Sayın Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu A.A.'ya 18 Eylül 2020’de verdiği ve Kıbrıs konusunda "artık federasyon müzakere etmeyeceğiz" dediği demecini [i] Millî Dava Kıbrıs ve Türk Milleti'nin ve Türkiye Cumhuriyeti'nin çıkarları adına ilk bakışta sevinçle karşıladım. Bakanımızı kutluyorum! Demecini, Millî Kıbrıs Davamızın yürütülmesinde dönüm noktası yaratan bir kararın açıklanması olarak değerlendiriyorum.
Ancak, Sayın Bakan demecindeki “Kıbrıs meselesinde artık federasyon için müzakere etmeyeceğimizi defalarca söyledik” şeklindeki sözleri aklıma takıldı.
“Defalarca söyledik” denmesine rağmen bu yöndeki bir sözden ben ilk defa haberdar oldum.
Her ne kadar o dönemde Dışişleri Bakanı olan Sayın Abdullah Gül 24 Nisan 2004’deki Annan Plânı referandumundan hemen sonra “artık bu defter kapanmıştır” demişse de, maalesef arkası gelmemişti. Ne defter kapanmıştı, ne bir şey!
Kıbrıs diplomasisinde o dönemdeki “bir adım önde yürüme” stratejimiz ne Kıbrıs sorununun çözümünü, ne KKTC üzerindeki kısıtlamaların kaldırılmasını, ne de Türkiye’nin AB tam üyeliği yolundaki engellerin temizlenmesini ve sürecin ilerlemesini sağlamıştı.
Bu olguları hatırlayarak kendi kendime “o dönemde Türkiye ve KKTC Kıbrıs diplomasisinde çok yüksek bir zemim kazanmıştı. Kıbrıs sorununda çözümsüzlükten beslenenin Tük tarafı değil, Rumlar olduğu, hem dünyaya, hem de Türk kamuoyunun o dönemdeki belirli kesimine kanıtlanmıştı. Bu yüksek zeminde Türk tarafının atması gereken adımlar vardı. Hiçbir adım atılmadı; Sayın Denktaş’ın yerine Sayın Talât geçti; yine Türk tarafı o tarihten sonra da geçen 16 yılda Kıbrıs konusunda maalesef KKTC Cumhurbaşkanı’nın ve Türkiye’nin de savunduğu BM parametreleri temelindeki iki toplumlu ve iki kesimli federal çözümü görüştü” dedim.
Sonra “Kıbrıs sorununun nihai çözümü için Sayın Akıncı’nın ve Sayın Çavuşoğlu’nun da katılımlarıyla önce Ocak 2017’de Cenevre’de başlayan sonra Crans Montana’da devam eden Kıbrıs Konferans’ı süreçlerinde ortaya çıkması amaçlanmış olan çözüm şekli KKTC’nin ortadan kalkmasına ve Türkiye’nin askerî varlığının belirli aralıklarla görüşülmek üzere 650’ye kadar, vesaire inmesine yol açacak ve ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin’ çatısı ve temelinde, BM kararlarında tarif edilen sözde siyasî eşitlik esasına göre ve aşınmaya da mahkûm iki kesimli ve iki kantonlu veya eyaletli sözde federal çözüm değil miydi” diye mırıldandım.
ANNAN Plânı üzerindeki referandumun sonuçları açıklanınca 24 Nisan 2004 gecesi Sayın Kurucu Cumhurbaşkanı Denktaş’a gönderdiğim mesajda KKTC’nin ve Türkiye’nin atması gereken somut adımları sıralamış olduğumu hatırladım.
(Bunları ileride açıklayacağım. Esasen Kurucu Cumhurbaşkanı ile aramda geçmiş olan yazışmalar eminim O’nun arşivinde muhafaza ediliyordur. Çünkü kendisi çok tertipli çalışır ve kendisine yazılan bir mesajı hiçbir zaman cevapsız bırakmaz ve hemen cevaplandırırdı. Nurlar içinde yatsın!)
2007’den itibaren yazdığım onlarca makalede “Kıbrıs müzakere süreci oyununda artık perde inmeli, sahne kapatılmalıdır; KKTC’nin Türkiye’ye ilâve olarak başkaca devletler tarafından diplomatik yoldan tanıtılması için diplomasi çarkları dönmeye başlamalıdır” şeklindeki ve mealindeki ifadeleri, okuyanları artık sıkacak ölçüde tekrarlaya geldiğimi de düşündüm.
Ayrıca, daha bu yıl içinde arkadaşlarımla yazışmalarımda, tweetlerimde “her çözüm seçeneği masada olmalıdır” şeklinde Türk tarafının ortaya koyduğu yaklaşımı tekrar tekrar eleştirdiğim, bunun yanlış olduğunu beyan ettiğim hafızamda canlandı.
Sonunda “demek ki Sayın Bakan’ın veya görevdeki meslekdaşlarımın ‘artık federal çözüm arayışının yapılmayacağına’ dair tekrarladığı sözlerden benim haberim olmamış” deyip Millî Dava için kutlu ve hayırlı olmasını temenni ettim.
Sayın Bakan’ın “artık federasyon müzakere etmeyeceğiz” sözünün bir de teknik veçhesi vardır.
Bir kere, Kıbrıs sorununun tekniği açısından Kıbrıs konusunda müzakere eden taraf Türkiye Cumhuriyeti değildir. Yunanistan da İngiltere de değillerdir. Buna göre Türkiye, İngiltere ve Yunanistan “müzakere etmeyeceğiz” deme mevkiinde olamazlar. Bu teknik olgu, Türkiye ile KKTC, Yunanistan ile GKRY arasındaki bağlar, ilişkiler ne kadar sıkı, yakın ve sık olursa olsun değişmez.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ve diğer iki garantörün müzakeredeki aktif rolleri sadece “güvenlik ve garantiler” gündem maddesi ele alındığında son aşamada ortaya çıkmaktadır. O zaman masaya oturabilirler.
İkincisi, BM Güvenlik Konseyi’nin 12 Mart 1975 tarihli ve 367 sayılı Kararı’nın 6. İşlem paragrafında BMGS’ne verilen “iyi niyet” [good - offices] görevinin de muhatapları Türkiye, İngiltere ve Yunanistan olmayıp “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” iki toplumudur. Eşit temelde [on an equal footing] müzakere edenler de anılan iki toplumdur. Müzakere sürecinde söz ve irade sahibi olanlar, işin tekniği bakımından, onlardır.
Üçüncüsü, Güvenlik Konseyi’nin BMGS’ne verdiği “iyi niyet” görevin hedefi de “Kıbrıs Cumhuriyeti” için federal bir anayasa hazırlanmasıdır.
Bilindiği üzere bu vakte kadar Kıbrıs müzakerelerinin gündemi esas itibariyle 6 ana konu başlığından oluşmuştur. Bu başlıklardan biri "Güvenlik ve Garantiler" konusu hakkındadır. Bu konunun, gündemdeki diğer konular üzerinde Ada’daki taraflar arasında anlaşma sağlanmasından sonra, en son olarak ve garantör devletlerin de katılımlarıyla bir Konferans düzeninde müzakere edilmesi hususunda, Kıbrıs müzakere sürecinin önceki aşamalarından itibaren bir anlayış ve mutabık kalınan bir usul kuralı oluşmuştur. Bu anlayış ve kural BMGS'nin raporlarına ve BM Güvenlik Konseyi'nin kararlarına da yansımıştır.
Meselâ, BMGS Kasım 2011 Raporunda müzakere sürecinde son safha olan "konferansın" toplanabilmesi için tarafların Kıbrıs sorununun iç veçhesini oluşturan konularda anlaşmaya varmış olmaları gerektiği görüşünü dile getirmiştir.
İşte Türkiye’nin (ve İngiltere ve Yunanistan’ın) rolü bu aşamada ortaya çıkmaktadır.
Kural böyle olmasına rağmen Sayın Akıncı bir an evvel çözüme ulaşma isteği ve hevesi içinde tabir caizse “arabanın atın önüne konulmasını” kabul ederek, Kıbrıs’taki iki taraf arasındaki müzakerelerde, hemen hemen hiçbir konuda taraflar arasında mutabakat ortaya çıkmamış olduğu gerçeğini de bile bile, Cenevre Konferansı’nın toplanmasını teşvik etmiştir. Türkiye de o zaman buna karşı çıkmamıştır. Konferans’a katılmıştır.
Sonuç malûmdur: Bu yanlış tutum yüzünden, her konuda mutabakat ortaya çıkmamış olduğu halde, uluslararası toplumun nazarında, zihninde Kıbrıs müzakerelerinin en temel ve can alıcı gündem maddesi olarak “güvenlik ve garantiler” konusu belirmiştir.
Sayın Bakan Çavuşoğlu’nun “artık federasyon müzakere etmeyeceğiz” sözünün sakıncalı diğer veçhesi de, bu yöndeki açıklama KKTC’nin yetkili organlarınca yapılmadan, bunu Türkiye’nin açıklamış olmasıdır. Henüz bu konuda müzakereleri yürüten KKTC Cumhurbaşkanı’nca resmen bir açıklama yapılmış değildir.
Bu tutum, on yıllardır uygulanagelen politikamızın şekil ve yöntem normlarına aykırılık teşkil etmektedir.
KKTC’nin bu konudaki durgunluğu ve suskunluğu dikkat çekici olup, hayra alâmet değildir.
KKTC’nin Bağımsızlık Bildirisi’nde “gerçek federasyon” [genuine federation] şeklinde bir niteleme yapılarak Rumlarla federal çözüme kapı aralık bırakılmıştı. Bağımsızlık Bildirisi KKTC Anayasası’nın Dibace’sinde zikredilmiştir ve Anayasa’nın ayrılmaz parçasıdır. Bu olgu dikkate alınmalıdır.
Yapılan bu yöntem hatası münasip şekilde hemen düzeltilmediği takdirde, bundan böyle Rum – Yunan tarafının, BMGS’nin ve uluslararası toplumun bu konuda önde gelen aktörlerinin Kıbrıs Türk tarafını muhatap alma yerine, öncelikle Türkiye’yi muhatap alma uygulamasına geçmeleri tehlikesiyle karşı karşıya kalabiliriz.
Türkiye’nin bu son açıklaması “Kıbrıs konusunda hâkim irade Kıbrıs Türk halkının ve KKTC’nin değil, Türkiye’nin iradesidir” anlayışını ve bu anlayıştan kaynaklanan bir diplomasi uygulamasını ortaya çıkarır, kuvvetlendirir. KKTC’nin kendi kaderiyle ilgili bir diplomaside tamamen geri plâna itilmesine yol açar. Oysa Yunanistan Kıbrıs konusunda daima geçerli iradenin sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” iradesi olduğunu söyler ve bu söyleme uygun bir uygulama yapar.
Sayın Bakan’ın açıklamasıyla erişilmiş olan noktada artık atılacak ilk adımlardan biri, KKTC’nin Türkiye’ye ilâve diğer ülkelerce de tanınması maksadıyla diplomatik sürecin başlatılması olmalıdır.
Çünkü bundan böyle federal çözüm dışındaki bir çözüm şekli için de olsa, yeniden müzakere arayışı içine girilirse, korkarım uluslararası toplumun bize müzahir ögeleri dahi yine yeniden başlatılan çözüm arayışının sonucunu beklemeyi tercih edeceklerdir.
Öte yandan, “konfederal” bir çözüm şekli veya Ada’da iki bağımsız ve egemen Devletin yan yana iyi komşuluk, dostluk ve işbirliği anlaşmalarına dayalı olarak yaşaması seçeneklerinin uygulanabilmesi için de KKTC’nin BM üyeliğinin tahakkuk etmesi gerekir.
Şu noktanın da hatırda tutulmasında fayda vardır.
Kıbrıs sorunu 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren BM zemini dışında ele alınmış ve 1960 Andlaşmaları temelinde BM dışında çözüme kavuşturulmuştur. Kıbrıs sorununa BM zemininde çözüm aranmaya devam edildiği takdirde, şimdiki şartlarda karşımıza sadece ve sadece “BM Güvenlik Konseyi karalarında tarif edilen siyasî eşitlik esasına göre iki toplumlu ve iki kesimli federal çözüm” şekli çıkacaktır. Daha yakın zamana kadar Türkiye’nin sıklıkla korunmasını istediği Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin “BM parametrelerinin” değiştirilmesini sağlamamız gerekecektir.
Genel bir bakış halinde, Türkiye’nin Kıbrıs konusunda, Doğu Akdeniz’de veya karşısında duran diğer sorunlarda, özellikle diplomasi yoluyla çıkarlarını koruyan sonuçlar alabilmesi için, ulusal gücünün yanında, öncelikle uluslararası dengelerini çok iyi kurabilmesinin, bugün dış ilişki şebekesinde, ağında var olduğunu görebildiğimiz kopuklukları gerçekçilikle onarmasının, ilişki kanallarındaki tıkanıklıkları açmasının zaruri olduğunu düşünmekteyim.
Cumhuriyet tarihimiz, Türkiye’nin uluslararası ilişkiler denklemlerinde belirleyici bir faktör ve aktör olduğunun somut örneklerini de ihtiva etmektedir. Devletimizin dış politikası, günümüzün şartları da dikkate alınarak, temel kurucu niteliklerine ve dengelerine yeniden kavuşturulmalıdır.
[i] 18 Eylül 2020, https://brtk.net/cavusoglukibris-meselesinde-artik-federasyon-icin-muzakere-etmeyecegimizi-defalarca-soyledik/