Türkiye’nin millî güvenliğini tehdit eden ve tehlikeye düşüren şekil ve ölçüde kuzey Suriye’de hududumuz boyunca yuvalanmış olan unsurları ortadan kaldırma maksadıyla şanlı Türk Silâhlı Kuvvetleri 20 Ocak akşamından bu yana kahramanca vatan hizmeti ifa etmektedir. Ordumuzun zaferi ve bizlerin evlâdı olan askerlerimizin salimen yurda dönmeleri için dua ediyoruz.
Duygularım bu şekilde olmakla birlikte Türkiye’nin dış münasebetlerindeki halihazır durumun gerçeklerini görmezden gelemiyorum.
“Kardeşim Esad” keşke “katil Esed” olmasaydı da, bir dönemde iki ülke arasında ekilen zeytin fidanlarının dalları gelişip çoğalsaydı. Böylece “Zeytin Dalı” harekâtına ihtiyaç kalmasaydı.
Keşke, Türkiye ile Suriye, 1998 Adana Mutabakatı’nın ve bu Mutabakat hükümlerinin uygulanmasını ve geliştirilmesini öngören 21 Aralık 2010 tarihinde Ankara’da imzalanan “Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti ile Suriye Arap Cumhuriyeti Hükûmeti arasında Terör ve Terör Örgütlerine Karşı Ortak İşbirliği Anlaşması” nın lâfzına ve ruhuna uygun hareket ediyor olsalardı.
Keşke, Türkiye ve Suriye iki dost ülke olarak kuzey Suriye’den kendilerine yönelen tehdit ve tehlikelere karşı mücadelelerini müştereken sürdürebilselerdi.
Keşke, Türkiye Suriye Merkezî Hükûmeti’nin “terörist” dediği “Özgür Suriye Ordusu’na” (ÖSO) destek verme durumunda kalmasaydı.
Keşke, Suriye’deki durum ortaya çıkmasaydı ve Türkiye kendi vatandaşları için harcayabileceği öz kaynaklarından 30 milyar doları yüzbinlerce Suriyeli mülteciler için sarfetmek zorunda kalmasaydı.
Keşke, Türkiye geleneksel dengeli ve barışçı politikasına sadık kalarak Orta Doğu bataklığına batmasaydı.
Türkiye’nin 1998’den sonra Suriye ile münasebetlerini giderek kardeşlik ilişkileri düzeyine geliştirebilmiş olması ne kadar doğruysa, 2010 yılından sonraki mezhepçi, hayalci ve saplantılı politikası o kadar yanlış ve Türkiye için tehlikelerle dolu olmuştur. İşte bu yüzden, kahraman askerlerimiz bugün Suriye topraklarından millî güvenliğimize yönelen ve gelecekte de yönelebilecek olan tehdit ve tehlikelerin önünü almak, Akdeniz’e çıkışı olan bir kuşakla ülkemizin hasım unsur ve güçler tarafından kuşatılması için çalışan uluslararası tezgâhı bozmak temel amacıyla hudutlarımız dışında savaşmak zaruretinde kalmıştır.
Bu tecrübe, Türkiye’nin dengeli ve barışçı dış politikasının kurucu temel taşları ile hayalci hedefler uğruna ve mezhepçi yaklaşımlarla oynanmasının ne kadar sakıncalı sonuçlar doğuracağını göstermiş bulunmaktadır. Dış politikamızın yerinden oynatılan temel taşları, 1923 Lozan Barış Konferansı’nda Türkiye’nin tutumuna hakim olan barış vizyonu ile döşenmiştir. Atatürk’ün 1931’de ifade buyurduğu “yurtta sulh cihanda sulh” vecizesi ile de barış vizyonu Türkiye için bir dış politika düsturu vasfı kazanmıştır.
Türkiye, gecikmeksizin Atatürk’ün başlattığı dengeli ve barışçı dış politikaya dönmelidir.
Son yıllarda, Türkiye’nin - ana çizgileriyle NATO ve AB’den oluşan - Batı camiası ile olan bağları gerilmiş; siyasî ilişkileri sarsıntılı bir yola girmiştir. Bugün Türkiye ile ABD’nin savaş alanında karşı karşıya gelme tehlikesinden söz edilebilmektedir.
Nitekim 24 Ocak günü gerçekleşen Erdoğan – Trump telefon konuşmasının muhtevası hakkında Beyaz Saray’da yapılan açıklamanın metninde, Trump’ın Erdoğan’dan kuzey Suriye’de devam etmekte olan harekâtımız sırasında Türkiye’nin “Türk ve Amerikan kuvvetleri arasında çatışma riski doğurabilecek hareketlerden kaçınılmasına dikkat göstermesini” istediği belirtilmektedir. Yine, Beyaz Saray’ın açıklamasına göre ABD Başkanı Afrin’de artan şiddet hareketlerine işaret etmiş ve “bu durum Suriye’deki ortak hedeflerimizin altını oyma riskleri taşımaktadır” şeklinde konuşmuştur.
Cumhurbaşkanlığı, ABD tarafının bu açıklamasının iki Lider arasındaki görüşmeyi doğru olarak yansıtmadığını kamuoyuna duyurmuştur.
Bu konuda önemli olan Trump’ın telefonda neleri ifade ettiği değil, ABD’nin müesses nizamının görüşmenin muhtevası hakkında neler açıklamış olmasıdır. Açıklanan metin kanaatimce bürokrat kadro tarafından ABD Başkanı’nın önüne ifade etmesi için konulmuş bulunan konuşma notunda yazılmış olanlardır. ABD bakımından benzer olaylara meslek hayatım sırasında rastlamışımdır.
Son zamanlarda Erdoğan – Trump arasındaki telefon konuşmaları hakkında - örneğin, Trump’ın YPG’ye verilen silahların geri alınacağına dair telefondaki ifadeleri hakkında- ve Türkiye – ABD vize olayına ilişkin anlaşma hakkında tarafların anlayış şekli hususunda da benzer tartışmalar yaşanmıştır.
Son cereyan eden Erdoğan – Trump telefon konuşmasında ABD Başkanı’nın “Afrin’de tırmanan şiddete” işaret ederek “bu durum Suriye’deki paylaştığımız hedeflerimizin altını oyma riskleri taşımaktadır” demesi veya dememiş olsa bile Beyaz Saray açıklamasında böyle bir ifadenin yer alması, Türkiye – ABD münasebetlerinin nasıl bir gelişme seyri gösterme istidadında olduğuna işaret etmektedir.
Unutulmamalıdır ki karşımızdaki ABD Başkanı ortalama makul insanların düşünme tarzından ve itidalli ve ölçülü davranma yeteneğinden yoksun bir şahsiyet olarak görünmektedir. Nitekim Trump, en son olarak bu yılki Davos Dünya Ekonomik Forumu toplantılarının kapanışında yaptığı konuşmada ''basının ne kadar kirli, ne kadar alçak, ne kadar korkunç, ne kadar yalancı olabileceğinin siyasete girene dek farkında değildim'' deme basiretsizliğini gösterebilmiştir. Trump bu sözleri üzerine en üst düzeyden yüzlerce delegenin bulunduğu salondan yuhalama ve ıslıklama seslerinin yükseldiği haberi uluslararası basında yer almıştır.
Halen Rusya’nın, Türkiye ile ABD’nin arasını, giderek zor tamir edilebilecek ölçüde açmanın manevraları içinde olduğunu düşünmeyi marazi bir şüphecilik olarak algılamamakta fayda vardır. Türkiye, Rusya’nın şu sıralardaki güler yüzüne aldanıp tuzağa düşmemelidir. Rusya’nın Türkiye tarafından 24 Kasım 2015 tarihinde vurulan uçağının hesabını bu kadar çabuk unutmuş görünmesinin belirli bir amacının bulunmadığını düşünmek safdillik olur.
Rusya’nın Türkiye’yi yanında tutabilme arzusuyla bugünlerde Soçi’de toplanan “Suriye Millî Diyalog Kongresi’ne” PYD/PYG unsurlarının katılmasını engelleyeceği kuşkusuzdur. Rusya böyle bir engelleme yaparken Türkiye’nin çıkarlarını korumada ne kadar samimiyetle hareket etmektedir, bunu zaman gösterecektir. Diğer taraftan, uluslararası medyada Rusya’nın Türkiye’yi de yanına alarak bu Kongre’yi toplamasının asıl maksadının Putin’in çok yakında yapılacak seçimlerde seçilme şansını yükseltmek olduğu yorumları da yapılmaktadır.
Kendisiyle Astana süreci çerçevesinde işbirliği yaptığımız İran, Afrin harekâtımızı tasvip etmemiştir.
Mısır keza! Hattâ açıkça Türkiye’yi kınamıştır. Mısır demek, Arab Ligi demektir.
1985 - 89 öneminde nezdinde Büyükelçilik yaptığım BAE o zamanlar Türkiye’nin önde gelen dostları arasındaydı. Şimdi BAE Türkiye’ye düşmanca sözlerin söylenebildiği bir ülke haline gelmiştir. BAE’nin tutumundaki bu radikal değişiklik, yanılmıyorsam, Türkiye’nin Mısır ile ilişkilerinin bozulmasından sonra meydana gelmeye başlamıştır. Ankara’nın Körfez’de Katar merkezli bir tutum almasının belirginleşmesinden sonra da derinleşmiştir.
Suudî Arabistan Kralı’na 2007’de Türkiye’yi ziyareti sırasında protokol kurallarının fevkinde itibar etmiştik. En yüksek düzeydeki Devlet ricalimiz, Kralı, Ankara’da ikamet ettiği otele giderek selâmlamıştı. İki ülke arasında bu denli dostluk vardı. Oysa, İslâm İşbirliği Teşkilâtı’nın Kudüs hakkında İstanbul’da Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başkanlığında yaptığı olağanüstü “zirve” toplantısına Suudî Arabistan Kral’ı katılmamıştır. Kral sağlık sorunu gibi bir mazereti varsa veliahdını göndermesi uygun olurdu. Toplantıya Suudî Arabistan’ın bir bakan yardımcısı katılmıştır.
Tarihte ilk defa olarak kısa bir süre önce Kıbrıs Rum Lider Anastasiadis Suudî Arabistan’a resmî ziyarette bulunabilmiştir. Kral tarafından samimiyet içinde karşılanmıştır. Rum – Yunan liderleri bu “ziyaretin Türkiye’nin yalnızlığını ortaya koyduğunu” söylemiştir.
Yine, ilk defa olarak bu ay içinde Ürdün Kralı Güney Kıbrıs’a resmî bir ziyaret gerçekleştirmiştir.
Orta Doğu’daki dengelerin ana unsurlarından biri ve bu bölgedeki sorunların tarafı ve aktörü olan İsrail ile de sürdürülen dostluk ve işbirliği, 2009 Ocak ayı sonunda dönemin Başbakanı Sayın Erdoğan’ın Davos toplantısında İsrail Cumhurbaşkanı’na yaptığı ve tarihe “one minute” olayı olarak geçen sert çıkışın ve 2010 Mayıs ayı sonunda yaşanan “Mavi Marmara” olayının ardından sona ermiştir. O tarihe kadar, örneğin Kıbrıs konusunda, Türkiye’nin aleyhine açık bir tavır almamış olan İsrail, bugün Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimi ile can ciğer kuzu sarması haline gelmiştir. Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin çıkarları aleyhine Kıbrıs Rum kesimi, Yunanistan, Mısır arasında yapılan anlaşmalara taraf olmaktadır.
Yunanistan özellikle son zamanlarda Türkiye’nin gücünü ve reaksiyon kabiliyetini ölçmek istiyormuş gibi Ege’deki tahrik hareketlerini arttırmıştır. Yunanistan Başbakanı Tsipras katıldığı son Davos toplantısında yaptığı bir konuşmada Türkiye’yi “saldırgan” bir komşu olarak nitelemiştir.
Afrin harekâtımız hakkında başlangıçta uluslararası toplumda yapılmış olan açıklamalarda yer alan “Türkiye’nin güvenlik endişelerini anlayışla karşılıyoruz; Türkiye’nin meşru müdafaa hakkı vardır; Türkiye itidal ile hareket etmelidir; konunun insanî veçhesine dikkat edilmelidir; masum sivil halka zarar verilmesinden endişe ediyoruz” şeklindeki ifadeler, temenni ve tavsiyeler ve BM Güvenlik Konseyi’nin henüz resmen toplanamamış olması olgusu, bizi, harekâtımıza uluslararası plânda tepki gösterilmeyeceği kanaatine sevketmemelidir. Bu vakte kadar yapılan açıklamalardaki “itidal” çağrıları, dile getirilen “kaygı” ifadeleri bundan sonra bize karşı gösterilebilecek tepkilerin uvertürü mahiyetindedir.
“Burseya” dağının kahraman Türk ordusu tarafından ele geçirilmesiyle Afrin yolunun açıldığı söylenmektedir. Sevgili yavrularımız Mehmetçiklerimizin yolları açık olsun! Bununla beraber, Afrin’e yaklaştıkça ve şehir kuşatıldığı zaman kuşkusuz riskler daha da artacaktır. Harekâtımıza karşı olan çevreler, en küçük bir sivil zayiat halinde seslerini yükseltmeğe başlayacaktır. Afrin’in kuşatması ve şehrin terörist unsurlardan temizlenmesi uzadıkça BM Güvenlik Konseyi’nden de baskı gelmesi beklenmelidir.
Suriye ile olan hududumuzun güneyinde PKK’nın uzantısı olan PYD/PYG’nin IŞİD ile mücadele kisvesi altında yuvalanmasında ABD’nin ve Rusya’nın büyük sorumluluğu vardır. Her iki Devlet de Suriye ile ilgili kendi öz çıkarlarına ait düşünceleriyle Türkiye’nin millî güvenliğinin tehlikeye düşmesine göz yummuşlardır.
Ancak, Türkiye’nin müttefiki ve stratejik ortağı olan ABD’nin özel sorumluğu bulunmaktadır. ABD’nin Türkiye aleyhindeki davranışı tarihî bir yanılgıdır. ABD’nin bu tutumu, kendisiyle diğer NATO müttefikleri ve ortakları arasında da güven bunalımına yol açacak mahiyettedir. ABD’nin Türkiye’nin hayatî çıkarlarına karşı yapmakta olduğu hataların farkına gecikmeksizin varması Batı dünyasının ortak menfaatine olacaktır. Türkiye’nin Batı camiasından uzaklaşmasına katkıda bulunulmasının bizatihi Batı’nın öz menfaatlerine vereceği zararın muhtemel sonuçları doğru değerlendirilmelidir.
Türkiye için de Suriye politikasında mezhep saplantılı ve Esad takıntılı tutum ve davranışlardan vazgeçilmesinin zamanı çoktan gelmiş ve geçmektedir.
Annan Plânı döneminde 2004 Mayıs ayının ilk günlerinde Türkiye’de Kıbrıs konusunda Kıbrıs Rum yönetiminin Türkiye tarafından tanınması hakkında yüksek düzeyde söylenmiş bazı sözler vardı. Şöyle denmişti: “…AB'nin, BM'nin tanıdığı bir konumda, siz 'ben tanımıyorum' demekle zaten herhangi bir şey elde edemezsiniz. Bunun size getireceği, kazandıracağı bir şey yok. Tam aksine bunların hepsi geleceğe yönelik olumlu gelişmeleri de zedeler."
Ayrıca, yine bu konuda, “dünya geçekleriyle çatışmayı düşünmediğimiz” dile getirilmişti.
Yine 2004 Aralık ayında şunlar ifade edilmişti: “…eğer siz her yerde ben haklıyım, bunu da almam lâzım, bu mantıkla olaya yaklaşırsanız bunun adı uzlaşma değildir, bunun adı ben mantığıdır. Orada ne uzlaşma ne barış olur.”
O zaman bu sözler Kıbrıs ile ilgili gerçeklere ters düşen ve “millî dava” Kıbrıs bakımından aslında ifade edilmemeleri gereken hususlardı.
Oysa bu sözleri, şimdi, Suriye meselesinin çözüm yoluna girebilmesine yardımcı olmak ve Türkiye’nin yapıcı bir aktör niteliğiyle diplomasi sahnesinde yer alabilmesini sağlamak maksadıyla söylemenin tam zamanıdır.
Bellidir ki “Esad” çözüm sürecinde varlığı bütün önde gelen aktörler tarafından kabul edilen bir gerçektir.
Dışişleri Bakanlığımızın Suriye’nin merkezî hükûmetiyle uygun biçimde doğrudan temas kurmanın yollarını bulacak tecrübeye ve hayal gücüne sahip olduğunu biliyorum. Rusya ile yaşadığımız uçak düşürme krizinin giderilmesinde arka plânda bazı özel şahsiyetlerin nasıl rol oynadığını basın yoluyla öğrenmiş bulunuyoruz.
İç politikada puan kazandırdığı düşünülen yöntem ve tarzlarla dış politika takip edilmesi hiçbir ülkeye yarar getirmediğinin örnekleri tarihte vardır. Günümüzde de görülmektedir.
Zaferle sonuçlanacağına yürekten inandığım “Zeytin Dalı” Harekâtımızdan sonra, Fırat’ın doğusundaki “şer” kuşağının da yok edilmesinin bir zaruret olduğunu düşünenlerdenim. Bunun ABD ile yürütülecek iki ülke arasındaki ortak çıkarlara uygun bir diplomasiyle gerçekleştirilebilmesi tercih ve temenni edilmelidir. Bunun sağlanması Suriye sorununun, Suriye’nin toprak bütünlüğü ve birliği temelinde çözülmesine de katkı yapacağı görüşündeyim.
Suriye’de bir an önce kalıcı bir çözüme ulaşılmasına katkıda bulunmak Türkiye’nin öz çıkarınadır. Ülkemizdeki yüzbinlerce Suriyeli göçmenin kendi ülkelerine salimen dönmeleri sağlanmalıdır.
“Zeytin Dalı” harekâtında verdiğimiz aziz şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Vatan güvenliği için canlarını vermişlerdir. Yaralılarımıza da âcil şifalar temenni ediyorum. Onlara Minnet ve şükran borcumuz vardır.