Doğu Akdeniz’de hidrokarbon rezervlerinin keşfedilmesi, denizlerde egemenlik tesisini ve sıcak çatışma riski barındıran bir mücadeleyi gündeme getirirken bir yandan da Kıbrıs meselesini masaya kilitledi. Türkiye, Doğu Akdeniz’deki haklarını sondaj faaliyetleri ve diplomatik adımlarla koruma kararlılığı gösterirken Kıbrıs meselesi de kulvar değiştirdi. Bir Rum liderin ilk kez iki devletli çözümden bahsetmesi, Kıbrıs meselesi için yeni bir dönemin işareti oldu. KKTC’nin Annan Planı’ndan bu yana beklediği tanınma ve iki devletli çözüm arayışı, Kıbrıs’a kalıcı, sürdürülebilir ve adil bir barışı getirebilir.
Kıbrıs’ta federasyon hedefli çözüm arayışları için Annan Planı referandumu aslında son noktaydı. Bu muameleyi görmeliydi. Çünkü müzakereler, ortaya çıkan planın halkın onayına sunulması ile sonuçlanır. Üstelik planın eş zamanlı ama iki taraf için ayrı ayrı kurulan sandıklarda referanduma sunulması, BM’nin açıkça Kıbrıslı Türklerin kendi kaderini tayin hakkını tanıdığını gösterir. Türklerin bu hakkının Rumların iradesinden bağımsız görüldüğünün ve dolayısıyla Kıbrıslı Türklerin kendi kaderini tayin edebilecek bir “halk” olarak tanındığının ifşasıdır. Esasen Kıbrıs’taki Türklerin Rumlarınkine paralel “Egemen Eşitliği” ve self- determinasyon hakkı, -evveliyatı olmakla birlikte- 19 Aralık 1956’da İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Alan Lennox Boyd tarafından Enosis’e karşı, İngiliz Parlamentosunda zabıtlara tescil ettirilmişti. Yunanistan’ın 1950’den itibaren BM Genel Kurulu’ndan Türklerin azınlık sayılacağı bir karar çıkarmak için verdiği uğraşılar boşa çıkmıştı; iki girişimi de Genel Kurul’da reddedilmişti. 1959-1960 Anlaşmaları da Türklerin egemen eşitliği çerçevesine uygun şekillendirilmiş; Kıbrıs Cumhuriyeti bu esasla kurulmuş ve tanınmıştı.
Rumların, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin resmi hükümeti olması ise BM Barış Gücü’nü resmi bir hükümetin davet etmesi gerektiği gerekçesi ve “geçici” bir durum olduğu sözüyle Türkiye’nin ikna edilmesi üzerine gerçekleşti; BM Güvenlik Konseyi, 4 Mart 1964’te 186 sayılı kararıyla Ada’da Barış Gücü’nü oluşturdu. 13 Mayıs 1983’te Rumların yeni bir denemesiyle BM Genel Kurulu’ndan Kıbrıs’ta tek bir halk olduğunu ifade etmekle Türk halkını “azınlık” olarak görmüş olan 37/253 sayılı karar çıkarıldı. Kıbrıs Türk Halkının buna yanıtı 15 Kasım 1983’te self-determinasyon hakkına dayanarak KKTC’yi ilan etmek oldu.
Annan Planı referandumu, BM’nin Kıbrıslı Türklerin self determinasyon hakkını kabul etme –ve Rumlara da kabul ettirmiş oldu- noktasına geri dönüşüdür. Dahası, planın KKTC’nin daha önce yaptığı uluslararası anlaşmaların yeni devleti bağlayacağını ifade eden 12. maddesi de KKTC’nin “devlet” niteliğine yapılan vurgudur. Annan Planı, Türklere verilen “Evet, deyin Rumlar hayır derse KKTC tanınacak” sözünün yerine getirilmesi için mükemmel bir zemin sunuyordu. Ama işte Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon rezervleri meselesi de bu noktada Kıbrıs sorununa etki etti ve muazzam büyüklükte rezervlerden bahsedilip bunun Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaştırılmasına ilişkin İsrail projesi ortaya atıldı. Kıbrıs için yeniden federasyon temelli müzakere söz konusu oldu.
Son federasyon denemeleri
Federasyon hedefine en çok inanan iki isim olan Mehmet Ali Talat (2005-2010) ve Hristofyas (2008-2013) döneminde, 2008’de[1] yeniden başlatılan müzakereler, belki en çok Talat için hayal kırıklığı oldu. Çünkü AKEL[2] lideri Hristofyas, iktidara gelince Makarios gömleğini giymişti; Rum Ulusal Konseyi’nin belirlediği çizgilerin dışında çıkamamış, çıkmak da istememişti. Makarios bakış açısı, Kıbrıslı Türkleri azınlık gören ve devlet yönetiminde sayısı (nüfusu) kadar söz sahibi olması gerektiği yaklaşımını ifade eder. Yıllar da geçse, liderler de değişse bu bakış açısı değişmedi. Talat, federasyonun gereği olan yönetimde eşit söz sahibi olma yaklaşımını, Hristofyas gibi politik olarak aynı doğrulara inandığı bir isme dahi kabul ettirememişti.
Aslında iki devletli çözüme gidiş, Talat’ın liderliği döneminde başlatılmalıydı. Çünkü Hristofyas, 2010’da KKTC’de Cumhurbaşkanlığı seçimlerine gidilirken Talat’ın mutabakata varılan konularla ilgili ortak açıklama yapma teklifini bile reddetmişti. Sonrasında da Talat’tan aldığı tavizleri cebine koyarak kendi verdiklerini reddetmiş ve KKTC’nin yeni Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu (2010-2015) ile bunları yeniden müzakereye açmıştı. Nikos Anastasiadis’in (2013-2018+) Rum tarafında Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra müzakere süreci yeni bir noktaya taşındı ve 11 Şubat 2014 tarihli Liderlerin Ortak Açıklaması ile müzakereler yeniden başladı. Mustafa Akıncı’nın (2015-2019) göreve başlamasıyla ise müzakereler artık New York’a, Cenevre’ye taşınabilecek denli ilerlemiş görünüyordu.
Akıncı, kendi hükümetinden gizli bir harita önerisi bile verdi ama Crans Montana’da 7 Temmuz 2017’de BM Genel Sekreteri’nce sürecin çöktüğü resmi olarak açıklandığında, yaklaşık 10 yıl süren yeni uzlaşı arayışlarında henüz Yönetim ve Güç Paylaşımı Başlığı altında dahi tam mutabakata varılamamış bir dizi açık olduğu anlaşıldı. Çünkü temel sorun 1963’ten bu yana aynıydı: Rumlar Türklerle egemenliği paylaşmak istemiyordu. Egemenliğin paylaşılması ise siyasi eşitliğin kabulünü gerektirir. Siyasi eşitliğin iki temel göstergesi bulunur: Dönüşümlü başkanlık (veto hakkı korunarak) ve karar alma süreçlerine etkin katılım. Karar alma süreçlerine etkin katılım ise parlamentoda Türk vekillerin ve bakanlar kurulunda Türk bakanların oylarının özel bir çoğunluk sayısıyla belirlenmesidir. Bu, Türk vekillerin oylarının çoğunluk Rum oyları ile etkisiz kılınmasını engelleyecek bir önlemdir. Bahsettiğimiz hukuki sistemin kaynağı ise 1960 Anayasası ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran 1959, 1960 Londra ve Zürih Anlaşmalarıdır. Kıbrıs Cumhuriyeti, iki uluslararası anlaşmayla sui generis yapıda, bağımsızlığı ve egemenliği sınırlı bir devlet olarak kurulmuştur. Aslında bu husus, Kıbrıslı Türklerin iki devletli çözüm istencinin en önemli hukuki zeminini teşkil eder. Çünkü ya bu şartlarla yeniden bir devlet çatısı altına girilir ya da Kıbrıslı Türkler kendi kaderlerini tayin haklarını kullanırlar.
Federasyon ihtimalinin tüketilmesi
Türkiye, Temmuz 2017’de son Cenevre Zirvesi de çöktüğünde[3] masadan kalkarken BM parametrelerinde ısrar etmenin anlamının kalmadığını açıkladı. Anastasiadis de Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’na “Yetkiyi paylaşmaya Rum toplumunun hazır olmadığı ve artık iki devletli bir çözümün gündeme gelmesi gerektiğini” söyledi. Açıklama Akıncı tarafından da teyit edildi.[4] Annan Planı’ndan sonra ikinci kere KKTC’nin önünü açan yeni bir durum söz konusuydu ama KKTC içinde federasyoncular ve iki devletli çözüm isteyenler ayrışması kendini gösterdi.
KKTC yönetimindeki bölünme UBP-HP koalisyonu kurulunca belirginleşti. Hem KKTC Başbakanı Ersin Tatar hem KKTC Dışişleri Bakanı Kudret Özersay, federasyon görüşülmesine karşı olduklarını açıkladılar. KKTC meclisindeki toplam 50 milletvekilinin 35’i, yani seçimlerde aldıkları oy oranı nedeniyle halkın yüzde 70’ini temsil eder sayıda parlamenter, federasyon görüşme döneminin bittiğini; masaya ancak iki devletli formülün getirilebileceği görüşünü paylaşıyordu. Akıncı ve CTP ise federasyon çizgisinin korunması ve yeniden, hatta sonuç alana dek federasyonun denenmesi taraftarı tavır aldılar.
KKTC Hükümeti tam bu aşamada, 18 Haziran 2019’da, 45 yıldır kapalı olan Maraş’ın 1974 öncesi sakinlerine KKTC yönetiminde açılması için çalışma başlattı.[5] Karar, hükümetin artık iplerin atıldığını sembolize eden bir adımıydı. Maraş’ın açılması, kalıcı bölünmenin ilan edilmesidir. Açık ki uluslararası hukukta sonuçlar doğuracak bir devlet tasarrufuna gidiliyor; KKTC’nin bağımsızlığını ilan etmiş bir devlet olduğunun altı çiziliyordu. Karar, AİHM’e gitmek için bekleyen Maraş’la ilgili 274 davanın çözümü için de bir yol açmaktaydı. Bu anlamda kararın zeminini yine uluslararası hukuk oluşturmaktadır.
Maraş’ın açılması hazırlıkları ve Türkiye’nin Akdeniz’deki sondajları, Anastasiadis üzerindeki “Türkleri masaya çekmelisin” baskısını arttırdı. Baskı, “hayır”cı AKEL’den geliyor görünüyordu. Akıncı’nın Guterres önerileri çizgisindeki yeni müzakere girişimine cevap veren Anastasiadis, Türklerin kendi bölgelerindeki yönetim yetkilerinin artacağı ama merkezi devletteki söz hakkının nüfusu oranında olacağı/azalacağı bir müzakere zemini önerdi. Bu, Türklerin 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’ndaki tüm haklarının muhtariyet çerçevesine indirilmesi anlamına gelir. Akıncı, ‘gevşek federasyon’ dedi; Anastasiadis desantralizasyon dedi. Liderlerin bahsettikleri çözüm planları birbirine zıttı ama yine de BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Jane Holl Lute, referans belgesi hazırlamak üzere Ada’ya davet edildi. Anastasiadis, Akıncı’nın şart koştuğu siyasi eşitlik, etkin katılım ve takvimin belgede yer almasın reddetti; garantörlüğün ve sondaj faaliyetlerinin sonlandırılması şartını öne sürdü. Görüşmeleri başlatabilecek kadar dahi uzlaşı sağlanamadı.
Sonuç itibariyle Annan Planı’ndan sonra başlatılan 2008 müzakere süreci, 2017’de federasyonun doğru bir hedef olmadığı mutabakatı ile kesin olarak sonuçlandırılmış; 2018’de Akıncı’nın yeni bir deneme girişimi Eylül 2019’da tüketilmiş ama kesin uzlaşmazlığa rağmen dosya BM nezdinde açık bırakılmıştır.
Kadife ayrılık veya sürünceme
Kıbrıs’ta sorun bölünmüşlük mü yoksa bölüşememek mi? Bu soru, Kıbrıs sorununun özünü ifade eder. Rum tarafı bölünmüşlüğü temel sorun kabul ederek Türk askerinin çekilmesi ön şartıyla “azınlık hakları” verecekleri Türkleri tekrar devlet çatısı altına alacakları bir süreç istiyor. Türk tarafı ise devletteki Rum işgalinin sona erdirilmesi ön şartıyla birlikte kurdukları ortak devletteki paylarını tanıyan bir birleşmenin mümkün olabileceğini söylüyor. Dolayısıyla Rumlar, sorunu bölünmüşlük olarak tarif ederken Türklere göre sorun Rumların egemenlik, yetki ve yönetimi bölüşmeye razı olmamasıdır. Şimdi doğalgazdan kaynaklı refahı paylaşmayı istememe de buna eklenmiştir. Birleşik Kıbrıs ütopyadır. Kıbrıs’ta iki ayrı devletin varlığı ise bir realitedir; eksik olan KKTC’nin uluslararası alanda tanınmasıdır.
Federasyon hedefinin tükendiği açıktır: Anastasiadis’in bazen desantralizasyon bazen konfederasyon olarak ifade ettiği çözüm, federasyondan uzaklaşıldığını gösterir. Federasyonun bittiği nokta, KKTC’nin tanınmasını dayatır. Bu bir süreç ve Kıbrıslı Türkler için yeni bir mücadele dönemine işaret eder. Anlaşılan ilk mücadele evde verilecek. Bunun ilk ayağı da KKTC’de gerçekleşecek Cumhurbaşkanlığı seçimi olacaktır. Yarış, federasyoncular ve iki devletli çözüm taraftarları arasında gerçekleşecek.
Rum halkı, yapılan kamuoyu yoklamalarında, Türklerle tek devlet çatısı altında yaşama dönük istençlerinin bulunmadığını gösteriyorlar. İkinci defa Cumhurbaşkanı seçilen Anastasiadis’in egemenlik ve refahı paylaşmama zemininden ürettiği konfederasyona gidebilecek iki devletli formülünü halkı benimseyecektir. Üstelik iki ayrı devlet çözümünün Garantörlük sistemini sonlandıracak tek yol olması, Kilise’nin desteğini de sağlayacaktır. Peki, Rumların bıraktığı noktada Kıbrıs’a ilgi duyan diğer aktörler de bırakır mı? Asıl sorun belki de bu.
Gelinen bu aşamadan sonra, Türkiye ve KKTC için Kıbrıs ve Doğu Akdeniz politikalarının birbirinden ayrı ele alınması mümkün olmayacaktır. İki devletin birlikte giriştiği sondaj ve Maraş’ın KKTC yönetiminde açılması gibi statükonun bittiğini ilan eden girişimler sürdürülecektir. Yıllardır müzakere masasında yoğrulan fikir ve önerilerin iki devletli formülün şekillendirilmesine yönlendirilmesi için gereken tüm koşullar mevcut. Yine bir masada ama bu kez sınırların belirlenmesi, iade edilecek toprakların görüşülmesi, tazminatların belirlenmesi, hidrokarbon zenginliğinin paylaşımı gerekiyor. Bugün KKTC, tam bağımsız olarak kurulmuş ve ilan edilmiş bir devlet olarak en güçlü pazarlığını yapabilecek konumdadır. Ada’daki varlığını GKRY ile yan yana ve devletler hukukunun birer eşit süjesi olarak idame ettirme azmindedir. Türkiye’nin ve KKTC’nin Doğu Akdeniz’deki egemenlik haklarından vazgeçmeyecekleri de açıktır. Özetle Doğu Akdeniz’deki paylaşım savaşı yeni bir dünya düzeni kurdu ve Türkiye ile KKTC sağlam şekilde burada yerini aldı.
[1] 2008, Kosova’nın bağımsızlık ilanının, BM Güvenlik Konseyi (1244 sayılı) kararında Sırbistan’ın toprak parçası olarak ifade edilmesine rağmen ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa tarafından derhal tanındığı yıl olması bakımından önemlidir. KKTC’nin tanınması önündeki tek engel de bir BMGK kararıdır. 2008’de Kıbrıs’ta müzakereleri başlatmak Kosova etkisinin bertaraf edilmesine yol açmıştır.
[2] Talat’ın liderliğini yaptığı Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP), kendisini Rum AKEL partisinin kuzeydeki temsilcisi kabul eder. Ama AKEL, Annan Planı’nda “hayır” oyu kullanmıştır.
[3] 1974’den bu yana Rumlar 7. kez BM zemininde ortaya çıkan çözüm imkânını reddetmiştir.
[4] 18 Ay Gecikme ile Tarihi İtiraf, 26 Ocak 2019, Yeni Düzen-Kıbrıs
[5] Kıbrıs Vakıflar İdaresi’nin Maraş’ın neredeyse tamamının Vakıf malı olduğu, hileli yöntemlerle Rumların üzerine kaydedildiğini tespit ettikleri ve uluslararası mahkemede yasal sahip olduklarını ispatlayabileceklerine yönelik açıklamaları, Hükümeti’nden kararından bağımsız ve ayrı bir durumdur. Detaylar için bkz. Gözde Kılıç Yaşın, Maraş’ın Türk Yönetiminde Açılması’nın Kıbrıs Sorununa Etkisi, Diplomatik Gözlem, S.93, Ekim 2019