KKTC’nin “seçilmiş Cumhurbaşkanı (President-elect)” Sayın Ersin TATAR’ın “bizim duruşumuz belli, BM’nin garantör ülkelerin de katılımıyla gayrı resmî 5’li toplantısına da katılırım” dediğini 20 Ekim tarihli Hürriyet’te okudum.
Ayrıca, BMGS’nin Sözcüsü de 20 Ekim günü, yine BM’de yerleşik dili kullanarak, “Bay Tatar’ın Kıbrıslı Türk lider olarak seçilmiş olduğunu not ettik” demiş. Sözlerine devamla “BMGS iki tarafa ve bütün ilgili taraflara yenilenmiş müzakereler ihtimalini baltalayacak tek taraflı hareketlerden kaçınmaları çağrısını yapmaktadır. Uyuşmazlıkları çözmenin en iyi yolu uzun zamandan beri süre giden Kıbrıs sorun için kalıcı çözümleri bütün Kıbrıslıların yararına olarak teşvik etmek suretiyle müzakerelere dönmektir” [ the best way to resolve disputes is by returning to negotiations, by fostering lasting settlements of longstanding Cyprus problems for the benefit of all Cypriots ] kerametinde bulunmuş.
Basında okuduğuma göre Sayın Tatar 26 Ekim günü ara bölgede Anastasiadis ile buluşacakmış. Hayırlı olsun!
Gördüğüm kadarıyla BM yapımı eski film tekrar vizyona konulmaktadır.
Hayırlı olsun!
Şunu belirtmek istiyorum:
Her şeyden BM sözcüsünün bu açıklamasına karşılık Sn. Cumhurbaşkanı TATAR’ın adına “Sayın Ersin Tatar Kıbrıs Türk Lideri olarak değil, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı olarak seçilmiştir. BM bunu böyle bilinmeli ve ifade edilmelidir” mealinde bir açıklama yapılması gerekir.
BM’ne ve diğer çevrelere böyle bir duruş başlangıçtan itibaren gösterilmezse, “eski tas eski hamam” olur. Çünkü bu masa BM parametreleri zemininde kurulmuştur.
Sayın CB TATAR, 5’li Konferansa katılmayı da kabul ettiğini açıklamış. Ancak Sayın CB Tatar şunu bilmelidir ki, şimdiki haliyle o masadaki tezgâhtan sadece, adı “federasyon”, kendi “mahalli muhtariyetten” farklı olmayan; Türkiye’nin etkin ve fiili garantilerinin en iyi ihtimalle sulandırıldığı ve Cumhurbaşkanı seçildiği kendi Devleti’nin de lağvedilmesi sonucunu doğuran bir çözüm şekli çıkar. Ayrıca, böyle bir çözüm halinde de, Kıbrıs Türk halkı, Kıbrıs Cumhuriyeti’ne yamanarak AB’ne katılmış olacağı için, içinde Türkiye’nin yer almadığı AB ile bütünleşmiş olur. Yani Kurucu Cumhurbaşkanı merhum Denktaş’ın “ben Türkiyesiz Cennet’e bile girmem” diyerek reddettiği Türkiyesiz AB’ne giriş tahakkuk etmiş olur.
BM’nin Kıbrıs müzakere masasına oturduktan sonra masayı devirmek kolay hattâ mümkün değildir.
Barış çağrısı, barış politikasına “evet” ama, Sayın Tatar KKTC Cumhurbaşkanı olarak davet edilmeden ve BMGS’nin iyi niyet görevi KKTC olgusuna, gerçeğine göre yeniden tarif edilmeden, eski parametreler sıfırlanıp KKTC gerçeğine uygun yeni parametreler belirlenmeden masaya oturulmasıyla teslimiyetin ilk adımı atılmış olur.
BMGS’nin sıklıkla atıf yaptığı ve Sayın Akıncı’nın da federal çözüm yönündeki ısrarlı girişimlerinde dayanak olarak kullandığı 11 Şubat 2014 çerçevesi de en iyimser sonuçla “federal çözüm” üretmekten başka bir işe yaramaz.
Kıbrıs konusunda “Egemen eşitlik temelinde iki devletli çözüm” hedefine ve söylemine dayalı bir seçim kampanyası yürütmüş olan Sayın CB Tatar’ın BM’nin çözüm arayış masasına yaptığı davetleri ince eleyip sık dokumasında uluslararası toplum nezdindeki inandırıcılığı bakımından zaruret olduğu görüşündeyim.
BMGS Guterres’in AB üyesi olan bir Devlet’in eski başbakanı olarak Rumların savunduğu gibi “AB ilkelerine ve değerlerine” göre çözüm peşinde olması doğaldır.
Ayrıca, BMGS’nin Kıbrıs konusuna bakışının da bundan önceki BMGS’lerin görüşünden bir hayli farklı olduğu izlenimindeyim. Meselâ Cenevre Konferansı’nın öncesinde 12 Ocak 2017 günü düzenlediği basın toplantısında “Kıbrıs Cumhuriyeti ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin iki toplumu için sağlam ve sürdürülebilir bir çözüm arıyoruz” [ We are looking for a solid and sustainable solution for the Republic of Cyprus and for the communities of the Republic of Cyprus]şeklinde konuşmuştur.
Bizim görüşümüz böyle midir?
Yine, BMGS Guterres, “1960 Güvenlik sisteminin zamanımızda sürdürülemez olduğu” görüşündedir. Bu görüşünü de Crans Montana’dan sonra taraflara bildirdiği adına “Guterres Belgesi/Çerçevesi” denen fikirler manzumesinde açıklamıştır. Raporunda da vardır bu görüş.
Sayın Tatar’ın kapalı Maraş konusunda da, TMK’dan yararlanarak mülkiyete ilişkin sorunları halletme düşüncesinde olduğunu çeşitli beyanlarından ve bu konudaki haberlerden anlıyorum.
Yeniden belirtmek isterim ki, “Türkiye’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’nde işgalci” olduğu, bu sebeple Türkiye’nin “sanık” (defendant) olarak AİHM’de yargılandığı ve tazminat ödemeğe mahkûm edildiği; KKTC’nin yok hükmünde ve Kıbrıs sorununun da “Türkiye ile Kıbrıs Cumhuriyeti arasında bir sorun” olduğu¸ Türkiye’nin kuzey Kıbrıs toprağının tamamını kontrolü atında tutmasının KKTC’nin “politikalarından ve işlemlerinden sorumlu olmasını gerektirdiği”; Taşınmaz Mal Komisyonu’nun (TMK) KKTC’nin değil, “Türkiye’nin bir yan yargı organı olduğu” gibi iddia ve anlayışların ürünü olan TMK’dan mülkiyet ihtilâflarının hallinde ve bu çerçevede kapalı Maraş’ın açılmasında medet umulmasını, KKTC’nin yaşatılması arzu, irade ve çabalarıyla bağdaşır bulmuyorum.
AİHM kararları, KKTC’ni yok sayan bir zihniyetin siyasî kararlarına hukuk kisvesi giydirilmesini sağlayacak bir referanstır. Bugün bazı pratik sebeplerle KKTC’nin işine yarar gibi görünse de, zamanı gelince bunlardaki her unsur KKTC’nin bağımsız ve egemen bir devlet olmadığı, hukuka aykırı bir fiil sonunda vuku bulan işgal neticesi olarak yaratılan “entity” nin meşru addedilemeyeceği hukukî mütalaasının dayanağı olarak korkarım karşımıza çıkarılacaktır. Bunun belirgin işaretlerini Uluslararası Adalet Divanı’nın Kosova’nın BM üyeliği hakkında 2010 yılında verdiği istişarî mütalâada görmek mümkündür. Bu konuda 2010 yılında yayınladığım “Uluslararası Adalet Divanı’nın Kosova Hakkındaki Kararı Ve KKTC Gerçeği” başlıklı - bazı bilimsel kaynaklarda da atıf yapıldığına ve kaynak gösterildiğine tesadüf ettiğim - makalemde bu konuda etraflı bilgi vardır.
Türkiye AİHM’de açılan davalarda hükmedilen tazminatı davacıya ödemeyi reddederek Kıbrıs konusunun gerçek mahiyetine uygun hareket etmiştir. Ama, Loizidou’nun açtığı davada Türkiye’nin hükmedilen tazminatı ödemesi sonucunda AİHM’nin aldığı kararlarla aslında Kıbrıs Türk halkının iradesine pranga vurulmuştur. KKTC’nin yok hükmünde olduğu iddiasına hukukî dayanak oluşturulmuştur.
Oysa, Kıbrıs sorunu siyasî bir sorundur. Hukuki yoldan bu sorunu halletmek mümkün değildir. Mülkiyet gibi sorunlar AİHM yoluyla değil, siyasî anlaşmaya dayalı kapsamlı çözüm bulunduğu zaman bütünüyle halledilebilir. Zamanında BMGS de bu görüşte olmuştur.
Ayrıca AİHM’nin henüz şimdiki şekliyle kurulmamış olduğu dönemde GKRY’nin yaptığı ilk üç devlet başvurularında, eski Komisyon'un Türkiye'yi sorumlu tutan pozisyonlarına mukabil, Bakanlar Komitesi 1979 ve 1992'de, karmaşık siyasi niteliği sebebiyle başvuru konusunu gündemden düşürmüştür.
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi DH(79)1 sayılı kararında, “Kıbrıs'ta insan haklarına tam saygı, ancak iki toplum arasında barış ve güvenin yeniden tesis edilmesi yoluyla sağlanabilir; ve toplumlararası görüşmelerin anlaşmazlığın çözümüne ulaşmak için uygun çerçeveyi oluşturmaktadır” [ full respect for human rights in Cyprus could only be brought about through re-establishment of peace and confidence between two communities; and that intercommunal talks constitute the appropriate framework for reaching a solution of the dispute ] hükmüne yer vermiştir.
Değersiz dağarcığımdaki Millî Davamız ile ilgili bilgileri paylaşmayı bir görev bildiğim; bilip de paylaşmaktan kaçınmayı, suskun kalmayı ise kusur addettiğim için bu aşamadaki görüşlerimi ifade ettim.
Millî Kıbrıs Davamızın geleceği bakımından Türkiye ile beraber kendisine de güvenle ümit bağladığımız Sayın Ersin Tatar Beyefendi’ye KKTC’nin 5. Cumhurbaşkanı olarak sağlık, huzur içinde üstün başarılar dilerim.