Türkiye Doğu Akdeniz’de sondaj çalışmasına başladı. Doğu Akdeniz’deki enerji konusundaki hareketlenmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de sondaja başlaması, gecikmiş hem de çok gecikmiş bir hamle. Koşulların bunu zorunlu kılmasından önce bu girişimin yapılması gerekirdi. Öncesi, belki doğalgaz ve petrol arama faaliyetlerinde gecikme bakımından eleştirilebilir ancak özellikle 2003’ten itibaren yani Rum Yönetimi’nin ABD’li petrol ve enerji şirketlerinin ön bulguları hakkında bilgilendirilmesinden itibaren Rumların Doğu Akdeniz’deki tüm faaliyetleri enerjiye ulaşmaktan ziyade denizlerde egemenlik tesisi şeklinde ilerledi. Bu egemenlik tesisi çabasının Türkiye’nin egemenlik sahasında gerçekleşmesi ise en ciddi sorun. Rum tarafı gibi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti yetkililerinin de adanın etrafındaki petrol ve doğalgaz bulguları hakkında bilgilendirildiğini biliyoruz. Arşiv taraması, bu tarihlerde verilen raporlara ilişkin basına yansıyan açıklamalara ulaşmamızı sağlıyor.
Yıllarca raflarda bekleyen Kıbrıs’a deniz altına döşenen borularla su taşınması projesinin, “yapılsın” denmesiyle nasıl kısa bir sürede yapılıp, bitirildiğini biliyoruz. Bu yüzden sondaja geç kalınmasının ardında proje, ekipman, maddi yeterlilik dışında politik başka nedenler arıyoruz. Bu konuya tekrar döneriz. Önemli olan bugün artık bu noktaya varılmış olması. İlk etapta en önemli soru sondajın nerede yapılacağı ile ilgiliydi. İki sondaj gemisinden birisinin Karadeniz’e yönlendirilmesi de düşündürücüydü. Çünkü Türk karasularında yapılacak sondaj hedeflendiğini düşündüğümüz mesajı vermeye yetmeyecekti. Türkiye Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun 21 Şubat’taki açıklamasından hedefe uygun bölgede sondaj faaliyetinin başlatılacağını anlıyoruz. Bu da Kıbrıs adası çevresi ve güneyi anlamına geliyor. Karadeniz’e gönderilmesi planlanan platformun da Akdeniz’e çekilmesi son derece önemli ve Türkiye’nin hamlesinin bu hamleyle verdiği mesajın altını çiziyor. Demek ki fiilen Türkiye’nin bölgede olduğunun gösterilmesi aşamasına gelinmiş. Daha açık ifadeyle Türkiye kendi kıta sahanlığında yapılan faaliyetleri durdurmak için siyasi söylemler sürecini tüketti, sismik araştırma yapan gemileri ve bunlara eşlik eden askeri gemileriyle hak iddiasını sürdürmenin de ötesine geçti ve sondaj faaliyetlerine başlamakla denizlerdeki yetki alanını korumaya enerji savaşının fiili aktörü olmayı da ekledi. Sondaj gemileri tek başlarına seyretmez ve donanma da orada bulunacak. Sondaj ile Türkiye, denizlerdeki yetki bölgelerinin Türk egemenliğinin bölünmez parçası olduğunu vurguluyor.
Doğu Akdeniz’de sondaj çalışması ile birlikte Türkiye’nin ‘Mavi Vatan-2019’ tatbikatının aynı zamana rastlaması hakkında neler söylemek istersiniz?
Üç denizde, Ege, Akdeniz ve Karadeniz’de, 103 geminin katılımıyla gerçekleştirilen Mavi Vatan-2019 tatbikatının da Türkiye’nin askeri potansiyeli göstermekten daha başka anlamlarının olduğunu düşünüyorum. Elbette ki karargâhlar arasındaki uyum, filoların diğer silahlı kuvvetlerin acil müdahale birlikleriyle işbirliği, düşman denizaltıları tespit ederek yok etme çözümlerinin kontrol edilmesi gibi askeri hedefleri var. Ama hem zamanlamasının sondaj faaliyetinden hemen önceye gelmesi hem ismi hem de tatbikatı yöneten iki komutan dikkatimizi çekiyor. Ergenekon-Balyoz ‘Casusluk’ davasından tutuklanan Tuğamiral Yankı Bağcıoğlu ve Balyoz davasından tutuklanan Tuğamiral Yavuz Kılıç’ın bugün tatbikatta görev alması kendi içinde önemli bir mesaj. Her iki davanın da Donanma’ya dönük bir kumpas olduğu anlaşılmış, bu anlaşılana dek Türk askerleri yargılanmış, hapis yatmış, hiyerarşi bozulmuş, asker-millet bağı zedelenmiş üstüne de FETÖ terör örgütü darbe girişiminde bulunmuştu. (Ergenekon davası da genel olarak TSK’ya ve toplumu harekete geçirebileceklere yönelik bir kumpastı.)Doğu Akdeniz’deki gelişmelerin ve bunun bir parçası olan Ege’deki Türkiye’ye ait adaların iskân ve işgal sürecinin bu kumpas davalarla doğrudan ilgisi var. Cumhuriyet tarihinde ilk kez üç denizde aynı anda başlayan bir tatbikat yapılıyor ve kumanda, ABD destekli olduğu açıklanan FETÖ terör örgütünün 15 Temmuz’a hazırlık süreci olarak gördüğü davalarda yargılanan subaylarda. Demek ki oyun bitti. Türkiye Akdeniz’deki varlığını hissettirecek…
Türkiye’nin sondajlara başlaması, Rum Yönetimi’nin ikili anlaşmalarla Akdeniz’i paylaşma, uluslararası şirketleri dâhil ederek meseleyi uluslararasılaştırma girişimine verilecek en önemli ve gerçekçi tek yanıttır. TPAO, Türkiye’nin Kıta Sahanlığı’nda Türkiye’den aldığı yetkiyle ve Kıbrıs’ın güney ve güneydoğu bölgesinde olup da Türk Kıta Sahanlığı’nda olmayan bölgede ise KKTC ile Türkiye arasında yapılan anlaşma sonrasında KKTC’nin TPAO’ya tanıdığı petrol ve doğalgaz arama ve çıkarma yetkisine sahip. Uzun süredir Doğu Akdeniz’de sismik araştırma yürüten Barbaros Hayreddin Paşa gemisi, Doğu Akdeniz’de bir aydır aynı bölgede. Sondaj yapılacak bölgenin burası olduğu tahmininde bulunabiliriz. Bu da bildiğimiz kadarıyla Türk karasularında değil, Türk Kıta Sahanlığı’nda bulunan bir bölge. Zaten Türk karasularında yapılacak bir sondajın hiçbir anlamı bulunmuyor. Demek ki Türkiye, egemenliğini korumak için tarihi bir adımın eşiğindedir. Bu adımın 2013’de yürürlüğe giren yeni Türk Petrol Kanunu’nun devlet payını düzenleyen hükmü bakımından gözden geçirilmesiyle taçlandırılması gerektiğini de vurgulamak isterim.
Exxon Mobil, sözde 10 numaralı ruhsat bölgesinde bulunan gaz rezervi miktarını açıkladı. Doğu Akdeniz’deki gaz rezervi çerçevesinde konuyu değerlendirirseniz nasıl bir manzara söz konusudur?
Kıbrıs adası çevresinde bugüne dek bulunan gaz rezervlerinin borularla taşıma masrafına değmeyecek bir miktar olduğu biliniyor. Exxon Mobil’in yeni bulgularını açıkladığı 10 numaralı ruhsat bölgesi, Türk Kıta Sahanlığı içerisinde değil. Türkiye’nin arama yapacağını ilan ettiği ihtilaflı bölgede de değil. Zaten Türkiye’nin kıta sahanlığında ya da Kıbrıs’taki Türk hükümetinin TPAO’ya ruhsat verdiği alanlarda olmayan, yani ihtilaflı olmayan sadece iki parsel var: 10 ve 11 numaralı parseller. Dün 10 numaralı parsel hakkında Exxon Mobil tarafından ilk keşif açıklaması yapılmıştı ve yaklaşık 5 trilyon ila 8 trilyon ayakküp (142 milyar ila 227 milyar metreküp) arasında bir doğal gaz kaynağı bulunduğunun düşünüldüğü söylenmişti. Şirket, kaynak potansiyelinin daha iyi belirlenmesi için önümüzdeki aylarda daha fazla analiz ve doğrulama kazılarının yapılmasının gerekebileceğini belirtti. Ayrıca çıkarılıp çıkarılamayacağına ilişkin analizlerin de yapılması gerekiyor. Karşılaştırma için İsrail’in 2010 yılında Leviathan sahasında tespit ettiği rezervin 22 trilyon metreküp olduğunu belirtebiliriz. Bahsettiğimiz 10. Parseldeki rezervin tek başına bir LNG santralini beslemeye yeterli olmayacağı, Mısır üzerinden ihracının söz konusu olabileceği yine şirket yetkililerinin açıklamaları arasında.
Kısacası şu an için net miktara ilişkin bilgimiz yok çünkü Afrodit denilen bölge için yapılan ilk keşif açıklaması da Avrupa’ya 50 yıl yetecek denli gaz bulunduğu yönündeydi, sonraki kazılar ise Kıbrıs adasında 10 yıl yetecek bir miktarın bulunduğu açıklanmıştı.
Kuşkusuz ki bahsi geçen verilerin tamamı siyasi nedenlerle çarptırılmış ve yanıltma amaçlı olabilir. Gerçek rezervler daha az ya da daha çok olabilir. Bu nedenle Türkiye’nin fiilen kendi hak sahibi olduğu bölgelerde olması ve kendi egemenlik bölgelerini korumak kadar buralarda keşfedilecek hidrokarbon yataklarındaki hakkını ve Kıbrıs Türklerinin de Rumların yetkilendirmesiyle uluslararası şirketlerin bulup çıkaracağı doğalgazdaki haklarını koruması son derece önemlidir. Ben önceliği egemenlik alanındaki tam yetkinin korunmasına veriyorum. Ama keşfedilmeyi bekleyen hidrokarbon rezervlerine ulaşılması, kimin ulaşacağı da son derece önemlidir. Unutmayalım ki Kıbrıs Rum Yönetimi, İsrail, Mısır, Libya, Filistin Yönetimi’nin katılımıyla kurulan Doğu Akdeniz Gaz Forumu işlevselleşiyor ve EastMed Boru Hattı’nın yapımını makul kılacak yeni aramalar teşvik ediliyor. Bölgede bulunacak gazın taşınması için planlanan boru hattı da projeye bakarsak Türk Kıta Sahanlığından geçiyor. Uluslararası Hukuk bunların hiç birinin Türkiye’nin rızası hilafına olamayacağını söylüyor. Ama mademki enerji hatırına hukuk çiğneniyor ve bölge ilan edilmemiş bir enerji paylaşım savaşına sürükleniyor Türkiye de yerini almalıdır.
Doğu Akdeniz’deki enerji konusunun Kıbrıs meselesine yansıması nasıl olmaktadır? Kıbrıs’ta nihai çözüme etkisi nedir?
Bunun Kıbrıs meselesine yansıması da olacak ve oluyor. Bu tür birleşme müzakerelerinde varılacak en son noktanın referandum olduğunu dikkate alırsak 2004 Annan Planı Referandumuyla Kıbrıs için bu son noktaya ulaşılmıştı. Referandum bizi iki ayrı devletin kabul edilmesini sağlama noktasına taşımalıydı. Çünkü referandum için iki tarafta eşzamanlı ama ayrı ayrı sandık kurulması, adada diğerinden ayrı ikinci bir halkın BM tarafından tanındığını gösterir; Annan Planı’nda KKTC’nin daha önce yaptığı uluslararası anlaşmaların yeni devlet için bağlayacağı olduğunu söyleyen hükmü de KKTC’nin uluslararası anlaşma yapma hakkının tanındığını gösterir. Yani kendi kaderini tayin etme hakkı olan bir halk ve yaptığı anlaşmalar tanınan bir devlet söz konusudur. Böylesi birkaç hukuki zemin daha sıralayabiliriz; politik zemin ise referandum öncesinde AB’den ve ABD’den yetkililerin verdiği tüm sözlerdi. Elbette Türkiye’nin o dönemki Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün bu sözlere dayanarak Kıbrıs Türk Halkına verdiği “Siz ‘evet’ deyin, Rumlar ‘hayır’ derse çantamı alıp ülke ülke dolaşıp KKTC’nin tanınmasını sağlayacağım” sözünü en bağlayıcı, en güvenilir söz olarak gördüğümüzü belirtelim. Kosova’nın bağımsızlık ilanının tanınması da dönemsel uygun zemini yani KKTC’nin tanınması için uygun konjonktürü sağlamıştı. Ama süreç yani Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin fiilen tanınması için girişimde bulunma süreci bugüne dek uzadı.
Bu tarihten, yani Annan Referandumu gibi aslında tüm görüşmelerin sonunu işaret eden “birlikte yaşama arzusunun sorgulandığı” oylamadan sonra yeni müzakere masası kurulmasının en önemli nedeni Kıbrıs açıklarında bulunan hidrokarbon yataklarıydı. Çıkarılacak doğalgaz ve petrolün deniz altından döşenecek borularla Türkiye’deki mevcut enerji nakil hattına bağlanması planı gündemde tutuldu. Hatta Türkiye’den KKTC’ye uzanan su boru hattı da bir nevi bu işin ön çalışmasıydı. Böylece Türkiye’nin müzakereleri iki nedenle desteklenmesi sağlanmış oldu. Birincisi İsrail ve Kıbrıs açıklarından çıkarılacak doğalgazın naklinin Türkiye üzerinden yapılmasıydı. İkincisi Kıbrıs açıklarında çıkarılacak doğalgazın üzerindeki Türk haklarını korumaktı. Hem 1960 Kıbrıs Anayasasında tüm maden ve enerji kaynaklarında her iki toplumun ortak malı olduğu belirten hükmü hem de BM Genel Kurulunun yine 1960larda aldığı yer altı kaynaklarının orada yaşayan ‘halkların’ ortak malı olduğuna ilişkin kararı Kıbrıs Türklerinin bulunan doğalgazdaki hakkına işaret eder. Ancak müzakerelerin sürdürülmesi iki alanda da bekleneni vermedi. Kandırıldık. Hatta müzakerelerin seyri, Rahmetli Denktaş’ın müzakereler için güvence altına aldığı tüm hukuki zemini de baltaladı, Türklerin haklarının masada zayi edildiği, müzakerelerin ilk başladığı dönemlere dönüldüğü, Türklerin azınlık olduğu Rum fikrinin iyice canlandığı ve cesaretlendiği bugüne geldik.
Şimdi Rum tarafı, masaya oturmadan önce yani müzakerelerin başlamasının ön koşulu olarak Türkiye’nin askerlerini çekmesi ve garantörlük hakkının kaldırılmasını talep ediyor. Hâlbuki BM hukuku tıpkı BM Genel Sekreteri Gutarres’in son zirve sonrasında da ifade ettiği gibi tüm konularda uzlaşı sağlandıktan sonra Güvenlik ve garantiler başlığına sıra gelir ve bunda da söz hakkı üç garantör ülkenindir. Bugün KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’nın görüşebileceğini ifade ettiği ‘gevşek federasyon’ ile Anastasiadis’in defalarca ayrıntısını da açıkladığı ve görüşme zemini olarak önerdiği desantralizasyon aynı kavramları ifade etmiyor. Anastasiadis Türklere ancak kendi bölgelerindeki yönetim yetkilerinin arttırılması ama merkezi devlette söz hakkı tanınması esasıyla yapılacak bir müzakere zemini öneriyor. Bu, Türklerin 1959-1960 Anlaşmaları ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’ndan doğan tüm haklarının bir muhtariyet çerçevesine indirilmesi anlamına geliyor. Türklerin azınlık olduğu, çoğunluğun kararına etki yapmaması gerektiği tezi Makarios’un 1960 Kıbrıs devletini yıkma sebebidir. Hep söylüyoruz, her bir Rum devlet başkanı Makarios’un tezlerinin takipçisidir, EOKA zihniyeti varlığını korumaktadır, Türklere bir devlet çatısı altında egemenliği ve yönetimi eşit olarak paylaşacak bir olgunluğa Rumlar ulaşabilmiş değildir. Kilise, politika ve okul üçgeninde aynı söylemler sürdürüldüğü müddetçe de bir değişim beklenemez.
Kıbrıs Türk halkı, devletleri Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin yaşatılması ve tanınması taraftarıdır. Türkiye iki ayrı devlet formülünün düşünülmesi önerisinde bulunmuştur. KKTC meclisinden yapılan açıklamalar çoğunluğun iki ayrı devlet formülünden yana olduğunu göstermektedir. Kısacası federasyon görüşülmesi mümkün değil. Türk tarafında zaten bu yönde bir istenç yok. Rum lider Anastasiadis de yönetimi ve egemenliği Türklerle paylaşmayacaklarını çok açık bir şekilde ifade etti. Zaten dikkatinizi çekmek isterim Rumların sözde MEB parselleme ve ruhsatlandırma haritalarına bakın KKTC’nin ayrı bir devlet olacağı varsayımıyla o haritanın belirlendiği görülecektir. Akıncı federasyon görüşme talebinde tamamen yalnız kalmış görünüyor. Bundan sonra ancak iki devletin sınırlarının belirlenmesi için bir müzakere yapılabilir. Bence Kıbrıs’ta da oyun bitti.
https://www.millidevletgazetesi.net/gozde-kilic-yasin-turkiyenin-dogu-akdenizde-sondaja-baslamasi-gecikmis-hem-de-cok-gecikmis-bir-hamledir/