nin yardımına ihtiyacımız var” gibi alıntılarla kamuoyuna nakledildi. Âdeta muhtemel yeni bir çözüm arayış süreci hakkında umutlu bir hava yaratılmağa çalışıldı.

Anastasiadis Çözüme Katkı Yapabilir mi?

Peki, Anastasiadis  konuşmalarında Kıbrıs sorununun önümüzdeki dönemde çözülmesi ihtimali hakkında gerçekten tarafımızdan olumlu algılanabilecek ve umutlanmamızı haklı kılacak mesajlar mı verdi?

GKRY’nin yeni Lideri, önümüzdeki dönemde,  Ada’da âdil ve kalıcı bir çözümün sağlanmasına katkıda bulunabilir mi?

Katkı yapabilmek için, Kıbrıs sorununun “megali idea” ideolojisinin ve “enosis” emelinin ürünü olarak çıktığı; Ada’daki status quo’nun 1974’de oluşmasına  bir “enosis” hareketinin sebebiyet verdiği; status quo’nun Rumların ve Yunanistan’ın çözümü reddeden  politikaları ve engelleyen tutumları yüzünden giderek yerleştiği; 2004’de status quo’nun ortadan kalkması ve hattâ kendileri için “enosis’in” tam anlamıyla AB zemininde gerçekleşebilmesi yolunda yaratılmış olan tarihî fırsatın, kendi Partisi DİSİ’nin “evet” oyu vermesine karşın, Rumların büyük çoğunluğunun oyuyla reddedilmesiyle kaçırıldığı gibi gerçeklerle yüzleşebilir mi?

Yaşayabilir çözüm için Ada’daki gerçeklerden hareket edilmesinin zarurî olduğunu idrak edip, bunu kabullenebilir mi?

Kıbrıs konusunu ele alırken, halen kendi ülkesinin ve anavatanları Yunanistan’ın ekonomik ve malî yönden  içinde bulunduğu durumu dikkate alabilir mi?

Bu soruların tümünü, Anastasiadis’in yemin töreninde,[44] 26 Eylül 2013 günü New York’ta BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada[45], New York’taki basın toplantısında[46] dile getirdiği unsurları, yeni bir müzakere dönemi başlatılması için ileri sürdüğü ön şartları, müzakereleri başlatmak için yapılması gereken işleri ağırdan almasını, BMGS’nin özel Danışmanı Downer’a takındığı tavrı  dikkate alarak  baştan “hayır” sözcüğü ile cevaplandırıyorum.

Bu iddialı cevabı şu olgulara dayanarak veriyorum:

İlk olgu olarak belirtilmelidir ki, güney Kıbrıs’taki seçim kampanyasında ana tartışma konusunu malî ve ekonomik krizin oluşturmuş  ve  Kıbrıs sorununun önüne geçmiş olması olgusu, Anastasiadis’in GKRY lideri olarak Kıbrıs sorununun çözümünde gerçekçi ve uzlaşıcı bir tutum izleyebileceğine dair işaret olamaz. O’nun makul, ölçülü ve mutedil bir siyasetçi olduğunu da göstermez.

Anastasiadis 2005’de Türkiye’ye Gelmişti

Burada bir hatırlatma yapmak istiyorum: Anastasiadis, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin daveti üzerine Güney Kıbrıs muhalefet lideri olarak 2005 Şubat ayında Türkiye’ye geldi ve Ankara ve İstanbul’da temaslar ve görüşmeler yaptı. Ziyaretinden kısa bir süre önce verdiği demeçte “Türk Hükûmeti’nin Kıbrıs politikasına karşı çıkanların başında askerler geliyor" dedi. Zamanın Dışişleri Bakanı Abdullah Gül bu sözlere "çok çirkin; ayıplıyorum" şeklinde sert tepki verdi ve "eğer gazetedeki ifadeler doğruysa Türkiye'ye gelirken bu tür şeylerin söylenmesi çok yanlış olmuş.  Görüşürsem kendisine de söyleyeceğim” şeklinde konuştu.[47] Yine, Türk basınında, Anastasiadis’in ziyareti sırasında Ankara’dan jestler beklediğini söylediğini yazdı. Bu jestler arasında Maraş’ın Rumlara iadesi talebi de vardı.[48]

Anastasiadis: Kıbrıs sorunu “Millî Dava”

Bu güne dönersek: Anastasiadis, seçildikten sonra 28 Şubat günü yemin töreninde yaptığı konuşmada Kıbrıs sorununu “millî dava” olarak niteledi ve “vatanımız  için en büyük meydan okumadır” dedi. Kıbrıs sorununu ilk sırada ele aldı. Mâlî kriz konusuna ikinci plânda yer verdi. Bu konunun Rum tarafının “Kıbrıs sorunundaki müzakere pozisyonunun  kuvvetlendirilmesiyle irtibatlı olduğunu” vurguladı.

DISI Seçmenin Yarısı Annan Plânı’na Red Oyu Verdi

İkinci olgu şudur: Anastasiadis DISI lideri olarak 2004’de ANNAN Plânı’nı destekledi. Ancak, DISI yandaşlarının yarısına yakınının yine de ANNAN plânına karşı oy verdiği anlaşılıyor. Çünkü, 2001 Meclis seçiminde DISI % 34 oy almıştı. Oysa, ANNAN plânına GKRY genelinde kabul oyu verenlerin nispeti %24’dür. Referandum’dan sonra DISI’den ayrılan veya ihraç edilen milletvekilleri de oldu. Bu sebeple, Anastasiadis’in ANNAN plânına destek vermiş olmasını, çözüm ihtimali açısından geleceğe dönük değerlendirmelerde  olumlu bir faktör olarak değerlendirirken ihtiyatlı olmamız gerekir.

DISI EOKA-B Yuvası

Üçüncü olgu, Anastasiadis’in siyasette yetiştiği ve Liderliğini de yapmış olduğu Demokratik Seferberlik Partisi’nin (DISI), 1974’deki gelişmelerin hemen ertesinde, Makarios’un güvendiği ve görüşmeci olarak atadığı siyasetçilerden Glafkos Klerides tarafından kurulmuş olmasıdır. DISI yelpazenin sağında yer alır.  “Enosis” hedefini benimsemiş olan Klerides, DISI’yi EOKA-B elemanlarının yuvası haline getirmişti. Anastasiadis DISI’nin kurucuları arasındadır. Uzun süre Parti’nin gençlik kollarının başkanlığını yapmıştır.

Annan Plânı’nı Reddedenler DISI’nin Koalisyon Ortağı

Dördüncü olgu, Anastasiadis’in kurduğu kabinenin esas itibariyle DISI ve DIKO partilerinden oluşmuş bir koalisyon olması keyfiyetidir. DIKO adada çözümü daima red etmiş ve engellemiş olan Kyprianou ve “Mr. No” lâkaplı Papadopulos’un liderlik yaptığı partidir. 2004 referandumunda  seçmeninden ANNAN plânına “hayır” oyu vermelerini istemiştir. Anastasiadis yaşayabilir gerçekçi bir çözümü DIKO ile mi gerçekleştirecektir? Kaldı ki, karşısındaki ana muhalefet AKEL’dir. Hristofyas döneminde DİKO AKEL’in koalisyon ortaklığını yapmıştı.

Kilise Anastasiadis’i Destekliyor

Beşinci olumsuz olgu, Kıbrıs Ortodoks Kilisesi’nin başı Hrisostomos’un ikinci tur seçimden önce Anastasiadis’e alenen destek beyanında bulunmuş olmasıdır. Hrisostomos’un elenizmin Kıbrıs’a ilişkin hedefinden sapma gösteren bir çözüm şekline destek olması beklenebilir mi?

Ulusal Konsey’in Rolü Arttırılıyor

Altıcı olgu, Anastasiadis’in “ne Cumhurbaşkanı, ne de bir siyasî lider millî davanın sorumluluğunu tek başına omuzlayabilir” diyerek, önümüzdeki dönemde Kıbrıs sorununa çözüm arama çalışmalarında Rum “Ulusal Konseyi’nin” (UK), Rum tarafının pozisyonuna esas teşkil edecek  kapsamlı çerçevenin hazırlanması dahil, sorumluluğunun arttırılmasını ve yetkilerinin kesin ve belirleyici olmasını sağlayacak  düzenlemelerin süratle yapılacağını açıklamış bulunmasıdır. Rum lider, UK’un millî davada temel konularda alacağı kararların Cumhurbaşkanı için bağlayıcı olacağını da ifade etti. Sadece oybirliği ile alınan kararların değil, halkın % 75’ini temsil eden partilerin pozisyonlarının da bağlayıcı nitelik taşıyacağını sözlerine ekledi. UK’un kararlarını yeni bir çözüm arayış sürecinde temel alınacak belgeler meyanında zikretti.

Cumhurbaşkanı ile beraber, Başpiskopos’un, ana muhalefet liderinin, Mecliste temsil edilen partilerin liderlerinin, eski Cumhurbaşkanlarının ve Rum Millî Muhafız Ordusu Komutanının üye olduğu UK’dan, iki tarafça kabul edilebilir, Ada’daki gerçeklere uygun  adil ve yaşayabilir bir çözüm kararı çıkabilir mi? Samimi olarak çözüm isteyen bir liderin, UK gibi Kıbrıs konusunda aşırı milliyetçi görüş ve tutumları bilinen unsurlardan oluşan kurumun yetkilerinin ve ağırlığının arttırılmasını teşvik ve teklif etmesi beklenir mi?

Çözüm Görüşmeleri Atanacak Görüşmeciler Düzeyinde

Yedinci olgu, Anastasiadis’in, kendi döneminde yapılabilecek görüşmelerin iki Tarafın Liderleri seviyesinde değil, atanacak müzakereciler düzeyinde yürütülmesi yolundaki düşüncesidir. Çözümün zamanının çoktan gelip geçtiğini idrak eden bir liderin müzakereleri doğrudan kendisinin yürütüp bir an önce sonuca ulaşmaya gayret etmesi gerekmez mi? 1968’den bu yana yapılmakta olan müzakerelerde, Kıbrıs sorununun hâlâ önce teknik alt seviyede araştırılması ve olgunlaştırılması gereken veçhesi kaldı mı?

Anastasiadis Görüşmelerde Türkiye’nin de Sorumluluk Üstlenmesini İstiyor

Sekizinci olgu, Anastasiadis’in yemin töreni nutkunda, yeni bir çözüm arayış sürecinde “işgal gücünü” Kıbrıs Türk Tarafının ortaya koyacağı pozisyonlardan, tekliflerden mesul hale getirecek yöntemler uygulayacaklarına dair sözleridir. Bu düşünceye yol açan niyet aşikârdır.

Federasyon: Istırap Veren Uzlaşı

Dokuzuncu olgu, Anastasiadis’in çözüm şekli için  “iki kesimli ve iki toplumlu federasyon” hedefinin “ıstırap veren bir uzlaşı” olarak nitelemesidir. Bu sözler Hristofyas’ın “federasyon formülü Makarios’un verdiği acı bir tavizdir” şeklinde Talât ile görüşmelere başlarken söylediği ve iktidarının son gününe kadar da defalarca dile getirmekte beis görmediği sözlerinin tekrarıdır. Anastasiadis’in çözüm şekline olan bakışının Hristofyas’ınkinden farklı olmadığının kanıtıdır.

Anastasiadis de İki Kesimliliği Ortadan Kaldıracak Bir Çözüm Şeklinin Peşinde

Onuncu nokta da şudur: Anastasiadis de Hristofyas gibi, 1974’de oluşan iki kesimliliğin ve Türkiye’nin 1960 Antlaşmalarıyla Ada’da sağladığı etkin ve fiilî garanti hak ve yetkilerinin ortadan kalkmasına fazla zaman geçmeden yol açacak bir çözüm peşindedir. Konuşmaları bunu açıkça ortaya koymaktadır.

Anastasiadis Samimiyetsiz

Onbirinci olgu Anastasiadis’in konuşmasında “yurttaşlarım” diyerek hitap ettiği KKTC halkına karşı sergilediği samimiyetsizliktir; saygısızlıktır. “Kıbrıs sorununun KC’nin bütün vatandaşlarının insan haklarını yeniden sağlayacak biçimde  en erken zamanda çözüme kavuşturulması için çalışacağıma sizi temin ederim. Birleşme ve işgal kuvvetlerinden arınmış bir vatan; Avrupalı, barış içinde ve müreffeh bir Kıbrıs yaratma çabamıza ortak olmanız için size çağrıda bulunuyorum” şeklinde konuşma cüretini gösterirken, Kıbrıs Türk halkını ve Türkiye’yi, bu sözlerle tarif edilen çözüm şeklinin ne olduğunu; neyi amaçladığını anlayamayacak kadar Kıbrıs konusunda bilgisiz, idraksiz ve basiretsiz mi zannetmektedir?

Türkiye’nin AB Üyeliği İçin Önşartlar

Onikinci olgu, aynı samimiyetsizlik ve saygısızlık Kıbrıs’ta “her hükûmet Türkiye’nin Avrupa oryantasyonundan yana olmuştur” sözlerinde de apaçık kendini göstermektedir. Bu cümlenin devamı “ancak, AB’nin tam üyesi olan KC’ne karşı Türkiye’nin duruşunu değiştirmesi, tehditlere, ihtilâfa ve gerginliğe dayalı modası geçmiş politikaları terk etmesi gerekli önşarttır” şeklindedir. Anastasiadis bu önşartların Türkiye tarafından kabul edilmesi ihtimalinin bulunduğunu mu sanmaktadır?

GKRY’nin Yeni Dış Politikasının Esasları

Onüçüncü olgu, Anastasiadis’in “yeni” olarak nitelediği dış politikasının esaslarını açıklarken bunun “millî dava’nın” yürütülmesiyle ilgili olduğunu ve “amacın Kıbrıs sorununun çözümünde Kıbrıs’ın çıkarlarının ve doğal servetlerinden yararlanma haklarının korunması amacına matuf bulunduğunu” vurgulamasıdır. Bu sözler de  Rum liderin niyet ve tasavvurlarına ışık tutar mahiyettedir.

Çözüm Şekli AB Normlarına Uygun Olmalı

Ondördüncü olgu eski liderler gibi Anastasiadis’in de “Kıbrıs’ın” bir AB üyesi Devlet olduğuna vurgu yapması ve bulunacak çözüm şeklinin AB’nin değerlerine ve ilkelerine uygun temellere dayanması gereği üzerinde durmasıdır.

Ayrıca, BMGS’nin iyi niyet görevine ilâve olarak ve onu tamamlamak üzere müzakerelere AB’nin müdahil olmasını istemesidir.

Onbeşinci olgu, dörtlü  Konferans yöntemine karşı olduğunu ve Türkiye’nin kabul ettiği “çapraz görüşmelerin” dörtlü konferansa yol açmasına izin vermeyeceğini açıklamış olmasıdır.

KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu Haklı

Yukarıdaki olgular, KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’nun Anastasiadis’in seçilmesiyle ilgili olarak kendisine yöneltilen bir soruyu “Güney’de hangi lider cumhurbaşkanlığına seçilirse seçilsin müzakere masasına geldiklerinde birbirlerinden pek fazla farkları olmamaktadır. O bakımdan Anastasiadis’in de kendi halkını ve devletini temsil etmek için müzakere masasına otururken, geçmiş Rum liderlerinin masaya taşımağa çalıştığı ağır taviz isteklerinden daha geri kalacağını düşünmüyorum” şeklindeki sözlerle cevaplandırmasında ne kadar haklı ve isabetli olduğunu ortaya koymaktadır.

Anastasiadis’in Kıbrıs Sorunu Hakkındaki İcraatı

Anastasiadis’in göreve başlamasından bu yana 10 ay geçti. Kıbrıs sorununa çözüm aramak için görüşmeleri başlatma hususunda bir acelecilik ortaya koymadı. Aksine işleri ağırdan aldı. Önce GKRY’nin içinde bulunduğu ekonomik kriz ile uğraşması gerektiğini öne sürdü. Eroğlu ile ilk buluşması göreve gelmesinden 3 ay sonra 30 Mayıs’ta akşam yemeğinde gerçekleşti. O zamandan buyana başka buluşma olmadı.

Kıbrıs konusunda ilk icraat olarak müzakerelerin düzeyini düşürdü. Ancak özel temsilcisini seçip tayin etmesi 6 ay aldı.

“Önemli olan görüşmelerin ne zaman başlayacağı değil, hangi ortak zemin üzerinde başlayacağıdır” diyerek iki Lider’in Özel Temsilcileri’nin bir Ortak Bildiri hazırlamalarını istedi. 31 Ekim itibariyle bir buçuk ay kadar zaman geçti. Ortak Bildiri ortaya çıkamadı. Çünkü, Anastasiadis  Bildiri’nin muhteva, amaçlar ve hedefler bakımından kapsamlı ve bağlayıcı nitelikte olması için ısrarlı oldu. Ortak Bildiri açıklanmadan masaya oturmayacağını söylemeğe başladı. Basına yansıyan bilgilere göre, masada görüşülüp sonuçlandırılması gereken konular bir sayfalık bir ortak bildirinin içine sığdırılması için çalışılmaktadır.

Anastasiadis “Kıbrıs halkının” Kıbrıs sorununun çözüme ulaşabileceğine  yeniden inandırılabilmesi için Maraş’ın bir dürtü (impetus) olarak  müzakereler başlamadan veya devam ettiği sırada kendilerine iade edilmesi gerektiğini bir ön şart olarak açıkladı. Bunu BM Genel Kurulu’nda iyi niyetli bir teklif olarak sundu.

Anastasiadis muhtemel bir çözümün  sözde “KC’nin” evrim suretiyle federasyona dönüşmesi şeklinde ortaya çıkacağı görüşünü ısrarla savunmaktadır. Bu savını kabulünü bir ön şart haline getirmiş bulunmaktadır.

Rum lider Kıbrıs sorununu çözüme kavuşturmak maksadıyla bugüne kadar sanki hiçbir şey yapılmamış gibi, geçmişte yapılanları ve tarafların pozisyonlarında ortaya çıkmış bulunan bazı “yakınlaşmaları” yok farzeden bir anlayış ortaya koymaktadır. 2008-2012 döneminde Hristofyas ile yapılan müzakerelerde tarafların pozisyonları arasında meydana gelen “yakınlaşmaları” kayda geçirmek maksadıyla BM tarafından hazırlanmış bulunan “Convergencies 2008 - 2012[49] başlıklı bir belgeyi BMGS’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Downer taraflara sunmuş bulunmaktadır. KKTC bu belgedeki tespitlerle mutabık olduğunu gecikmeksizin BM’ne bildirdi.  Anastasiadis’in böyle bir belge hazırlanmış olmasından ve taraflara ulaştırmasından rahatsızlık duyduğu basında çıkan haberlerden anlaşılmaktadır. Rum tarafı bu belge hakkında görüşünü BM tarafına bu vakte kadar bildirmiş değildir.

Anastasiadis, müzakerelerin belirli bir takvime göre hızlı tempoyla yürütülüp sonuçlandırılmasına, BMGS’nin hakem gibi davranmasına da karşıdır.

Doğu Akdeniz’de varlığı öne sürülen hidrokarbon yataklarının araştırılması ve işletilmesi konusunda GKRY’nin başlattığı tek yanlı girişimler ve yapılan çalışmalar karşısında KKTC’nin ve Türkiye’nin takındığı kararlı tutumu Anastasiadis de “KC’nin” egemenlik haklarına ve alanlarına müdahale olarak kabul ettiğini ortaya koymuş bulunmaktadır.

Çapraz Görüşme Yöntemi

Bilindiği üzere, Kıbrıs Rum liderliği, öteden beri, Kıbrıs sorununun aslında iki toplum arasında değil, Kıbrıs adasını istilâ ve işgal etmiş olan Türkiye ile “KC” arasında bir sorun olduğu görüşünü savunagelmektedir. Bu sebeple de sorunun Türkiye ile KC arasında görüşülerek çözülebileceği savını ileri sürmektedir.

Anastasiadis de aynı görüştedir. 28 Şubat  2013 günü yemin töreninde yaptığı konuşmada “Kıbrıs ile Türkiye arasında, işgale son verilmesi suretiyle Kıbrıs sorununun halledilmesine yol açacak bir yeni ilişki kurulması için çalışmaya hazırız” dedi. Devamla, Kıbrıs sorununun çözümünü sağlama amacıyla “işgal gücünü masaya koyacağı tekliflerden mesul kılacak bir yöntem” oluşturulmasından söz etti.

23 Eylül günü Türkiye ve Yunanistan Dışişleri Bakanları New York’da biraraya gelerek Kıbrıs Türk ve Rum görüşmecilerin müzakere sürecinde çapraz olarak Ankara ve Atina’yı ziyaret etmeleri hususunda anlaşmaya vardılar.

Anastasiades, bu anlaşmadan duyduğu memnuniyeti BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada “Kıbrıs Rum toplumu temsilcisi ile görüşme yapmaları konusundaki teklifimi kabul etme kararı aldıkları için  Türkiye’ye teşekkür ederim” diyerek dile getirdi.

Ancak, basında temsilcilerin Ekim ayının ikinci yarısında Ankara ve Atina’yı çapraz olarak ziyaret edeceklerine dair haberler çıktıysa da, 31 Ekim itibariyle bu ziyaretler gerçekleşemedi. Basında Rum tarafının bazı zorlukları olduğuna dair haberler yer almaktadır.

Belirtmeğe lüzum yoktur ki, bu ziyaretlerde temsilcilerin Ankara ve Atina’da  eşit düzeyde kabul  görmeleri esas olmalı ve uygulamada simetri titizlikle sağlanmalıdır.

Kıbrıs Türk Temsilci KKTC pasaportu, Kıbrıs Rum Temsilci de “KC” pasaportu ile seyahat etmelidir.

Bu çapraz ziyaret yönteminin GKRY tarafından kötüye kullanılma ihtimali yok değildir.

Türkiye’de Rum temsilciye  iyi niyetle ifade edilebilecek bir sözün, KKTC ile Türkiye arasında güven bunalımı yaratmak maksadıyla Rumlarca  çarpıtılarak kamuoyuna yansıtılması ihtimali yok sayılamaz. Bu sebeple görüşmelerin tutanaklarının titizlikle hazırlanması büyük önem arzeder.

Bir tehlike de, Rum tarafının Ankara’nın pozisyonlarını AB nezdinde Türkiye’nin AB sürecine zarar vermek amacıyla istismar etme niyeti taşıması halinde ortaya çıkar.

Uluslararası Toplumun Bakışı

Basında çıkan haberlere göre, BMGS Ban Ki-moon dünyanın Kıbrıs sorunundan yorulduğunu ifade ederek, Kıbrıs’taki liderlere sorunu vakit geçirmeden çözmeleri çağrısında bulunmaktadır.

Beyaz Saray’dan yapılan açıklamaya göre ABD Başkanı Obama 8 Ağustos 2013 günü Vaşington’da Yunanistan Başbakanı ile yaptığı görüşmede “Kıbrıs’tan Rum ve Türk toplumundan gelen mesajlar bizi cesaretlendirmektedir; onlarca yıldır süren ihtilâfı ve gerginlikleri halletmek için büyük bir fırsat vardır” şeklinde konuşmuştur.

2008’de Kıbrıs’ta çözüm için “fırsat penceresi” edebiyatını yapmış olan dünya liderlerinin, yakın geçmişten ders almış olarak bu defa durumu doğru değerlendirmelerini ümit ve temenni ederim.

Bu sefer başlayabilecek görüşmeler için Doğu Akdeniz’de Kıbrıs Adasını çevreleyen alanlarda zengin hidrokarbon yataklarının bulunmasının Kıbrıs sorununa çözüm bulunması için bir itici güç olacağı değerlendirmelerinin de yapıldığı görülmektedir.

Sözkonusu yatakların varlığı gerçek ise, Batılı büyük aktörler bunu, başkaca güçlere, meselâ Rusya’ya kaptırmamak için, Rumların Türkiye saplantılı oyunlarına müsaade etmeden gereken tertipleri alma yoluna giderler diye düşünüyorum. Bu düşüncemi, 1950’li yılların ikinci yarısında Sovyetler Birliği’nin yayılmacılığının Kıbrıs’ı da içine alacak şekilde Doğu Akdeniz’de  bir tehlike haline gelmesi karşısında Kıbrıs’a üç NATO devletinin garantörlüğünde bağımsızlık verilmiş olması vakıasına dayandırmaktayım.

Hareket Tarzı

Önümüzdeki dönemde ortada Kıbrıs sorunu için bir çözüm ihtimali veya imkânı var mıdır, yok mudur, bu husus elbette ki Türkiye ve KKTC tarafından somut ve resmî verilere dayalı olarak yetkiyle ilk elden değerlendirilecek ve gereği yapılacaktır.

Ancak, ben 2004 Nisan’ın da Türk tarafının ortaya kesin bir tavır koyup, çözüm arayışlarında hiçbir şeyin artık 24 Nisan 2004’den önceki gibi olmayacağını dünyaya ilân etmesi gerektiği görüşündeydim. Bunun için şartlar her zamankinden çok daha müsaitti. Bu yapılmadı. Biz fırsatı kaçırdık. Sonra da umulanın aksine çözüm için “fırsat penceresi” açılmadı.

Bu defa yeni bir çözüm süreci başlayabilirse, bu kesin biçimde belirlenmiş somut bir takvime göre cereyan etmelidir.

Bu satırların yazılmasından sadece 15 gün sonra KKTC 30 yaşını tamamlayacaktır. Bunun önemi ve anlamı dikkatten kaçırılmamalıdır.  Kosova’nın, Abhazya’nın (6 devlet tanımış), Güney Osetya’nın (5 devlet tanımış) bağımsız Devlet olarak ortaya çıkabildiği bir dünya da, KKTC’nin elbette yeri vardır ve esasen Türkiye Cumhuriyeti tarafından diplomatik tanımaya mazhar olarak gerçek anlamında demokratik bir devlet vasfıyla  uluslararası toplumda bu yere sahip olmuştur.

KKTC’nin üzerindeki insan haklarının en büyük ihlâllerinden birini oluşturan siyasî amaçlı tecrit tedbirlerinin kaldırılmasını teminen kararlı adımlar atılmasının zamanı gelmiştir.

Çünkü, 1968’den günümüze kadar yürünen yolda Rum tarafıyla anlaşmaya dayanan bir çözüm arayışı ne yazık ki nafile bir gayret oldu.  Bu yolda Rumlar işlerine geldiği gibi serbest ve rahat biçimde yürüyebildi ve AB içinde “enosis” i gerçekleştirebildi. Oysa, çözüm arayış süreci Kıbrıs Türk halkının ayağına haksızca ve insafsızca takılmış bir pranga vazifesi gördü.

Görüşmelerin her defasında Rumlar tarafından kesilmesinden sonra hemen yeniden başlatılması, uluslararası toplumda KKTC’ni tanıyabilecek dostlarımız için caydırıcı bir etki yaptı. Tabir yerindeyse,  dostlarımız “pişmiş aşa su katmaktan” kaçındılar.

Yeni bir çözüm arayışına girilecekse, nasıl Anastasiadis bazı ön şartlar ileri sürme cesaretini ve gücünü gösterebiliyorsa, Türkiye’nin de KKTC üzerinden, vurgulayarak tekrar ediyorum, “Kıbrıs Türk Toplumunun üzerinden değil”, “KKTC’nin üzerindenambargonun kaldırılmasını bir ön şart olarak uluslararası toplumdan resmen talep etmesi gerekir. Belki o zaman dünya Kıbrıs ile ilgili durumun ciddiyetini anlayacaktır! Anlamaya kendini mecbur hissedecektir!

Kıbrıs müzakere sürecinde Türkiye, şimdiye kadar uygulanan yöntemi değiştirip, Rum Temsilciyle Ankara’da görüşme cesaretini gösterebilmişse, yeni bir süreçle ilgi olarak da KKTC’nin üzerindeki ambargonun kaldırılmasını talep etme cesaretini gösterebileceğine inanıyorum.

Diğer taraftan, Ada’daki gerçekler temelinde kalıcı bir çözüme ulaşılması samimi biçimde isteniyorsa, uluslararası toplumun Rumları  böyle bir çözüme razı olur ve hattâ ihtiyaç duyar hale getirecek somut adımları atmaya başlaması gerekir.

Bu adımların atılmasına ilk olarak Ada’daki BM Barış Gücü’nün (UNFICYP) görevine son verilmekle başlanabilir. Çünkü, BMGS’nin raporlarında Ada’da istikrar kazanmış olduğu belirtilen sükûnet aslında UNFICYP’in değil Türk askerî varlığının eseridir. Bugün UNFICYP Rumların Kıbrıs’ta  meşru hükûmet oldukları iddialarının sembolü olmaktan başka pratik bir amaca hizmet etmez durumdadır. Rumların ve Yunanistan’ın içinde bulundukları vahim ekonomik kriz şartlarında UNFICYP’in çekilmesi Rumları yılda yaklaşık 20 milyon, Yunanistan’ı da 6,5 milyon dolar tutarında bir malî yükten kurtarmış da olacaktır.

Öte yandan, Kıbrıs konusuyla ilgilenen aktörlerin elinde, içinde bulundukları ağır ekonomik şartlarda GKRY’ni ve Yunanistan’ı çözüme ikna edebilmek için başkaca manivelalar bulunduğunu da varsayıyorum.

Muhtemel Bir Çözümün Unsurları

Yeni bir görüşme süreci iki kesimli federal çözüm üzerinde anlaşmayla sonuçlandığı takdirde, KKTC Halkı’nın, referanduma sunulacak bir Antlaşma metnini, herhangi bir dış tesir altında kalmadan özellikle şu açılardan değerlendirerek oylarını kullanmalarını dilerim:

i. Rumlar karşısında egemen eşit ortak olarak kendi ayrı varlıkları için ne getirip ne götürdüğü;

ii. “Egemenliğin” iki halktan kaynaklanmasının öngörülüp görülmediği;

iii. Egemen siyasî eşitlik temelinde iki bağımsız Devlet arasında  “yeni bir ortaklık Devleti’nin” kurulup kurulmayacağı;

iv. “Kurucu ortak” mı (co-founder) yoksa “oluşturucu ortak” mı (constituent) olmalarının öngörüldüğü;

v. “İki kesimlilik” parametresinin geçici mi, yoksa daimî mahiyette mi olacağı;

vi. Egemen eşit ortak olarak kendi ayrı varlıklarının idamesi için tek ve etkili garanti olan Türkiye’nin fiilî (asker bulundurma) ve etkin (garanti hakkı) hak ve yetkilerinin devam edip etmediği;

vii. Türkiye’ye tanınan hak ve yetkilerin uygulanabilir olup olmadıkları;

viii. Antlaşmanın hükümlerinin AB’nin birincil hukuku haline gelip gelmeyeceği ve derogasyonlar mevcut mu değil mi?

ix. Referandum oy pusulasındaki sorunun da iyi okunup doğru anlaşılması hayatî önemi haizdir. Soruda yer alabilecek “Kıbrıs Türk Devleti” ibaresinin “egemen kurucu devlet” mi yoksa, “eyalet” anlamında mı kullanıldığının bilinmesi hayatî önemi haizdir.

x. Ayrıca ve belki de en önemli veçhe olarak, referandum tarihinde Türkiye henüz AB’ne tam üye olmamışsa ve yakın bir gelecekte olma ihtimali de görünmüyorsa,  Kıbrıs Türk halkının AB’ne katılmasının hem kendileri, hem Türkiye bakımından ne gibi sonuçlar doğuracağını isabetle değerlendirmelerini temenni ederim.

 

-----------------------------------------------------------

[1] Rauf R. DENKTAŞ, a.g.e., s.6

[2] Robert HOLLAND, a.g.e., s. 8

[3] John REDDAWAY, Burdened With Cyprus, K. Rüstem & Bro. And Weidenfeld & Nicolson Ltd., 1986, s.192.

[4] Necati ERTEKÜN, THE CYPRUS DISPUTE, K. Rüstem & Brother, 1981, 1984, s. 163.

[5] The Times, 9 Nisan 1963.

[6] Andreas PAPANDREOU, Democracy at Gunpoint: The Greek Front, DOUBLEDAY&COMPANY, INC., GARDEN CITY, NEW YORK, 1979, s.129-30. Türkçesi: Namlunun Ucundaki Demokrasi, Semih KORAY, Mehmet Emin YILDIRIM, Bilgi Yayınları, İkinci Basım Ekim 1988, s.161-162.

[7] Andreas PAPANDREOU, Democracy at Gunpoint: The Greek Front, DOUBLEDAY&COMPANY, INC., GARDEN CITY, NEW YORK, 1979, s.129-132. Türkçesi: Namlunun Ucundaki Demokrasi, Semih KORAY, Mehmet Emin YILDIRIM, Bilgi Yayınları, İkinci Basım Ekim 1988, s.161-165.

[8] Report of the Secretary-General, S/2004/437, s.16, para. 65

[9] İlter TÜRKMEN, “Simitis ve Kıbrıs Meselesi” başlıklı makale, Hürriyet, 29 Kasım 2005

[10] Glafkos CLERIDES, CYPRUS: MY DEPOSITION,  Alithia Publishing, 1989, Cilt 1, s.328.

[11] 4 Ekim 1983 tarihli ve A/38/PV.17 sayılı BM Genel Kurul Zaptı

[12] Tugay ULUÇEVİK, KKTC 25 Yaşında, Yeni Volkan Gazetesi, 16 Kasım 2008,

    Ayrıca bknz. Tugay ULUÇEVİK, KKTC 25 Yaşında, Y.A.R. MÜDAFA-İ HUKUK Dergisi, Aralık 2008,   sayı. 123, s. 33

[13]  Carol MIGDALOVITZ,  CRS Report for Congress, Cyprus: Status of U.N. Negotiations and Related Issues,  June 27, 2006, s. 19

[14] Bknz. Tugay Uluçevik, Kıbrıs’ta İki Liderin 23 Mayıs 2008 Tarihli Ortak Bildirisi Hakkında Değerlendirme, 30 Mayıs 2008, www.asam.org.tr , Konuk Köşesi.

[15] Report of the Secretary General, 8 March 1990, S/21183, para.13, s.4

[16] Report of the Secretary General, 8 March 1990, S/21183, para.11, s.3

[17] Report of the Secretary General, 8 March 1990, S/21183, Annex I, s.7

[18] BM Güvenlik Konseyi’nin 10 Nisan 1992 tarihli ve 750 sayılı kararı.

[19] http://www.mfa.gr/en/foreign-policy/greece-in-the-eu/greeces-course-in-the-eu.html

“Greece sought to enforce its independence and position within the regional and international system as well as its "power to negotiate", particularly in relation to Turkey, which, after the invasion and occupation of Cyprus (July 1974), appeared as a major threat to Greece...”

[20] S/2003/398, s. 2

[21] BMGS’nin 24 Eylül 2004 tarihli ve   S/2004/756 sayılı Raporu, para.5, s.2  (…While the accession did not, as was hoped, provide the catalyst for a comprehensive settlement, the EU framework, if used wisely by all parties, does have the potential to improve the climate between Cyprus, as an EU member State, and Turkey, as a candidate for EU membership….”

[22] SWD(2013) 417 final, http://ec.europa.eu/enlargement/pdf/key_documents/2013/package/tr_rapport_2013.pdf

[23] 21 Nisan 2004 tarihli ve  S/2004/313 sayılı BM Belgesi.

[24]BM Güvenlik Konseyi’nin 4947. oturumunun zabtı, 21 Nisan 2004 tarihli ve S/PV/4947 sayılı BM Belgesi

[25] BMGS’nin 28 Mayıs 2004 tarihli ve S/2004/437 sayılı BM Belgesindeki Raporu.

[26] Cumhuriyet Gazetesi, 4 Haziran 2005, Kıbrıs’ta Politika Değişikliği

[27] “Showing EAGERNESS rarely speeds up negotiations. No experienced statesman settles just because his opponent  feels a sense of urgency; he is far more likely use such impatience to try to extract even better terms.”

[28] 24 Haziran 1999 tarihli ve S/1999/711 sayılı BM Belgesi

[29] BMGS’nin 1 Nisan 2003 tarihli ve S/2003/398 sayılı BM Belgesindeki Raporu

[30] BMGS’nin 28 Mayıs 2004 tarihli ve S/2004/437 sayılı BM Belgesindeki Raporu, para. 83

[31] Ibid, para. 86

[32] 26 Nisan 2004 tarihli Cumhuriyet gazetesi.

[33] 25 Nisan 2004 tarihli Cumhuriyet ve Sabah gazeteleri.

[34] 25 Nisan 2004 tarihli Cumhuriyet ve Sabah gazeteleri.

[35] 27 Nisan 2004 tarihli Sabah gazetesi.

[36] A.A., 8 Mayıs 2004

[37] A.A., 4 Haziran 2005

[38] [38] http://www.haberhavadis.com/Newsdetails.aspx?NID=35911

[39] BMGS’nin Güvenlik Konseyi’ne sunduğu 24 November 2010 tarihli ve S/2010/603 sayılı belge, para. 28.

[40] Selim Sayarı’nın haberi, 18 Kasım 2008, NTV-MSMBC

[41] BMGS’nin Güvenlik Konseyi’ne sunduğu 11 Mayıs 2010 tarihli ve S/2010/238 sayılı belge, para. 10

[42] Talât-Hristofyas (Ocak/Şubat 2010 Lefkoşa); Eroğlu-Hristofyas (Kasım 2010 New York, Ocak ve Temmuz 2011 Cenevre, Ekim 2011 ve Ocak 2012 New York /Greentree)

[43] http://www.turkishny.com/headline-news/2-headline-news/110492-ambargolarin-yururlukte-kalmasi-icin-mucadele-ettik

[44] http://www.cyprus.gov.cy/moi/pio/pio.nsf/All/5EF6647132248905C2257B200073BBD8?Opendocument

[45]http://www.presidency.gov.cy/presidency/presidency.nsf/257dd326cd3d2743c22575150033e6a7/db868ada1892fb0cc2257bf6002c3107?OpenDocument&print

[46] http://www.kibrisgenctv.com/Haberler/kibris/ortak-metin-olmadan-muzakereler-baslamaz/5026

[47] http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=143059

[48] http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/309080.asp#BODY

[49] http://www.c21broker.net/_Newsletters/downers77page.pdf

Yorumlar