BÜYÜKELÇİ (E) TUGAY ULUÇEVİK’İN
BALKAN SİYASÎ KULÜBÜ’NÜN
12. KONFERANSI’NDA
KIBRIS KONUSUNDA
YAPTIĞI KONUŞMA
İstanbul, 10 Ekim 2009
Sayın Oturum Başkanı,
Sayın Cumhurbaşkanları,
Sayın Başbakanlar,
Sayın Bakanlar,
Sayın Büyükelçiler,
Balkan Siyasî Kulübü’nün Seçkin Üyeleri,
Basının Değerli Mensupları,
Saygıdeğer Konuklar,
Balkan Siyasî Kulübü’nün 12. Konferansı vesilesiyle Balkan Ülkelerinin mümtaz Siyasetçilerine ve Devlet Adamlarına ve Türkiye’den çok seçkin Şahsiyetlere hitap etmekten duyduğum onuru ifade ederek sözlerime başlamak istiyorum.
Konferansın ana temasının “Türkiye-AB İlişkileri” olduğunu dikkate alarak Kıbrıs konusundaki takdimimde AB’nin Kıbrıs sorununa ilişkin tutumuna dair görüşlerimi sizlerle paylaşacağım.
Bununla beraber, önce, bilerek veya bilmeyerek genellikle tahrif edilen veya gözden kaçırılan Kıbrıs sorununa ilişkin 4 gerçeğe işaret etmek istiyorum.
Birincisi, Kıbrıs sorununun ortaya çıkmasına, Kıbrıslı Türklerin veya Türkiye’nin sebep olmadığı tarihî gerçeğidir. Kıbrıs sorunu, Kıbrıs Adası’nın bugün AB üyesi olan bir ülkeyle birleştirilmesi emelinin tezahürü olan söylemler, politikalar, şiddete dayalı eylemler ve maceraperest girişimler sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu emel Türkçe olmayan “ENOSIS” kelimesiyle ifade edilmektedir. ENOSIS’i gerçekleştirme teşebbüsleri 1954 - 1974 döneminde yoğun biçimde yaşanmıştır. Kıbrıs Türk halkına karşı 1963 Noel’inde plânlı “etnik temizlik” hareketine girişilmiştir. BMGS raporlarında, Kıbrıslı Türklerin o dönemde yaşamak zorunda kaldıkları şartları “gerçek kuşatma” (veritable siege) olarak tanımlamıştır. “Fonksiyonel Federasyon” (functional federation) olarak kurulan 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti “ortaklık” (partnership) Devleti yıkılmıştır. 1974’de Ada’da gerçekleştirilen bir askerî darbe ile ENOSIS ilânı teşebbüsünde bulunulmuştur. Bu teşebbüsü Türkiye boşa çıkarmıştır. Şu hususu vurgulamak isterim ki, Türkiye’nin dış politika hedeflerinde, Kıbrıs’la ilgili olarak, “ENOSIS” kavramıyla eş anlamda Türkçe bir kavram hiçbir zaman yer almamıştır.
İkincisi, Kıbrıs konusunun, 1974’de değil, 1964’de ve hattâ, 1954’de, ENOSIS amacına yönelik olarak Yunanistan tarafından BM Genel Kurul gündemine dahil ettirilmiş ve böylece uluslararası bir sorun haline getirilmiş olduğu keyfiyetidir.
Üçüncüsü, tarafsız olmayan kaynaklarda Kıbrıs’ın 1974’de bölündüğünün öne sürülmesine karşılık, gerçekte, Kıbrıs’ın, Ada’da 1960 Anayasa düzeninin ortadan kalkması üzerine oluşan iki ayrı yönetim şeklinde bölünmüş olduğudur. Kıbrıs’taki bölünmeyi temsil eden ve “yeşil hat” (green line) olarak bilinen çizgi, 1974’de değil, 1964’de çizilmiştir. Bu çizgiyi, Ada’da 1963 Aralık ayı sonunda oluşturulan geçici Barış Gücü’nün Komutanı İngiliz Tümgeneral YOUNG harita üzerinde çizmiştir. Çizerken yeşil renkli kalem kullandığı için, bu çizgi Kıbrıs’la ilgili terminolojiye “yeşil hat” olarak girmiştir.
Dördüncüsü, sorunun yarım asırdır çözülemeden kalmasında Kıbrıs Türk Tarafı’nın ve Türkiye’nin sorumluluğunun bulunmadığı olgusudur. Kaldı ki, Kıbrıs sorununa çözüm aramak ve bulmak sorumluluğunu taşıyan tarafın sadece KKTC ve Türkiye olmadığı da ayrı bir gerçektir.
Halen Talât – Hristofyas arasında sürdürülmekte olan görüşmeler, 1968’den bu yana yapılan ve her biri ortalama 4 yıl sürmüş olan görüşme dönemlerinin sekizincisidir.
Şunu kesinlikle söyleyebilirim ki, görüşmelerin her dönemi, müzakerelerin Kıbrıs Rum Tarafınca oyalayıcı taktiklerle baltalanması veya çözüme ilişkin olarak BMGS tarafından ortaya konulan sözlü veya yazılı fikirlerin, somut plânların reddedilmesi yüzünden kesilmiştir. Müzakere sürecinin yeniden başlaması da, Kıbrıs Türk Liderliğinin inisiyatif alması üzerine mümkün olabilmiştir.
Dışişleri Bakanlığındaki görevlerim sırasında Kıbrıs dosyası üzerinde yetkiyle çalıştığım yıllarda, çözüm arayışlarının 1980 – 1983; 1985-1986, 1992-1994 dönemlerinde, müzakerelerin, son defa ANNAN Plânı’nı da reddetmiş olan tarafça nasıl baltalandığına ve sunulan çözüm şekline ilişkin belgelerin nasıl reddedildiğine tanıklık etmiş bir kişiyim.
Kısaca örnek vermek gerekirse: Ocak 1985’de New York’da BMGS’nin gözetiminde gerçekleştirilen Denktaş – Kyprianou Zirvesi’nde BMGS tarafından masaya konulan çözüm şeklinin çerçevesine ilişkin belgeyi, Sayın Cumhurbaşkanı Rauf DENKTAŞ, çözümün toprak veçhesinde önemli esneklikler de göstererek, çekincesiz kabul etmiştir. Kyprianou ise kesin biçimde reddetmiştir. BMGS, dünyanın önde gelen aktörleri, uluslararası basın – yayın organları, Denktaş’ın tutumundan övgüyle bahsetmişler; Kyprianou’yu yermişlerdir. Benzer bir olay 1986’da da yaşanmıştır.
Kıbrıs Rum Yönetimi’nin 1978-1983 döneminde Dışişleri Bakanı olarak görev yapmış bulunan Nikos Rolandis, geçtiğimiz Temmuz ayında Kıbrıs Rum Alithia gazetesinde yayınlanan makalesinde, Kıbrıs Rum Tarafı’nın 1948 yılından bu yana ortaya konulmuş bulunan 15 çözüm plânını reddetmiş olduğunu itiraf etmiştir. Bu plânlardan 10 tanesi 1964 – 2004 arasındaki döneme aittir.
Seçkin Konuklar,
En son olarak, BM zeminindeki çözüm arayışları tarihinin en düzenli, en kapsamlı, en sonuca yönelik ve uluslararası camianın en geniş ölçüde dikkatini çekmiş ve desteğine sahip olmuş çözüm teşebbüsünün 2004’de sonuçsuz kalmasının hep beraber hayal kırıklığını yaşadık. Ortaya çıkan Andlaşma metni, 24 Nisan 2004 referandumlarında Kıbrıs Türk halkının kabul etmesine rağmen, Kıbrıslı Rumlar reddettiği için yürürlüğe giremedi.
Böylece, Konferansımızın sabah oturumunda Bulgaristan’ın saygıdeğer eski Dışişleri Bakanı Solomon Isaak Passy’nin dile getirdiği “Birleşik Kıbrıs’ın” (United Cyprus) NATO’ya katılması fikri de gerçekleşme imkânı bulamadı.
BMGS Kofi Annan Referandumdan sonra yayınladığı 28 Mayıs 2004 tarihli Raporunda Kıbrıs Rum Tarafı’nın “sadece bir plânı değil çözümün kendisini”[1] reddettiğini vurguladı.
BMGS Raporunun 92 inci paragrafında da “dönüm noktası niteliğindeki 24 Nisan oylamasından sonra, 40 yıldır süren barış arayışının yeniden bir değerlendirmeğe tabi tutulmasını; gelecekte Kıbrıs sorununun daha iyi nasıl ele alınabileceğinin düşünülmesini”[2] tavsiye etti.
BMGS, Raporunda, ayrıca, referandumda Kıbrıs Türk Tarafı’nın verdiği olumlu oyların “kendilerini baskı altında tutmanın ve tecrit etmenin bütün mantığını ortadan kaldırmıştır”[3] şeklinde bir değerlendirme yaptı. BM Güvenlik Konseyi üyelerini “Kıbrıs Türklerine yönelik kısıtlamaların kaldırılması için öncülük etmeye” çağırdı.
Uluslararası toplumun, AB dahil, önde gelen aktörleri, ne yazık ki, BMGS’nin tavsiyelerini dikkate almak istemediler. Kofi ANNAN’ın bu tarihî önem taşıyan raporu BM Güvenlik Konseyi’nde işleme dahi konulmadı. Rapor rafa kaldırıldı.
Bu ihmali veya aczi gösteren veya kasıtlı olarak bu şekilde davranan, içinde Daimî üye olarak AB’den iki Devlet’in de bulunduğu BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs’taki çözümsüzlükten yakınmasındaki samimiyeti, bir sade vatandaş olarak sorgulamamın, halen Türkiye’nin de üyesi bulunduğu Konseye karşı bir saygısızlık olmayacağını düşündüğümü yüksek affınıza sığınarak ifade etmek istiyorum.
Seçkin Konuklar,
BM Güvenlik Konseyi, 1964’den bugüne kadar Kıbrıs hakkında 121 karar kabul etmiştir. Birçok Başkanlık bildirisi yayınlamıştır. Kıbrıs sorununun çözümü gayretlerinde Taraflara yardımcı olabilmesi için BMGS’ne “iyi niyet” görevi vermiştir. Çözümün ana parametreleri belirlenmiştir. Buna rağmen sorun 1963 Aralık ayından bu yana 46 yıl geçmesine rağmen çözülememiştir. Bu neden böyle olmuştur?
Bu arzu edilmeyen durumun temel sebebi, çözüm girişimlerinde, on yıllardır, Ada’daki ve Kıbrıs sorunuyla ilgili gerçeklerden değil, Kıbrıs Rum Tarafı’nın Kıbrıs sorunuyla ilgili iddialarına arka çıkan varsayımlardan hareket edilmiş olmasıdır. BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs sorunu hakkında kabul ettiği ilk karar olan 4 Mart 1964 tarihli ve 186 sayılı karar, Ada’da Aralık 1963’den sonra yıkılmış olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin iki unsurundan biri olan sadece Kıbrıslı Rumlardan oluşan bir yönetimi, iki toplumlu Kıbrıs Cumhuriyeti’nin hükûmeti olduğunu varsaymıştır. BM Güvenlik Konseyi, böylece, Kıbrıs sorununu yaratmış olan Tarafı, daha 1964’de Ada’da çözüme ihtiyaç duymaz ve çözümsüzlükten rahatsız olmaz duruma getirmiştir.
Makarios, 186 sayılı kararı “ENOSIS dışında elde edilebilecek en iyi sonuç”[4] sözleriyle değerlendirmiştir. Makarios, yaptığı açıklamada “uluslararası alandaki mücadelemizin ilk aşamasında bu kararı elde ettik. Artık Türkiye gelecekte Garanti Andlaşması’nı işleterek Kıbrıs’a müdahale tehdidinde bulunamaz”[5] demiştir.
Seçkin Konuklar,
Kuruluşundan sonraki ilk 15 – 20 yıl içinde AB’nin Kıbrıs sorununun doğrudan tarafları arasında eşit mesafede kalmağa gayret ettiği görülür.
Filhakika, Yunanistan’ın 1975’de üyelik başvurusunda bulunmasını takiben AB Konseyi “Yunanistan’ın başvurusunun incelenmesinin AB ile Türkiye arasındaki ilişkileri etkilemeyeceği ve Türkiye-AB Ortaklık Anlaşmasında yer alan hakların etkilenmeden kalacağı”[6] şeklinde bir görüş ortaya koymuştur. AB Komisyonu da 1976’da açıkladığı görüşünde “AB’nin Türkiye ile Yunanistan arasındaki ihtilaflara taraf olmadığını ve olmaması gerektiğini[7]” belirtmiştir.
Bununla beraber, Yunanistan’ın 1981 yılında AB’ne tam üye olarak kabul edilmesini izleyen dönemlerde, AB, Kıbrıs konusunda açıkça Yunanistan’ı destekleyen bir tutum içine girmiştir. Türkiye’nin Nisan 1987’de AB’ne tam üye olmak için başvuruda bulunmasından sonra da, Türkiye ile Yunanistan arasındaki ihtilâflı konular ve Kıbrıs konusu Türkiye – AB ilişkilerinin gündemine dahil edilmişlerdir ve giderek Türkiye ile ilgili sürecin ilerleyebilmesinin siyasî şartları haline getirilmişlerdir. AB, 2004’de Kıbrıs AB’ne tam üye oluncaya kadar, Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerinde atılan her ileri adımda, Kıbrıslı Rumların katılım sürecini hızlandıracak bir karar almıştır. Kıbrıslı Rumların üyeliğinin gerçekleşmesinden sonraki dönemde de, AB, aynı stratejiyi bu defa Türkiye’nin Kıbrıs politikasının temel esaslarının aşınmasına yol açmak amacıyla uygulamağa devam etmiştir.
Diğer taraftan, 1989’dan sonra AB’nin doğuya ve güneydoğuya doğru genişleme ihtiyacının ve imkânının doğması, Yunanistan’ın AB platformunu Türkiye ve Kıbrıs’la ilgili amaçlarına uygun biçimde kullanmasını kolaylaştıran bir faktör olmuştur.
Yunanistan Dışişleri Bakanlığı’nın resmî internet sitesinde yer alan bir bilgiyi dikkatinize sunmak istiyorum. “Avrupa Birliği’nde Yunanistan” (Greece in the EU) başlıklı sayfada “Yunanistan’ın AB’ne tam katılımı tercih etmesinin sebepleri şöylece özetlenebilir:”[8] denildikten sonra, sayılan 5 sebebin ikincisi olarak “Temmuz 1974’de Kıbrıs’ı istila ve işgal ettikten sonra Yunanistan için başlıca tehdit haline gelmiş olan Türkiye ile ilgili olarak müzakere gücünü arttırmak”[9] şeklinde bir ifadeye yer verilmektedir. Bu ifade ziyadesiyle ifşa edicidir.
Kıbrıslı Rum Liderlerden Clerides de Temmuz 1995’deki demecinde şöyle demiştir: “Kıbrıs’ın AB üyeliği gerçekleştiği zaman Türkiye’nin Garanti Andlaşmasında öngörülen tek taraflı müdahale hakkını ortadan kaldırmış olacağız; anayasal konularda ve Türkler tarafından ileri sürülen diğer birçok konuda elimizde sağlam bir koza sahip olacağız.”[10]
Seçkin Konuklar,
AB Konseyi, Türkiye’nin tam üyelik için yaptığı başvuruyu 5 Şubat 1990’da kabul ederken “Türkiye ile AB üyesi olan bir Devlet arasındaki ihtilâfın ve Kıbrıs’taki durumun Türkiye’nin katılım süreci üzerinde olumsuz etkileri bulunacağını”[11] ifade etmiştir. Birkaç ay sonra Dublin Zirvesi’nde aynı görüş tekrarlanmıştır.
Dublin Zirvesi’nin ertesinde Güney Kıbrıs Rum Yönetimi 4 Temmuz 1990’da AB’ne tam üyelik için müracaat etmiştir.
Türkiye ve Kıbrıs Türk Tarafı hukukî ve siyasî gerekçelerle AB’den başvuruyu kabul etmemesini istemişlerdir.
Bununla beraber, AB, GKRY’nin yaptığı tam üyelik başvurusunu işleme koymuş ve tam üyeliğin gerçekleştiği nihai aşamaya kadar yürütmüştür.
Türkiye’nin AB ile Gümrük Birliği kurma yönündeki girişimleri yoğunlaşınca, AB Haziran 1993’de “Kıbrıs’ın” başvurusunun incelenmesine öncelik kazandırmış ve başvurunun kabul edildiğini Ekim 1993’de açıklamıştır. Açıklamada, Rumların pozisyonuna uygun olarak, Kıbrıs sorununun çözüm şekli hakkında “iki kesimli federal çözüm” (bi-zonal federal solution) şekliyle bağdaşmayan görüşlere yer vermiştir. 25 Haziran 1994’de Korfu’da yapılan AB Zirvesi’nde de AB’nin ilk genişlemesinde “Kıbrıs’ın” yer alacağı açıklanmıştır.
AB’nin de büyük çıkarının bulunduğu Türkiye ile AB arasında Gümrük Birliği kurulmasına ilişkin karar 6 Mart 1995’de alınırken, aynı gün, AB, Yunanistan’a ödün olarak hükûmetlerarası konferansın tamamlanmasından 6 ay sonra “Kıbrıs” ile tam üyelik müzakerelerinin başlatılmasını kararlaştırmıştır.
Gümrük Birliği kararının alındığı Türkiye – AB Ortaklık Konseyi toplantısında Türkiye Dışişleri Bakanı Sayın Murat Karayalçın, 1960 Kıbrıs Andlaşmalarının men edici hükümlerine atıfla, Türkiye’nin üyesi olmadığı AB’ne “Kıbrıs’ın” tamamının veya bir kısmının üye olarak kabul edilmemesi gerektiğini; çünkü Türkiye de AB’ne tam üye olmadan “Kıbrıs’ın” tam üye yapılmasının, Kıbrıs’la ilgili olarak Türkiye ile Yunanistan arasında 1960 Andlaşmalarıyla kurulmuş olan hassas dengelerin bozulmasına sebep olacağını; “Kıbrıs’ın” üyeliği yönündeki çalışmalara bu gerekçelerle Türkiye’nin hukuken ve siyaseten karşı çıkmaya devam edeceğini açıklamıştır.
AB Konseyi’nin Aralık 1997’deki Luxembourg Zirvesi’nde Türkiye’ye katılım adaylığı statüsü verilmezken, “Kıbrıs’la” katılım müzakerelerinin 30 Mart 1998’de başlayacağı açıklanmıştır.
10-11 Aralık 1999’daki Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye AB Katılım Adayı statüsü verilirken Yunanistan’ın ve “Kıbrıs’ın” aldığı ödünler de çok belirgindir. Helsinki Zirve Bildirisi’nin 4, 9(b) ve 12. paragrafları bu ödünleri açık ve seçik ortaya koymaktadır. Bildiri de Kıbrıs’la ilgili olarak “Kıbrıs’ın katılım müzakereleri tamamlandığı zaman şayet Kıbrıs’ta çözüme ulaşılmamışsa, Konsey’in katılım hakkındaki kararı çözüme ulaşılması bir ön şart teşkil etmeden alınacaktır”[12] ifadesine yer verilmiştir.
Yunanistan’ın Helsinki’de Türkiye’ye “adaylık statüsü” verilmesi kararını veto etmeme karşılığındaki kazanımı sadece Kıbrıs’la sınırlı kalmamıştır. Avrupa Para Birimine katılma hedefini gerçekleştirmiştir. En önemli kazanımı da, PKK teröristlerinin başının, cebinde Güney Kıbrıs pasaportu olduğu halde Nairobi’deki Yunanistan Büyükelçiliğinde misafir edilirken yakalanmış olması olayının kendisini terörizmle işbirliği yapan Devlet durumuna düşürmesinin vahim sonuçlarını ve o zamanki Dışişlerini bakanı Pangalos’un bu olaydaki rolünü, Türk ve dünya kamuoyuna kısa sürede unutturmayı başarması olmuştur.
BMGS’nin ANNAN Plânı girişimini başlattıktan bir ay sonra 12 Aralık 2002’de toplanan AB Kopenhag Zirvesi’nin Bildirisi’nde de “Kıbrıs’la katılım müzakereleri tamamlanmıştır; Kıbrıs AB’ne yeni üye olarak kabul edilecektir”[13] hükmü yer almıştır.
AB’nin kısaca özetlemeğe çalıştığım tutumu sayesinde AB tam üyeliğini garantileyen; 16 Nisan 2003’de Atina’da AB’ne katılım Andlaşmasını imza eden Kıbrıslı Rumlar, 24 Nisan 2004 referandumunda ANNAN Plânı’nı reddetmişlerdir. İçinde Kıbrıs Türk Halkı’nın siyasî, ekonomik, sportif, vs. bakımlardan tecrit edilmiş durumda yaşatıldıkları, Ada’daki status quo’yu çözüme tercih etmişlerdir.
AB’nin etkisiyle, BM Güvenlik Konseyi’nin, 1996’dan sonra Kıbrıs konusunda kabul ettiği kararlara “AB’nin Kıbrıs ile katılım müzakerelerine başlama kararını almış olması kapsamlı çözümü kolaylaştıracak önemli yeni bir gelişmedir”[14] şeklinde bir hüküm konulmuştur. Bu varsayımının ne kadar yanlış olduğunu, 2004’de çözümün Rumlar tarafından reddedilmesi açıkça göstermiştir.
Seçkin Konuklar,
AB’nin, Türkiye’nin AB’ne katılım süreci ile Kıbrıs sorunu arasında kurduğu bağın, Kıbrıs sorununun gerçekleri karşısında hakkaniyete uygun olduğunu düşünmek ve bunu ifade etmek olanaksızdır.
Ortada adil olmayan ve iyi niyetli siyasetin ve diplomasinin icaplarına uymayan bir durum vardır. AB, Kıbrıs sorununu yaratmış olan tarafların AB’ne tam üye olma başvurularını değerlendirirken ve onları tam üye olarak kabul ederken, Kıbrıs sorununun çözülmüş olması şartını ileri sürmüş değildir. AB, 2004’de Kıbrıs’ta çözümü reddetmiş olan Tarafı bir hafta sonra törenle arasına üye olarak almıştır. Plâna, büyük çoğunluğu, belki de sırf AB’ne katılabilmek ve böylece, yine AB çevrelerince kendilerine vadedilmiş olan nimetleri elde etmek için “EVET” demiş olan Tarafı, üzerindeki haksız tecrit tedbirleriyle birlikte, dışarıda bırakmıştır. AB Konseyi ANNAN Plânı üzerindeki referandumdan iki gün sonra 26 Nisan 2004 tarihinde aldığı kararla, Kıbrıslı Türklerin üzerindeki tecridin kaldırılması yönünde somut tedbirler alınacağını açıklamıştı. Bu çerçevede, Kıbrıslı Türklerin AB ile doğrudan ticaretini sağlamak için bir Tüzük hazırlanacağını vurgulamıştı. AB bu siyasî taahhüdünü aradan beş buçuk yıl geçmiş olmasına rağmen yerine getirebilmiş değildir.
Ayrıca, ANNAN Plânı’na ilişkin süreç boyunca Türkiye’nin verdiği gözle görülür desteğe ve referandumun sonuçlarının ortaya koyduğu çarpıcı gerçeklere rağmen, yine de, AB, Türkiye’den Kıbrıs konusunda açılımlar yapmasını talep etmeği sürdürmektedir. 2004’den sonra da, AB Konseyi’nin Bildirilerinde, Ekim 2005’de Türkiye için hazırlanan Müzakere Çerçeve Belgesinde, önümüzdeki günlerde resmen yayınlanacak 2009 yılına ait olanı da dahil olmak üzere Türkiye ile ilgili yıllık İlerleme Raporlarında, Kıbrıs konusuna ve Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunlara ilişkin koşulların müzakere sürecinde Türkiye’nin önüne konulmasına devam olunmaktadır. AB, Türkiye’den, Kıbrıs konusunda, ancak, âdil ve kalıcı bir nihai siyasî çözümden sonra atılması düşünülebilecek adımları peşinen atmasını talep etmektedir. 2006 Kasım ayında Türkiye’nin müzakere sürecinde 8 başlığın, Türkiye’nin Kopenhag kriterlerine uyma bakımından karşılaştığı herhangi bir zorluk yüzünden değil, Kıbrıs konusuyla bağlantılı olarak askıya alındığını da bu meyanda hatırlatmak isterim.
AB üyeliğine ehil olma bakımından, Türkiye’nin coğrafî konumu bile, bugün, Avrupa’da bazı siyasetçiler tarafından tartışma konusu yapılmaktadır. Oysa, Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin 70 km güneyinde bulunan, Ankara’dan geçen boylamın doğusunda kalan ve Suriye’den sadece 90 km mesafede yer alan Kıbrıs’ın coğrafî konumu, AB üyeliğine ehliyet bakımından sorgulanmış değildir. Aksine, Kıbrıs’ın üyelik müracaatı hakkında AB Komisyonu’nun 1993’de verdiği olumlu mütalâada, Ada’yı üyeliğe ehil yapan faktörler arasında en başta “Kıbrıs’ın coğrafî konumunun” zikredildiği görülür.
AB, bu tutumlarının, Türkiye’de ve KKTC’de halkın adalet duygusunu ve AB’nin değer yargılarına olan inancını ne ölçüde rencide edebileceğini; KKTC’de ve Türkiye’de siyasî karar mercilerini ne denli açmaza düşüreceğini sanırım hiç dikkate almamıştır; almamağa da devam etmektedir.
Seçkin Konuklar,
Görünen o dur ki, AB organları Kıbrıs konusunda ve buna bağlı olarak Türkiye’nin katılım sürecinde Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlar tarafından rehine alınmış duruma düşmüştür.
AB’nin, bulunacak çözüm şeklinin AB’nin üzerine bina edildiği temel ilkelere uygun olması gerektiği tezi, Kıbrıslı Rumların ve Yunanistan’ın amaçladıkları çözüm şekline zemin kazandırmaktadır. AB’nin bu tezi, aynı zamanda, BM zemininde on yıllardır süren arayışlardan sonra çözüm şekline ilişkin olarak oluşturulmuş bulunan parametrelerin, çözümü kalıcı kılacak şekilde uygulanmasına engel olacak mahiyettedir.
Varılacak çözümün hukukî kesinliğinin ve devamlılığının sağlanması için, çözümün parametrelerinin AB’nin birincil hukuk kaynağı haline getirilmesi, örneğin, “iki kesimlilik” ve “güvenlik ve garantilerle” ilgili parametrelerin, AB müktesebatına derogasyonlar getirilmesi suretiyle teminat altına alınması zorunludur. Bununla beraber, AB’nin, ANNAN Plânı ile ilgili gelişmelerin seyri içinde böyle bir tutumu benimsemekten uzak olduğu açıkça görülmüştür.
Bugün basında okuduğum haberlerden, AB Komisyonu Başkanı Barroso’nun Kıbrıs sorununu daha yakından takip etmek için bir Kıbrıs Özel Temsilcisi atamış olduğunu öğrendim. AB’nin Kıbrıs Rum tezlerine arka çıkarak Kıbrıs konusunda daha müdahaleci bir tutum içine girmesinin, müzakere sürecine zarar vermesinden endişe ederim.
Yarım asırdır gündemde duran Kıbrıs sorununun kalıcı çözümü için yapılacak en faydalı katkının, Kıbrıs Rum Tarafını çözüm şekline ihtiyaç duyar hale getirecek adımların atılması olduğuna inananlardanım. Bunun için de Kıbrıs’ta iki halkın, iki demokrasinin, iki Devlet’in varlığından oluşan gerçeklerin görülmesinin ve bu gerçeklere uygun eylemler içine girilmesinin gerekli olduğunu düşünüyorum. Bu yöndeki işaretlerin, halen sürmekte olan Talât – Hristofyas görüşmelerinin anlaşmayla sonuçlanmasına yardımcı olacağı görüşündeyim.
Kıbrıs Türk Halkının 15 Temmuz 1983 tarihinde KKTC’ni ilân ederken, kapıyı “gerçek” (genuine) bir Federasyona açık bırakmış olduğunu burada hatırlatmak isterim.
Geçen yıl Hristofyas’ın seçimleri kazanması çözüm için “fırsat penceresi” olarak değerlendirilmişti. Bu iyimserliği muhafaza etmeğe gayret ederken, 2004’de ANNAN Plânı’na verilmiş olan red oylarının yüzde 40’dan fazlasının o zaman Hristofyas’ın Liderliği altında bulunan AKEL’den gelmiş olduğunun hatırlanmasında ihtiyatlılık açısından fayda görürüm.
Hristofyas’ın, çözüm arayışlarında muhatabı Sayın Talât’la sonuca gitmek için dikkat ve gayret göstermek yerine, daha önce Papadopulos’un da yaptığı gibi, “çözümün anahtarı Ankara’nın elindedir” edebiyatını sürdürmeği tercih ettiğini ve “AB’ne üye olmak isteyen Türkiye’nin AB’nin bir üyesini tanımamasının kabul edilemeyeceğini” tekrarlayıp durduğunu; müzakereleri ağırdan alıp bir takvime bağlanmasına karşı çıktığını dikkatlerinize sunuyorum.
Hristofyas’ın iki hafta önce BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmanın içeriğini müzakerelerin geleceği açısından pek hayra alâmet bulmadığımı da gerçekçiliğin icabı olarak kaydediyorum.
Talât ve Hristofyas arasında önceden programlanmış son iki görüşmenin Rum tarafından kaynaklanan değişik gerekçelerle yapılamadığına işaret etmek istiyorum.
Talât – Hristofyas görüşmelerinin Kıbrıs sorununa, Ada’daki gerçeklere ters düşmeyen kalıcı bir çözüm getirmesini diliyorum.
AB’nin Türkiye’nin AB tam üyeliğine uzanan yolda Kıbrıs sorunu gibi siyasî nitelikli sun’i engelleri kaldıracağını ve Türkiye – AB ilişkilerinde “pacta sund servanda” ilkesine sadık kalacağını ümit etmek istiyorum.
Sayın Başkan,
Sözlerimi noktalamadan önce bir tarihî olaya ilişkin bir hatıramı ve hissiyatımı seçkin konuklarla paylaşmama müsaade buyurmanızı istirham ediyorum.
1989 yılının sonbaharında o zamanki Romanya Sosyalist Cumhuriyeti’nin müteveffa Cumhurbaşkanı Nikolae Çavuşesku’nun güven mektuplarını sunmak üzere en son olarak kabul ettiği iki Büyükelçiden biri oldum. Birkaç hafta sonra dost Romen halkının 22 Aralık 1989 günü Bükreş’in sokaklarında yankılanan “libertate” sloganıyla gerçekleştirdiği tarihî ihtilâli yaşadım. Bugün burada aramızda bulunan, ihtilâlin öncüleri ve Liderleri seçkin devlet adamları Cumhurbaşkanı Ion Iliescu’yu ve Başbakan Petre Roman’ı ihtilâlin gerçekleşmesinden sonra ilk kutlayan birkaç Büyükelçi arasında yer aldım. 26 Aralık 1989 günü Hür Romanya Televizyonunun canlı yayınında Romen halkını kutlama ayrıcalığını elde ettim. İhtilâlin hemen sonrasında başlamak üzere, Türkiye ile Romanya arasındaki ilişkilerde Romanya’nın yeni liderliğinin Türkiye’nin çoğulcu demokrasi ve piyasa ekonomisi alanlarındaki tecrübe birikimlerinden yararlanma arzularının sonucu olan bir hızlanmanın ve yoğunlaşmanın bir diplomat için müstesna hazzını yaşadım.
Bugün Romanya’nın, tarihî ihtilâlin 20. yıldönümünü önümüzdeki 22 Aralık’ta AB ve NATO üyesi olarak kutlayacak olmasından bu iki ülkenin dostu olarak mutluluk duyuyorum. Bu duygularımı aynı zamanda gıpta ile dile getiriyorum.
Gıpta duyuyorum, çünkü, Türkiye ile AB arasında, hedef tam üyelik olmak üzere Ortaklık ilişkisi kuran Ankara Anlaşması’nın 50 yıldönümü olan 2013 yılında dahi Türkiye’nin tam üye olabileceği bu konuda en iyimser tahminler arasında yer almamaktadır.
Konferansımızın örnek biçimde mükemmel bir düzenlenmiş olması karşısında duyduğum naçiz takdiri ve şükran duygularımı ifade etmekten mutluluk duyuyorum.
Beni dinlediğiniz için teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum.
-----------------------------------------
Yunanistan’dan katılan Üye’ye karşı kullanılan cevap hakkı:
BÜYÜKELÇİ TUGAY ULUÇEVİK:
Bana sözü tekrar verdiğiniz için teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sayın Başkan, şayet sunumuma cevaben Yunanistan'dan gelen konuğumuzun müdahalesi olmasaydı, ikinci kez söz isteme niyetim yoktu.
Sayın konuk, diplomat olduğumu öğrenince şaşırdığını söyledi. Oysa, müdahalesine şahit olmanın ve söylediklerini dinlemenin benim için hiç şaşırtıcı olmadığını içtenlikle itiraf etmek istiyorum.? Yunan dostlarımızın bu çeşit davranışlarına aşinayım. Uzun bölümü Kıbrıs konusu üzerinde geçen 40 yılı aşkın diplomasi kariyerimde çeşitli uluslararası forumlarda Yunan dostlarımızın benzer tepkileriyle birçok kereler karşılaştım.
Ben politikacı değilim; bu Kulübün üyesi de değilim. Ben bürokratım, diplomatım, emekliyim. Kulüpten Kıbrıs sorunuyla ilgili bir konuşma yapma daveti aldım.
Kulüp Başkanlığı tarafından sunumum için seçilen tema “Kıbrıs Sorunu ve AB'nin Konumu” idi. Konuyu objektif bir şekilde sunabilmek için, gerçekleri ilgili Belgelere atıfta bulunarak belirtmeyi tercih ettim. Bu yüzden yayınlanan belgelerden bazı alıntılar yaptım. Şayet konuğumuz, belgelerde ifadesini bulan gerçeklerden rahatsız olmuşsa, takdir edeceğiniz üzere, bundan ebette ben sorumlu değilim.
Teşekkür ederim Sayın Başkan.
[1] “What was rejected was the solution itself rather than a mere blueprint”
[2] “In the aftermath of the watershed vote of 24 April, I believe that a fundamental reassessment of the full range of United Nations peace activities in Cyprus is timely. That reassessment should include the four-decade-old search for peace in Cyprus, and consider how best to address the problem in the future”
[3] “The Turkish Cypriot vote has undone any rationale for pressuring and isolating them”
[4] “The next thing to ENOSIS”
[5] “We have secured a resolution in the first phase of our struggle in the international field. Turkey cannot in future threaten intervention in Cyprus invoking the Treaty of Guarantee”
[6] “The fact that the study of the request of accession presented by Greece would not affect relations between the Community and Turkey and the rights under agreement between the EEC and Turkey would remain unaffected”
[7] “The European Community is not and should not become a Party to the disputes between Greece and Turkey”
[8] “The reasons for which Greece chose full accession to the Community can be summed up as follows:”
[9] “Greece sought to enforce its.....power to negotiate, particularly in relation to Turkey, which, after the invasion and occupation of Cyprus (July 1974), appeared as a major threat to Greece”
[10] “If Cyprus becomes an EU member we will remove the unilateral intervention right of Turkey under the Treaty of Guarantee and in constitutional matters, and many issues raised by the Turks, we will have the trump cards”
[11] “the negative effects of the dispute between Turkey and one member state of the Community, and also the situation in Cyprus”
[12] “If no settlement has been reached by the completion of Cyprus’ accession negotiations, the Council’s decision will be made without the political settlement being a precondition”
[13] “as the accession negotiations have been completed with Cyprus, Cyprus will be admitted as a new Member State to the European Union”
[14]“the decision of the European Union concerning the opening of accession negotiations with Cyprus is an important new development that should facilitate an overall settlement”