▪ Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki “Kapalı Maraş” konusunu, siyasî veçhesi, özellikle, genel Kıbrıs uyuşmazlığı ve yürütülen BM diplomasisi içindeki yeri ve Kıbrıs konusunun esası üzerine olan etkileri açılarından değerlendirmeğe çalışacağım.
▪ Şu olguları başlangıçta vurgulamak istiyorum:
▪ Kıbrıs Barış Harekâtımızın ikinci safhasında kuşatılıp kordon altına alınan, 45 yıldır kapalı halde tutularak korunan Maraş, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC’nin) ülkesinin hudutları içindedir ve toprağının bir parçasıdır.
▪ Oradaki emlâk, KKTC’nin Sayın Başbakanı Ersin Tatar Beyefendi’nin de sık sık vurguladığı gibi “ecdat malıdır”, vakıf mallarıdır.
▪ Bunda şüphe yoktur. Tarihî bakımdan ve hukukî bakımdan sorgulanabilecek bir husus da yoktur. Bu gerçeğin belgeleri güvenilir kaynaklarda yer almaktadır.
▪ Bununla beraber, Kıbrıs meselesi mahiyeti icabı siyasî bir konudur. Uluslararası boyutlar kazanmıştır. 1954 yılında BM Genel Kurulu’nun, 10 sene sonra da Güvenlik Konseyi’nin gündemlerine girmiştir.
▪ Söylemeye lüzum görmüyorum: BM Genel Kurulu ve BM Güvenlik Konseyi adalet tevzi eden organlar değillerdir. Bu forumlarda, davasında haklı olanlar nadiren kazanabilir. Güçlü ve uluslararası camiada sözü geçen ve dış ilişkileri muntazam ve zamanın şartlarına göre dış ilişkilerinde dengeleri doğru şekilde kurulmuş devletlerin haksız da olsalar kazanabildikleri, hattâ çoğu kez kazandıkları siyasî bir müessesedir BM.
▪Kıbrıs’taki Maraş konusunu irdelerken önce bu konunun BM Güvenlik Konseyi’nde ne çerçevede ele alındığına ve kararlarına nasıl yansıtıldığına göz atmak istiyorum. Bunu yaparken de Maraş konusunun genel Kıbrıs sorunuyla ilgili taraflarca da farklı amaçlarla da olsa istismar edildiği gerçeğine de değinmekte fayda görüyorum.
▪ Maraş, Kıbrıs uyuşmazlığının geneli içinde, ama sanki ayrı bir konuymuş gibi, 1977 Ağustos ayından bu yana Güvenlik Konseyi’nin takibinde olagelmiştir.
▪ BM zemininde Maraş konusu, Kıbrıs konusunun esasının yaratabildiği boyut ve ölçüde tepkiye sebep olabilmektedir.
▪Maraş (Varosha) sorun olarak BM’de gündeme gelmesi ve Türkiye’yi meşgul etmesi Barış Harekâtımız çerçevesinde yapılmış bir uygulama ve orada yaratılmış olan “status quo” sonucudur.
▪ KKTC’nin Magosa ilçesinin bir parçası olan Maraş’ın kordon altına alınması, Rum tarafında bu yerin kendilerine iade edileceği ümidini ve beklentisini yaratmıştır.
▪Maraş, Rum yönetiminin özellikle Kıbrıs müzakere sürecinde kendisini baskı altında veya köşeye sıkışmış hissettiği zamanlarda, sorumluluğu Türk tarafına yükleyip masadan kaçabilmeleri için istismar ettiği başlıca konulardan biridir.
▪ Maraş, aynı zamanda GKRY’nin iç siyasetinin de değerli bir malzemesidir. Görüşüme göre, Rum siyasetçiler Maraş konusunun uzlaşılarak ortadan kalkmasını değil, sorun olarak kalmasını tercih etmektedirler.
▪ Maraş konusunun KKTC’nin iç siyasetinde malzeme olarak kullanıldığının örneklerini de meslek hayatımın akışı içinde Kıbrıs konusundaki hizmetlerim sırasında görmüşümdür.
▪ Türkiye’de de Maraş’a Kıbrıs konusundaki ve/veya ABD, AB ile olan münasebetlerimizdeki diplomaside karşılaşılabilen sıkışık durumlarda, bize hareket imkânı veren, elimizi rahatlatan bir araç gözüyle de bakıldığı olmuştur.
▪ İç politika hesaplarıyla da Maraş konusunun istismar edildiği durumlara rastlanmıştır.
▪ Maraş’ın BM Güvenlik Konseyi’nde ilk defa olarak sahne alışı da Türkiye’de bir iç politika manevrası sonucunda olmuştur.
▪ 1977temmuz’unun ilk günlerinde Başbakan Bülent Ecevit’in kurduğu hükûmet TBMM’de güven oyu alamamış ve yeni bir hükûmetin kurulması için Süleyman Demirel görevlendirilmişti.
▪ Kıbrıs Barış Harekâtımızın 3. Yıldönümü törenleri için Başbakan yardımcısı ve Devlet Bakanı Turan Güneş Kıbrıs Türk Federe Devleti’ne (KTFD) Başbakan Ecevit Ankara’da verdiği bir demeçte “Maraş’taki turistik tesislerin işletmeye açılmaması yüzünden, dünyada, bu bölgenin ödün için saklandığı izleniminin uyandığını; Maraş’taki tesislerin açılması için çalışmalar yapıldığını, ilk aşamada bir otelcilik okulu kurulması çalışmalarının başladığını” söylemişti.
▪ KTFD’de bulunan Turan Güneş de “Maraş’taki tesislerin kısa zamanda açılacağını” beyan etmişti.
▪ BMGS Kurt Waldheim 22 Temmuz 1977 günü yaptığı açıklamada “Sayın Ecevit’in Başbakan olduğu günlerdeki demecinden kaygı duydum. Öngördüğü adımların atılması muhakkak ciddi bir durum yaratacaktır. Müzakerelerin geleceğini olumsuz biçimde etkileyecektir” demişti.
▪ 3 Ağustos 1977’de Makarios ölmüştü. GKRY siyasetine iktidar mücadelesi hakim olmuştu. Ayrıca, 12 Şubat 1977’de yapılan Denktaş – Makarios 4 Nokta Anlaşmasından sonra Rum tarafı müzakereye yanaşmada sıkıntılar yaşamaya başlamıştı.
▪ Rum tarafı müzakerelerden kurtulma amacıyla Ecevit’in ve Güneş’in Maraş hakkındaki demeçlerini istismar ettiler. BM Güvenlik Konseyi’ne başvurdular. Esas maksatları, o dönemde devam etmekte olan ABD’nin Kıbrıs’la ilgi olarak Türkiye’ye uyguladığı silâh ambargosunun devamını sağlayacak bir buhran havası yaratmaktı.
▪ Konsey 31 Ağustos günü toplandı. Toplantılar 15 Eylül’e kadar sürdü. Ben de o yıllarda New York’taki Daimî Temsilciliğimizde Kıbrıs işleri ile de görevli Müsteşardım. Toplantıları şahsen yaşadım.
▪ Toplantılarda, Rum Yönetiminin sözde Dışişleri Bakanı ve Yunanistan Daimî Temsilcisi pozisyonlarını, Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk tarafının Maraş ile ilgili tutum ve davranışlarının Kıbrıs sorununa toplumlararası müzakereler yoluyla çözüm bulunmasını engelleme amacına matuf olduğu iddiası üzerine bina etmeye çalıştılar. Bu iddiaya dayalı uzun konuşmalar yaptılar. Dünyaya, Kıbrıs’ta Türk tarafının sebep olduğu bir buhran, kriz varmış havasının yayılması için BM’deki yandaşlarının günde bir veya iki konuşma yaparak Konsey toplantısının lüzumsuz yere uzatılmasını sağladılar. Sovyetler Birliği de bu çabalarında onlara yardımcı oldu.
▪ Toplantıda Sovyetler Birliği Temsilcisi’nin sorusuna cevaben BMGS Maraş’ın konumunu ve durumunu şöyle izah etmiştir: “Varosha (Maraş) Magosa’da Kıbrıslı Türklerin yerleşik olduğu surlar içindeki şehrin güneyinde yer alan yeni bir semttir. Burası Kıbrıslı Rum sakinleri tarafından boşaltılmış ve Türk birliklerinin Ağustos 1974’deki ikinci harekâtında işgal edilmiştir. Kıbrıslı Rumların ve diğer oturanların Maraş’a dönmesine müsaade edilmediği gibi, Kıbrıslı Türklerin de oraya yerleşmesi önlenmiştir. BM Barış Gücü’nün şehirdeki karakolları ve devriyeleri muhafaza edilmektedir.”
▪ Konsey’in İç Tüzüğü’nün 39. Maddesi’ne göre “konu hakkında bilgi verecek yetkili kişi” sıfatıyla kendisine söz verilen KTFD Dışişleri Bakanı Vedat Çelik ve ayrıca. Türkiye Daimî Temsilcisi İlter Türkmen, KTFD’nin ve Türkiye’nin Kıbrıs’taki iki ayrı yönetimin eşit statüsü esasına dayalı müzakereler yoluyla Kıbrıs sorununa çözüm bulunmasından yana olduğunu vurgulayan konuşmalar yaptılar. Maraş’taki durumla ilgili olarak ortada Kıbrıs sorununda bir kriz bulunmadığı gerçeği üzerinde durdular. Konsey’in lüzumsuz yere acilen toplanmasına, Rum tarafının iç politik sebeplerle Kıbrıs’ta bir kriz yaratılmasına ihtiyaç duymasının sebep olduğunu söylediler.
▪KTFD Dışişleri Bakanı Vedat Çelik ayrıca şunları dile getirdi: “….Kıbrıs Rum tarafının konu hakkında neden böyle bir yaygara koparma cihetine gittiğini anlamaktan tamamen âciz kalıyoruz. Olgu şudur: Maraş, Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin hudutları içinde yer almaktadır ve Kıbrıs Türk makamlarının münhasır kontrol ve yetkisine tabidir. Bu alan üzerindeki haklarımız Kıbrıs Rum tarafıyla pazarlık konusu yapılamaz. Ancak şu hususu da bu noktada ve şartlar altında Konsey’in bilgisine getirmek istiyorum: Burada Rum temsilcinin iddia ettiği ve Rum tarafının Konsey’e müracaatını dayandırdığı ‘kitle yerleşim’ uygulaması yapılmamaktadır. Bölgenin kuzeyindeki tek bir otel binasının yiyecek içecek sağlama enstitüsü olarak kullanılması söz konusudur. Bunun da hazırlıkları iki yıl önce başlatışmış bulunmaktadır. Civardaki muhtelif evlerin ve apartmanların enstitünün personeline ve öğrencilerine tahsis edilmesi Konsey’in bu şekilde acilen toplanmasına yol açmamalıydı…”
▪ Konsey 15 Eylül 1977 günü 414 sayılı Kararı kabul etti.
▪ Konsey, bu kararında, başlıca, yeni Magosa bölgesinde (Maraş) bir yerleşime açma sürecinin bulunmadığını not etti ve ilgili taraflardan, Kıbrıs’ın herhangi bir yerinde âdil ve barışçı çözüm ihtimaline ters etki yapabilecek tek taraflı girişimlerden kaçınmalarını istedi.
▪ Rum – Yunan ittifakı Konsey toplantısından umdukları sonucu somut biçimde elde edemedi.
▪Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) ilânından sonra BM Güvenlik Konseyi Türk tarafına tepki göstermek için aldığı kararların ikincisini 11 Mayıs 1984 tarihinde aldı.
▪ 550 sayılı olan bu Karar’da Türkiye ile KKTC arasında on günlerde yapılan Büyükelçi teatisi “ayrılıkçı bir eylem” olarak nitelendi.
▪ 11 işlem paragrafından oluşan bu Karar’da Maraş konusuna da yer verildi. 5. İşlem paragrafında Konsey’in “Maraş’ın herhangi bir bölümüne oranın sakinlerinden başkalarının yerleştirilmesi teşebbüslerinin kabul edilemez olduğunu düşündüğü” vurgulandı Aynı paragrafta “Maraş’ın Birleşmiş Milletler’in idaresine devredilmesi istendi
▪Maraş BM Güvenlik Konseyi’nin 25 Kasım 1992 tarihli ve 789 sayılı kararın 8(c) işlem paragrafında da konu edildi. 1984 yılındaki 550 sayılı Karar’ın uygulanması maksadıyla Magosa’daki BM Barış Gücü’nün kontrolü altındaki alanın Maraş’ı da içine alacak şekilde genişletilmesi istendi.
▪En son olarak geçtiğimiz 25 Temmuz’da (2019) Kıbrıs’taki BM Barış Gücü’nün görev süresinin uzatılması maksadıyla kabul edilen 2483 sayılı Konsey kararında da Maraş konusuna değinildi. İlgili kararlarda belirlenmiş olan Maraş’ın statüsünün korunması gerektiği hatırlatıldı.
▪Uzun aradan sonra BM Güvenlik Konseyi’nin kararında böyle bir hatırlatma yapılması anlamlıdır. Bu hatırlatma kuşkusuz KKTC’nin Maraş’ta başlattığı envanter çalışmaları ve buna bağlı muhtemel gelişmelerle doğrudan ilgilidir. Bu Türk tarafına yönelik bir uyarı, bir işarettir.
▪ Kıbrıs uyuşmazlığına barışçı yollardan çözüm bulmak amacıyla BMGS’nin iyi niyet görevi çerçevesinde 1974’den sonra yapılan müzakerelerin akışı içinde iki taraf arasında varlığı görülen karşılıklı güvensizliğin ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak amacıyla zaman zaman “karşılıklı güven inşa edici tedbirler” alınması gündeme getirilmiştir.
▪Bu çerçevede Türk tarafı kapalı Maraş’ın belirli şartlarla eski mülk sahiplerinin ve sakinlerinin yerleşimine ve kullanımına açılmasını önermiştir. Ayrıca, Maraş ile birlikte 1974’de kapanmış olan Lefkoşa Uluslararası Hava Alanı’nın BM Yönetiminde iki tarafın istifadesine açılması da gündeme gelmiştir.
▪Kıbrıs Türk tarafı Maraş konusundaki ilk teklifini 13 Nisan 1978 tarihinde yapmıştır. Türk tarafının Toprak ayarlamaları ve anayasa konusundaki teklifleriyle birlikte bir iyi niyet tedbiri olarak "kapalı Maraş” hakkında da bir teklif yapılmıştır. Bu teklifler Sayın Denktaş’ın Danışmanları Necati Münir Ertekün ve Prof. Dr. Mümtaz Soysal tarafından Viyana’da BMGS Kurt Waldheim’e verilmiştir.
▪ Maraş konusuna, Denktaş ile Kyprianou arasında 19 Mayıs 1979 tarihinde Lefkoşa’da yapılan zirve toplantısında ortaya çıkan 10 – Nokta Anlaşması’nda da yer verilmiştir.
Anlaşma’nın 5. Maddesi’nde şu hükme yer verilmiştir:
“Tarafların kapsamlı çözümün anayasa ve toprak veçhelerini müzakereye başlamalarıyla eş zamanlı olarak Maraş’ın BM gözetiminde yeniden yerleşime açılması hakkında anlaşmaya varılmasına öncelik verilecektir. Maraş hakkında ulaşılacak anlaşma Kıbrıs sorununun diğer veçheleri hakkındaki müzakerenin sonucu beklenmeden uygulanacaktır.”
▪KKTC’nin egemen ve bağımsız devlet olarak kuruluşunun ilânından 2 gün sonra Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş 17 Kasın 1983 Perşembe günü BM Güvenlik Konseyi’nde yaptığı tarihî konuşmanın sonunda “iyi niyet havasının ve karşılıklı güvenin oluşmasına katkıda bulunma arzusu ile” Maraş ve Lefkoşa Uluslararası Havaalanı’nı birlikte içeren bir iyi niyet teklifi yaptı.
▪Teklif başlıca şunları içeriyordu:
A. Maraş’ta - burasının üzerinde anlaşmaya varılacak nihai siyasî statüsüne halel getirmeden - BM gözetiminde geçici bir yönetimin kurulması;
B. Lefkoşa Uluslararası Havalimanı’nın Kıbrıs’taki iki tarafın yararına olacak şekilde BM’nin geçici idaresi altında uluslararası sivil trafiğe açılması.
▪KKTC 3 Ocak 1984 tarihinde BMGS aracılığıyla Kıbrıs Rum tarafına bir dizi iyi niyet tedbirleri önerdi.. Bu tedbirler arasında daha önce Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın Maraş ve Lefkoşa Uluslararası Havalimanı hakkında Güvenlik Konseyi’nde yaptığı teklif de vardı.
▪1992 yılında Kıbrıs sorununun kapsamlı çözümüne yönelik olarak yapılan müzakerelerin temelini oluşturan Fikirler Dizisi’nde bazı iyi niyet tedbirleri de öngörülmüştü. Bunlardan bir de Maraş hakkındaydı. Şöyle denilmişti:
“Federal cumhuriyetin kurulmasına değin Maraş Birleşmiş Milletlerin idaresi altına konulacak ve restorasyonu için bir eylem plânı hazırlanarak uygulanacaktır.”
▪ 1992’de Fikirler Dizisi temelinde kapsamlı çözüm için yapılan müzakerelerin sonuçsuz kalması üzerine BMGS yayınladığı raporda “iki taraf arasında derin bir güven bunalımı mevcuttur. Bu durum hüküm sürdüğü müddetçe görüşmelerden başarılı bir sonuç beklemek zordur” şeklinde bir değerlendirme yapmıştı.
▪ Bundan sonra da 1993 – 1994 döneminde iki taraf arasında uygulanabilecek “Güven İnşa Edici Önlemler” üzerinde BMGS’nin gözetiminde temas ve görüşmeler yapılmıştı. Öngörülen tedbirler esas itibariyle Maraş ve Lefkoşa Uluslararası Havalimanı ile ilgiliydi. Bu müzakereler de Rum tarafının uzlaşmaz tutumu sebebiyle sonuç vermedi.
▪Brüksel’de yaptığı temas ve görüşmelerden sonra 27 Haziran 2005 tarihinde basına açıklamalarda bulunan KKTC’nin İkinci Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talât, özetle, “KKTC üzerindeki izolasyonların kaldırılması ve limanların açılması karşılığında, yerleşime kapalı olan Maraş’ın Rumlara verilmesinin önerildiğini; ancak Rumlar bu öneriyi reddettiğini açıklamıştır.
▪ BMGS’nin raporlarında, sürekli olarak kordonla çevrilmiş olan Maraş’ta statükonun korunması gerektiği hatırlatılmaktadır.
▪ 1990’da Maraş’ın korunması sorumluluğunun Türk Silâhlı Kuvvetleri’nden KKTC Güvenlik Kuvvetlerine devredilmesi üzerine BMGS raporlarında “Birleşmiş Milletler kapalı Maraş mıntıkasında statükonun korunmasından Türkiye Hükûmeti’ni sorumlu addetmektedir” şeklinde ifadelere yer vermeğe başlamıştır. BMGS bu tutumunu sürdürmektedir.
▪ Anlaşılacağı üzere Maraş ve oradaki statüko BM’nin yakın takibi altında bulunmaktadır.
▪ Günümüzde BMGS Kıbrıs’taki iki taraf arasında müzakereleri yeniden başlatma hevesindedir. KKTC Cumhurbaşkanı’nın istek ve iradesinin de bu yönde olduğu kanaatini taşıyorum.
▪ Rum tarafı müzakere süreci bakımından kendileri için uygun şartların oluşmadığı kanaatine varırsa, özellikle o zaman KKTC’nin Maraş’ta hakkı olan adımları atmasını her zamankinden daha gürültülü ve gösterişli biçimde istismar etme cihetine gitmesi beklenir. Genel konjonktürün lehinde olduğunu değerlendirebilir.
▪ KKTC Maraş’ta adımlarını karalıkla atmaya ve Türkiye de KKTC’ne bu konuda arka çıkmaya hazırlarsa, kanaatimce, aynı zamanda bu tutumlarının uluslararası plânda yaratacağı tepkileri ve baskıları da göğüslemeye hazır olmalıdırlar.
▪ Uluslararası diplomasinin önde gelen aktörleri, Rum tarafının çözüm istemez tutum ve davranışlarını ve 2004’de Annan Plânı’nı referandumla reddettiği olgusunu göz ardı ederek, KKTC’ni ve Türkiye’yi müzakerelerin yeniden başlatılması için BMGS’nin sarfettiği çabaları baltalamakla suçlayacaklardır. Bu defa ABD ve AB’nin topyekûn Rumlara arka çıkacağını belirtileri ortadadır. Rusya’nın da onların safında yer alması beklenmelidir. Daha bir ay önce Rusya Temsilcisi Kıbrıs’taki BM Barış Gücü’nün görev süresinin uzatılması için toplanan Güvenlik Konseyi’nde konuşma yaparak “Kıbrıs ile ilgili mevcut dış güvenlik garantilerinin çağdışı haline geldiğini” söylemiş ve böylece Rum görüş ve iddialarına arka çıkmıştır.
Sayın Başkan,
▪ Maraş konusunun siyasî veçhesi hakkındaki takdimime son vermeden önce, konu ile irtibatlı olduğunu düşündüğüm bir başka konuya da değinmek istiyorum. Bu konu KKTC’de faaliyet gösteren Taşınmaz Mal Komisyonu’dur (TMK).
▪ Çünkü son aylarda Maraş konusunun gündeme gelmesiyle birlikte, 1996 yılında Loizidou isimli Rum hanımın AİHM’de açtığı davaya Türkiye’nin taraf olmasını savunmuş olan çevrelerin, bu sefer Taşınmaz Mal Komisyonu’nun rolünü ön plâna çıkarma çabası içine girdiklerini; bunu yaparken de TMK’nu gerçek mahiyetinden farklı şekilde kamuoyuna takdim ettiklerini müşahede etmekteyim.
▪ Hatırlanacağı üzere, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), 8 Kıbrıslı Rum’un Ada’nın kuzeyindeki taşınmaz mallarına ilişkin olarak Türkiye aleyhinde yapmış oldukları başvuru hakkında 2010 Mart ayı başında “kabul edilmezlik” kararı vermiştir. Bu kararında AİHM, aynı zamanda, Taşınmaz Mal Komisyonu’nu (TMK) “ulaşılabilir ve etkili iç hukuk yolu” olarak kabul etmiştir.
▪ Bu Karar hakkında o günlerde KKTC’de ve Türkiye’de çıkan haberlerde ve yapılan yorumlarda, AİHM’nin “KKTC’de kurulan Taşınmaz Mal Komisyonu’nu (TMK) ‘etkin iç hukuk yolu’ olarak kabul etmesiyle bundan böyle Rumların TMK’ dan geçmeden doğrudan AİHM’ne başvurmaları halinde iç hukuk yollarının tüketilmiş sayılmayacağı; bu sebeple de başvuruların kabul edilmeyeceği; Ankara'ya karşı açılmış 1500'ü aşkın Rum mülkiyet davasının da ‘iç hukuk yolları henüz tüketilmediği’ gerekçesiyle mahkemenin gündeminden düşeceği; bu tarihî emsal kararla KKTC'de işleyen bir hukuk düzeninin mevcudiyetinin ve bunun uluslararası hukuka uygunluğunun AİHM tarafından teyit ve KKTC’deki bir otoritenin meşruluğunun kabul edilmiş olduğu; bu sebeple kararın bir zafer teşkil ettiği” gibi, okununca veya dinlenince bizi Kıbrıs “millî davamız” bakımından sevindiren hususlar yer almıştır.
▪TV’de, bazı düşünürler, Kararın “KKTC’nin dolaylı olarak tanınması anlamına geleceğine” ve “bu Karar sayesinde Kıbrıs sorununun mülkiyet gibi çok karmaşık ve zor konusunun rahatlıkla çözülebileceğine” dair görüşler dile getirmişlerdir.
▪Haberlerde, ayrıca, KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Talât’ın “bu tarihî ve çok önemli karar yürüttüğümüz doğru politikanın zaferidir” şeklindeki sözleri öne çıkarılmıştır.
▪Türkiye’de dönemin Dışişleri Bakanı’nın Kararı “1974’den bu yana kazandığımız en büyük diplomatik zaferlerden birisi” olarak nitelediği ve “KKTC’nin hukuki egemenliğini ve yetkinliğini teyit eden bir karardır" dediği bildirilmiştir.
▪ AİHM’in anılan Kararını inceledikten sonra Karar’ın kamuoyumuza takdim edildiği üzere “zafer” olarak nitelenebilecek bir yanının bulunmadığını görmüş ve çeşitli kaynaklarda yayınlanan ve yorumlanan “Pirus Zaferi” başlıklı bir makale kaleme almıştım.
▪Çünkü, AİHM’nin kararı görüşüme göre aslında Millî Dava bakımından bir “zafer” niteliği taşımıyordu.
▪ Karar, Loizidou’nun 1996 yılında Türkiye aleyhine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) açtığı davada Türkiye’yi Kıbrıs’ta “işgalci güç” gören ve bu sebeple tazminat ödemeye mahkûm eden gerekçelere dayalı bir Karardı.
▪ Bu anlayışla Karar’da TMK, KKTC’nin değil, Türkiye’nin bir hukuk kurumu olarak değerlendirilmişti.
▪ Karar’da şu değerlendirmeler yer almaktadır:
▬ “Mahkemenin gözlemine göre, bütün tarafların savları Kıbrıs Cumhuriyeti ile Türkiye arasında Kıbrıs adasının geleceğine ve mülkiyet sorununun halledilmesine ilişkin uzun ve yoğun siyasî bir ihtilâfın mevcudiyetini yansıtmaktadır.”
▬ “Türkiye pek çok davada ‘KKTC’ (tırnak içinde yazılıyor) denilen varlığın makamların işlemlerinden ve ihmallerinden sorumlu tutulagelmiştir. Aksi takdirde Mahkeme davacıların davalı Devlet hakkında kuzey Kıbrıs ile ilgili olarak yaptıkları şikâyetleri inceleme yetkisine sahip olamazdı. ‘KKTC’ makamlarının veya kurumlarının işlemleri sonucunda ortaya çıkan iç hukuk yolu 35. maddenin 1. fıkrasının amaçları bakımından Türkiye’nin iç veya millî hukuk yolu kabul edilmelidir. 67/2005 sayılı kanunun ve TMK’ nın, Xenides-Arestis kararı uyarınca Türkiye’den etkili koruma sağlayacak olan bir hukuk yolu ihdas edilmesinin istenmesi üzerine ortaya çıktıkları da hatırlanmalıdır. Hukuk yolunun işlevsel mevcudiyeti Türkiye’nin kuzey Kıbrıs’ta uluslararası plânda tanınmış bir egemenlik kullandığı anlamına gelmez.”
▬ “Türkiye’nin kuzey Kıbrıs toprağının tamamını kontrolü atında tutması ‘KKTC’nin politikalarından ve işlemlerinden sorumlu olmasını gerektirir ve bu politikalardan ve işlemlerden etkilenenler, Sözleşme’nin 1. maddesinin maksatları bakımından Türkiye’nin yargı yetkisinin altına girerler. Bunun sonucunda da o toprakta (KKTC toprağı) Sözleşme’den kaynaklanan hakların ihlâlleri bakımından Türkiye sorumluk taşır ve bu hakların korunmasını sağlamak için müspet adımlar atmak mecburiyetinde olur.”
▬(Vardığımız) “bu sonuç hiçbir surette ‘KKTC’nin kuruluşu hakkında uluslararası toplumun benimsemiş bulunduğu pozisyonu veya Kıbrıs Cumhuriyeti’nin hükûmetinin Kıbrıs’ın tek yasal hükûmeti olduğu olgusunu tartışmalı hale getirmez. Mahkeme, davalı Devlet’e kendisine yüklenen hataları düzeltme imkânının verilmiş olmasının uluslararası hukuka göre gayrimeşru olan bir rejimin dolaylı yoldan yasallaştırılması anlamına gelmeyeceği hususundaki görüşünü muhafaza eder.”
▬“Bir işgal gücü tarafından kuvvet yoluyla zorla ortaya çıkarılan kurumlar ve yöntemler Devlet’in yasal Hükûmeti tarafından ihdas edilmişler gibi muamele göremez. Bununla beraber, ‘KKTC’nin uluslararası plânda tanınması ve Kuzey Kıbrıs’ta egemen olduğu iddiasında bulunması konusu ile Sözleşme’nin 35. Maddesinin 1. fıkrasının uygulanması arasında doğrudan ve otomatik bir karşılıklı ilişki yoktur.”
▬“Sözleşme’nin 35. Maddesinin 1. fıkrasının amaçları bakımından ‘KKTC’ de bulunan hukuk yolları, özellikle de TMK yöntemi, davalı Devlet’in ‘iç hukuk yolu’ kabul edilebilir.”
▬ “Mahkeme, Loizidou davasında uluslararası toplumun ‘KKTC’ni devletler hukuku çerçevesinde bir Devlet olarak görmediğini ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Kıbrıs’ın tek yasal Hükûmeti olarak kabul ettiğini not ederek, Kıbrıslı Rumları mülklerine sahip olmaktan mahrum etmeği amaçlayan (KKTC Anayasası’nın) 159. Madde’nin hükümlerine Sözleşme’nin amaçları bakımından hukukî değer atfedemediği görüşünü benimsemiş olduğunu hatırlamaktadır.”
▬“Mahkeme Türk Hükûmeti’nin Sözleşme çerçevesinde ‘KKTC’nin kontrolü altında bulunan alanlarda kendisinin sorumlu olduğu hususunu artık inkâr etmediğini ve esas itibariyle Kıbrıslı Rum mülk sahiplerinin haklarının ihlâl edilmesi durumunda 1 Numaralı Protokol’ün 1. Maddesi tahtında haklarının iade edilmesini talep etme haklarının bulunduğunu kabul ettiğini not eder. Bu kabul TMK mekanizmasının temelinde yatmaktadır….”
▪ AİHM’in Kararından alıntıladığım bütün bu hükümler Türkiye’de ve KKTC’de “zafer” şeklinde dahi değerlendirilmiş olan Karar’ın, Türkiye’yi Kıbrıs’ta işgalci gören; bu sebeple Kıbrıs sorununu Türkiye ile sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti” arasında bir sorun olarak kabul eden; KKTC’ni yok hükmünde sayan; TMK gibi KKTC’nin kurumlarını dahi Türkiye’nin “hukuk yolu” olarak kabul eden bir zihniyetin ürünüdür.
▪ Kararda ifadesini bulan anlayışlar, Kıbrıs sorununun her veçhesinde Türkiye’yi sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti” ne muhatap kılma emeli besleyenlerin amaçlarına hizmet edecek mahiyettedir. Bunun sakıncalarını ve tehlikelerini izah etmeğe lüzum var mıdır?
▪ AİHM’in Kararı’nda yer alan değerlendirmelerin tamamı, Kıbrıs Millî Davamızı savunurken öne sürdüğümüz bütün görüşleri ve iddiaları reddetmektedir.
▪ Türkiye’nin Kıbrıs’ta “işgalci”, KKTC’yi de Türkiye’nin “işgalinin ürünü” iddiasının üzerine bina edilmiş bir davada kurulmuş bir davada Türkiye’nin “davalı” olmayı kabul etmesi; AİHM’in bu iddiaları benimsemesi ve haklı bulması; Devletimizin davacıya tazminat ödemesi, KKTC’nin, en yakın dostlarımız dahil, uluslararası plânda resmen tanınmasının önündeki başlıca engeli oluşturduğu düşüncesindeyim.
▪ Dinlediğiniz için teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum.