Prof. Dr.  Aygun Attar Prof. Dr. Aygun Attar

Sürüldük, Ey Halkım Unutma Bizi

14 Kasım 2017
Sürüldük, Ey Halkım Unutma Bizi

Yıllar önce, çok uzun yıllar önce Sovyetler Birliği dağılma sürecinde iken kirli ve kanlı bir oyunla Fergane felaketini yaşattı bize…

Türk olduğu ve her türlü baskıya rağmen kimlik hanesine Türk yazdırmaktan hiç vazgeçmediği için bir asır boyunca tam dört kere sürgün yaşayan Ahıskalı kardeşlerimizin KGB’nin oyunu ve Ermenilerin eliyle Türkistan coğrafyasında yaşadığı acıya tanık olduk…

1-4 Haziran 1989 tarihlerinde Özbekistan’ın Fergane vadisinde Ahıska Türkleri çok ağır ve acı olaylar yaşadı...

Tıpkı Osmanlı-Rus savaşı sonrasında kaybettiğimiz topraklarımızda dilimizi, dinimizi, özümüzü yaşatmak için direnmenin ağır faturasını ödemeye mahkum edildikleri gibi; Türkiye sınırında bulunmanın tehlike arz edeceği sonucundan hareketle Sibirya’ya, Türkistan coğrafyasının en kuytu bölgelerine sürülürken çileler çektikleri gibi...

1944’ün 14 Kasım sabahı bölgenin Türklerden temizlenmesi için Stalin’in emriyle kadın, çocuk, yaşlı demeden hayvan vagonlarına doldurulup Gürcistan’ın Ahıska bölgesinden sürgüne gönderilen yüz bine yakın soydaşımızdan 17 bini bu yolculukta havasızlıktan, zor koşullardan dolayı hayatını kaybetti...

Şehirlerin yarası odlara yandı

Şehitler kanıyla yerler boyandı

Ahu figan Asuman’a dayandı

Vay ki harap oldu güzel Ahıska

Özüne çare bul, güzel Ahıska

 

Güzel Ahıska özüne çare bulmak için tarih boyunca çarpıştı, Osmanlı-Rus savaşında olağanüstü mukavemet gösterdi...

Ruslar şimdiki Gürcistan’ın güneyinde, Posof Nehri’nin iki yakasında bulunan Ahıska bölgesini İstanbul’a girişin temel güzergahı olarak görüyorlardı.

Vatan topraklarını yad ellere teslim etmemek, düşmana geçit vermemek için canlarını set yapan Ahıskalılar bu savaşta 40 bin şehit verdiler ama tüm bunlara rağmen 1829’da bölge Rus işgaline maruz kaldı...

Ahıska bir gül idi gitti

Bir ehl-i dil idi gitti

Söyleyin Sultan Mahmud’a

İstanbul kilidi gitti...

 

Ahıskalılar, İstanbul’un kilidi olan has Türkler, öz topraklarından böyle ağıtlar yakarak gittiler, gelinlerinin sandıktaki duvağını bayrak yaparak ve o bayrağı yüz yıl zarfında dört kere farklı yerlere sürülmelerine rağmen hiç ellerinden düşürmeden gittiler...

Ana yurttan koparıldıktan sonra başlayan çileli bir yolculuk boyunca darağacını selamlayan yiğit milletimi şerefle temsil eden Türkler olarak tarihe isimlerini yazdırarak gittiler.

Gittikten, sürüldükten sonra 15 beş farklı ülkede dört binden fazla bölgeye dağıtılarak yaşam mücadelesini devan ettiren Ahıskalılar giderken götürdükleri emanetleri; Ehl-i Müslüm’ün hakkaniyetini, Yunus Emre’nin ana sütü gibi arı Türkçesini, Dedem Korkut’un kahramanlık hikayelerini nesilden nesile aktarılan miras olarak yaşattılar.

Aç biilaç bırakıldılar, çocukları öksüz kaldı, yuvaları viran oldu ama tüm bunlara rağmen onurlarından haysiyetlerinden taviz vermediler, dilenmediler; direndiler...

Hatta direnmekle kalmadılar; Çarlık Rusya’sının çöküşü ve Ekim devrimini fırsat bilerek Cenub Garbi Kafkasya’da bağımsız Türk CUMHURİYETİ olan Ahıska Hükümet-i Muvakkata’sını kurabildiler. Hükümetin başına ünlü Ahıskalı maarifçi, geçtiğimiz yüzyılın başlarında Türk aydınlanma harekâtının faal iştiracılarından biri olan Ömer Faruk Numanzade geçmişti.

 Ne yazık ki Menşevikler,[1] hükümeti altı ay sonra yıkmışlardı ve ömrü çok kısa olan bu hükümetin sükûtu sonrasında Ömer Faruk Numanzade, pes etmeden Gürcistan Menşevik Hükümeti nezdinde Ahıska ve Ahılkelek bölgesine muhtariyet verilmesi yönünde hummalı bir çalışma başlatmış olsa da sonuç alamadı...

Türkiye’de bilim camiasındaki üç beş kişi dışında kimseciklerin pek tanımadığı Ömer Faruk Numanzade kimdir?

Bakü Devlet Üniversitesinde öğrencilik yıllarında en çok sevdiğim, saygı duyduğum rahmetlik hocam Prof.Dr.Şamil Gurbanov, Ömer Faruk Numanzade’yi göz pınarlarında parlayan damlalara hakim olmakta zorlanarak anlatırdı bizlere. 1937’de Stalin tarafından Pantürkcülük faaliyeti nedeni ile kurban edilen Numanzade’yi o dönemde hala mevcut olan Sovyetler’e rağmen üniversitede anlatmak yürek isterdi. Bir not düşmek isterim ki bizler yüz yıllık eğitim geçmişine sahip Bakü Devlet Üniversitesi öğrencileri, bu açıdan şanslıydık zira rahmetli Ebülfez Elçibey, Bahtiyar Vahabzade, Süleyman Eliyarov, Şirmemmed Hüseynov gibi Türklük davasının ağır toplarının hocalık yaptığı bir okulumuz vardı ve dersler müfredata göre değil, yasaklı kimliğimizin gerçekliklerine yönelik yapılmaktaydı. Allah tüm kıymetli hocalarımıza rahmet, kalanlara sağlık versin.

Rahmetli Şamil Gurbanov’un Numanzade hakkındaki monografi kitabında: “Baştan ayağa, tepeden tırnağa muhabbet ağacı gibi halkına, vatanına sarılanlardan, onun medenî ve siyasî inkişafı için mühim vasıtalar arayanlardan ve bulanlardan biri de Ömer Faik Numanzade’ydi.” yazmıştı. Kitapta “Ömer Faik Numanzade kim idi?” sorusuna cevap verilirken “Molla Nasreddin jurnalinin faaliyetiyle tanışmak yeter. Azerbaycan halkının içtimaî şuurunun uyanması ve inkişafında hiçbir matbuat organı bu jurnal kadar geniş tesir ve ehemmiyetli role malik olmamıştır. 1906’dan 1932’ye kadar faaliyet gösteren jurnalin 1912 yılına kadar resmî redaktörü Celil Memedguluzade, gayriresmî redaktörü sahib-i ihtiyarı Ömer Faik’ti” denilmektedir.

Ömer Faik’in doğduğu vatanı Ahıska ve mensup olduğu Ahıska Türklerine de işaret eden Gurbanov, 1944 faciasını da atlamayarak bu konuda şunları söylemektedir: “Facialı hadiselerden biri de eski zamanlardan beri asırlar boyu Gürcülerle bir arada yaşamış Türklerin 1944 Kasım’ında hiçbir resmî devlet kararı olmadan Moskova’nın emriyle kütlevî şekilde Orta Asya’ya sürgün olunmasıdır. O müthiş günde iki saat içinde 220 köyün 200 bin kadar ahalisi boşaltılmıştır. Onların hepsi kadın, çocuk, ihtiyar ve hastalardan ibaretti. Çünkü resmî merkezî gazetelerin yazdığına göre sadece bu yörenin 40 bin Türkoğlu düşmanla cephede vuruşuyor, Sovyet halklarının azatlığı uğrunda ölüm-kalım mücadelesi veriyordu. Onların 26 bini muharebeden dönmedi, sağ kalanlar da zaferden sonra bırakıp gittikleri ata yurduna, doğdukları evlerine değil, sürgün olunmuş ailelerinin ardınca Kazakistan çöllerine yollanmışlardır. Bulunanlar da olmuştur, bulunmayanlar da… Çünkü sürgünlerin 17 bini yollarda kırılmış, onları insan gibi defnetmeye de imkân verilmemiştir. Böyle bir vahşiliğin günahkârlarını tarih hiçbir zaman bağışlamaz.”

Ahıskalı ünlü gazeteci, eğitimci ve fikir adamı Ömer Faik’le ilgili en ciddi ve kapsamlı çalışmaları yapan rahmetli hocam Prof. Şamil Gurbanov’u minnet ve şükranla anıyorum.

Şamil Gurbanov tarafından kaleme alınan, “Azerbaycan’ın Görkemli Adamları” üst başlığıyla basılan ve Ömer Faik’in hayatını anlatan monografi sayesinde Türkiye başta olmak üzere Türk Dünyasında maalesef yeteri kadar ilgi ve alakaya mazhar olamayan Ahıskalıların duçar olduğu sorunlar tarihe akademik bir çalışma, yani belge olarak not düşülmektedir.

Sarıkamış muharebesinde, Kars ve Ardahan vilâyetlerinde yaşayan ahaliye hususen Azerbaycanlılara divan tutulmuş, yaşayış mıntıkaları yerle yeksân edilmiştir. Türk ordusu büyük kayıplar vermiştir. Bu muharebenin musibetleri hakkında matbuatta ilk heyecan davulunu çalan Ömer Faik’ti. Ömer Faik’in teşebbüsü ve faal tebligatıyla Ahıska’nın Azgur köyünde yardım toplanmış, üstelik her ay iki yüz manat harç ile yaralılara mahsus bir küçük hastane açılmıştır. Ahıskalı Şefika Hanım Efendizade, Ömer Faik’in çıkışından birkaç gün sonra heyecanla yazıyordu: “Birkaç günden beri yüreklerimizi kana döndüren Kars ve etrafındaki Müslümanların duçar oldukları felâketli hallerden her bir vicdan sahibi olan tesirlenmiştir. Bir insan bulunmaz ki, bu felâkete, bu hanümansız ahvâle ah-vay etmesin…

Ruslar, Osmanlı’ya olan öfkesini tebaası bulunan Müslüman yerli ahaliden çıkarmış, topyekûn katliam yapmış, her tarafı harabeye çevirmişti. Ömer Faik’in feryadıyla, Bakü Hayriye Cemiyeti, Kars ve Ardahanlılara yardıma gelmişti. Bu heyetle Ardahan’a gelen şâir Ahmet Cevad’ın 15 Mart 1915 tarihli İkbal gazetesinde çıkan şiiri şöyledir:

 

HAYRET

Vicdanım emretti, imdada geldim,

Mazlum sesi duydum, ben dâda geldim.

Ziyafet görmedim, yaslıdır eller,

Çoğalmış mezarlar derdini söyler.

Talanmış şâneler, yolunmuş teller,

Olduğun duydum da imdada geldim.

 

Yarılmış korkudan pembe dudaklar,

Âşıklar âh çeker, derdinden ağlar,

Bak, neler söylüyor tarlalar, dağlar,

Kardaş sesi duydum, imdada geldim.

 

Komşularda toydur, bizde ağlaşma,

Bu yerde kız gülmez, gel hiç uğraşma,

Sen, ferdli gönlüm, gel burda dolaşma,

Ben seninçün değil, imdada geldim.

 

Karları boyamış mazlumlar kanı,

Ölenler çok, fakat mezarı hanı?

Ayaklar altında şöhreti şanı,

Kalanları görüp feryada geldim.

 

Felâket görmeyen millet olar mı?

Düşün, biraz düşün, hiç kanın var mı?

Gözler kör mü, yoksa gönüller dar mı?

Âh yine ben, yine feryada geldim.

 

Profesör Gurbanov tarafından kaleme alınmış olan monografik eserin önsözü Ömer Faik’le ilgili olarak 1919’da Gruziya gazetesinde çıkan şu ifadelerle son bulmaktadır: “Büyük Rus İnkılâbı, Azerbaycan halkının tarihine Ömer Faik adlı yeni parlak bir ad verdi. Kafkas Türkleri arasında yol bulması ve sonraki inkişafı, muhkemleşmesi işini araştırırken bu sahada ilk yerlerden birini Ömer Faik’e verecektir.

“Büyük Rus İnkılâbı” bu vaadini, 66 yaşında ve hasta Numanzade’yi bir gece evini basarak “Sovyet hâkimiyeti aleyhine kurulmuş devrim karşıtı milliyetçi teşkilâtın başkanı” suçlaması ile hapse atarak gerçekleştiriyor. Temmuz’da başlayan sorgulama Ekim’de biter ve Ömer Faik kurşuna dizilir. Bu olaydan 20 sene sonra, 1958 yılında Gürcistan Yüksek Mahkemesi, Ömer Faik’e berat kararı (!) verir.

Oysa Ömer Faik’in ülküsü kendi ağzından şöyle ifade edilmektedir:

Benim arzum, vatanımın talihi, milletimin terakkisidir. Bundan başka bir emelim, bir arzum olmadığı gibi, bundan daha parlak, daha büyük, daha âli maksat tasavvur edemiyorum, edemem.”

Stalin tarafından kurşuna dizilerek öldürülen 350 bin Türk aydınından biri olan Ömer Faruk Numanzede, kalemini sadece Ahıska Türklerinin mücadelesi için değil tüm Türklük için kılıç gibi kullandı hayatı boyunca.

Sanki bugün Türkmenelinde, Urumçi’de, Tebriz’de, Üsküp’te, Karabağ’da yaşananları kastederek şöyle yazdı yüz yıl önce gazete makalesinde:

Evet, ey Türk! İster sıkıl, ister incin! Yakandan el çekecek değilim. Sen her şeyi öğrenmek istediğin halde niye bir tek şeyi, yani kendini bilmek istemiyorsun! Niye kendi varlığından, kendi vücudundan, kendi soy ve neslinden haberin yok? Niye sana, “Kimsin?” dedikleri vakit hakiki cevabından aciz kalıyorsun? Niye sadece diyemiyorsun ki: Ben Türk’üm.

Ey yüce merhametli Türk! Senin eski merhametin, ihsanın nişaneleri - o büyük camiler, medreseler, köprüler, hastaneler, çeşmeler  hala senin ecdadını hürmetle yâd ettiriyorlar. Şimdi sana ne oldu ki, milyonlarla vücuda gelen eserlerden değil, açlıktan, çıplaklıktan “ölümden beter” bir hale düşen öz kardeşini, öz milletinin yavrularını kurtarmak merhametinden aciz görünüyorsun!”

......

Bugün 14 Kasım...

Türk’ün makûs talihini acılarla ören bir sürgünümüzün daha yaşandığı gün...

Azeri, Özbek, Kazak, Kırgız, Tatar, Türkmen gibi uydurulmuş takma isimler karşısında “çakma Bağımsız” ülkelerin bağımlı kaldıkları o zor yıllarda yurdu olmayan, toprağından koparılan, esaret yaşayan ama esir olmayan, direnen ama dilenmeyen, sayısı küçük ama kalbi büyük Ahıskalılar, Sovyet istibdat yönetimine rağmen kimliklerinde milliyeti hanesinde yazan TÜRK ismine sadık kaldılar.

Bu yolda kurbanlar verdiler, bir yerden bir yere sürüldüler, ama TÜRK olarak kaldılar, taviz vermeden yaşadılar...

Biz, Sovyet’in yapay isimlerle ayrıştırmaya çalıştığı Türkler, Türkiye’nin kokusunu, Anadolu Türkçesine duyduğumuz hasreti onlara sarılarak giderdik yıllarca.

Doğduğum Can Azerbaycan, Stalin tarafından sürülen Ahıskalılara en güzel topraklarını tahsis etti, Türkiye’yi sarar gibi sarıldı onlara, emanetimiz olarak gördü, namusumuz olarak belledi kardeşlerimizi...

1989’da Fergane felaketini yaşayan Ahıskalılar ile kadim Türk yurdu olan Revan’daki topraklarını Ermeni mezalimi nedeni ile bırakarak göç etmeye mecbur kalan Azerbaycanlı kaçkınlara eşzamanlı olarak kucak açan Azerbaycan, eşit davranmadı onlara. Ahıskalı Türkleri başkent Bakü’nün 20 km uzaklığındaki Abşeron kasabasındaki prefabrik evlere, Ermenistan kaçkını olan Azerbaycan Türklerini ise vagonlara yerleştirdi. Ahıska Türklerinin Fergane felaketi için üç gün ülkede yas ilan eden Azerbaycan’ı “bu eşit olmayan” muamelesinden dolayı bir kez daha cani gönülden kutluyorum...

Asil davranışın nedeni, Canımızdan öte Canlara - devletsiz, topraksız Ahıskalılar’a sahipsiz olmadıklarını hissettirmek ve onlarla uğraşanlara da tıpkı Türkiye’nin bulunmadığı bir ortamda ona dil uzatan Sarkisyan’a Aliyev tarafından söylenildiği gibi “Türkiye burada yoksa da burada Azerbaycan var” mesajının verilmesi idi...

Azerbaycan Parlamentosu’nda ve Yüksek Öğretimde Ahıskalılar için kota uygulanması göğsümüzü kabartan faaliyetlerdir. Giresun Üniversitesi’nde rektör olduğum 2012 yılından itibaren sürgün sonucunda Türkiye dışında bulunan Ahıskalı gençler için (tıpkı Türkmeneli ve Balkan coğrafyasının gençlerine yaptığım gibi) kota uygulama kararımda Azerbaycan’ı örnek aldığımı açıklamaktan onur duyuyorum.

Akademik hayatıma başladığım dönemde, Sovyetler dağılmadan önce yazmış olduğum ilk iki makaleden birincisi Ahıskalılar, ikincisi ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti hakkındadır.

2014’de üniversitemizde “Ahıska Türklerinin Hukuki ve Sosyal Sorunları” adlı uluslararası sempozyum gerçekleştirdik. Amerika, Avrupa , Türkistan başta olmak üzere toplam on beş ülkeden çilekeş Ahıska Türkleri ile birlikte alimler, hukukçular, STK başkanları, aşıklar, şairler vardı ve Azerbaycan’dan gelen genç ama bilgi birikimli konuşmasıyla hepimizi hayran bırakan Dr. Araz Aslanlı benim Kiril alfabesiyle Sovyetler döneminde yayınlanmış Ahıska Türkleri makalemi sahnedeki ekrandan salona sundu... Yazdığım “Yurt Salan Yurtsuzlar” adlı makaleye ve üzerinden onca yıllar geçmesine rağmen o gerçeğin değişmediği hayatı yaşayan salondaki Ahıskalı kardeşlerime utanarak baktım...

Bu toprakların has evlatlarının çilesi, yaşadıkları, felaketi ülkemizde bizi sırtımızdan hançerleyenler kadar gündem olamıyor, acı ama gerçek...

Türkiye ilk geldiğimde -ki otuz yıl oldu nerdeyse- bana söylenilen “Aaa siz de mi Türkçünüz” nidasına acayip bozulur, Azerbaycan’ın kurduğu Türk Cumhuriyeti’nin 1918 tarihli olduğunu anlatırdım. Fakat bu ülkenin bir parçası olan Ahıska Türklerine yapılan kah Mehseti, kah Gürcistan kah şu kah bu yakıştırmasını görünce halime şükrettim... Milli tarihimizden bihaber oluşumuza üzüldüm, utandım, ar ettim...

Duyduk duymadık demeyin, Ahıska Türkleri Posof bölgesindeki Anavatandan Osmanlı- Rus savaşında yenilgimiz nedeni ile Ruslar tarafından işgale sonrasında sürgüne maruz kalan Türklerdir.

Yalnız sürgün edilen, yüz yılda dört kere yer değiştiren cisimleri oldu, ruhları hep özgür ve bağımsızlığın birer meşalesi olarak meşakkatli hayatlarına ışık yayarak Türklüğü yaşatmaktadır...

Onlar bizim için,  milli manevi değerlerimizi yaşatmak için yüz yıllardır çile çekmekteler...

Onları Filistin kadar, Myanmar kadar tanıyalım, en azından...

Son yıllarda Erzincan ve civarında yerleşim bulmaları umut veriyor ama yeterli değil...

Hala da esirdir Ahıska, boynunu büker…

Nice diyeyim; bahtın kara yazılmış...


[1] Menşevikler Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisinin 1903’de yapılan İkinci Konferansı’nda Lenin ile Julius Martov arasında yaşanan fikir ayrılıkları sonucu partinin bölünmesi sonucu ortaya çıkan iki gruptan birisidir.

 

Yorumlar