Yunanistan’da 7 Temmuz günü gerçekleştirilen erken genel seçimler, iktidara merkez sağı taşıdı. Aleksis Çipras’ın SYRIZA Partisi (Demokratik Sol Koalisyonu) iktidarı kaybetti ve Kyriakos Mitsotakis’in Yeni Demokrasi Partisi uzun bir aradan sonra tek başına iktidara geldi. Ekonomik kriz, Çipras’ı iktidara taşımıştı; ekonomik kriz ve Makedonya İsim Anlaşması da iktidarı Çipras’ın elinden aldı. Yunan halkı, PASOK ve Yeni Demokrasi Partisini 15 yıldır süren ve bitecek gibi görünmeyen ekonomik krizin baş sorumlusu olarak görür. Zaten krizle birlikte kısa ömürlü koalisyonlar dönemi başlamadan önce sırayla bir PASOK bir Yeni Demokrasi iktidara gelirdi. Yunan seçim sistemi az farkla da olsa yarışı önde bitiren partiye 300 sandalyeli parlamentoda çoğunluğa sahip olma ve tek başına hükümet kurma şansı tanıdığı için sistem zaten iki partili sistem gibi işliyordu.
Mitsotakis, 10 yıl sonra nihayet Yunanistan’da tek başına iktidarı sağlayabileceği yüzde 39.8 oranında oy ve parlamentoda da 158 sandalye kazandı. Çipras’ın ise üstü çizilmedi; aldığı yüzde 31.5 oyla ikinci parti oldu. Sonuçta Çipras’ın ülkeyi iflasın eşiğinden döndürdüğü, her gün binlerce kişinin katıldığı protestoları sonlandırdığı ve toplumsal gerilimi giderdiği, işsizliği büyük ölçüde indirdiği, daha önce kaldırılan yasal korumaları işçilere iade ettiği unutulmamış olmalı.
Yeni Demokrasi Partisi’nin halkın gözündeki cezasını bitiren ise açık ki Çipras’ın Kuzey Makedonya isminin kabul edilmesi konusundaki ayak oyunlarıydı. İsim anlaşması nedeniyle güvenoyu sorunu yaşadığında, güvenoyu alamasa bile bunun anayasal sorun doğurmayacağını Avrupa’da bu durumda 12 hükümet olduğunu, “söz verdiği kritik girişimleri gerçekleştirene dek” görevini sürdüreceğini ve ondan sonra erken seçime gideceğini açıklaması da hakkındaki hüküm için belirleyici oldu. Makedonya İsim Anlaşmasının bir Soros hamlesi olduğunun ortaya çıkması, bu suçlama nedeniyle Dışişleri Bakanı’nın istifa etmesi ama ne hükümetin ne o dönem muhalefetteki Mitsotakis’in bir Soros oyununa alet olma meselesinin soruşturulması, tartışılması gibi bir talebinin olmaması o dönemin en ilginç ve hayret verici gelişmesiydi. (Gerçi 751 sandalyeli Avrupa Parlamentosu’nun 226 vekilinin tamamen Soros’un kontrolünde olduğu afişe olduğunda da Avrupa genelinde aynı sessizlik, görmedim duymadım hali hâkimdi.) Ama Mitsotakis, bu isim anlaşmasını tanımadığını, iktidara geldiğinde Makedonya’nın AB üyeliğini yine de veto edeceğini söylemişti. Seçim öncesinde de özellikle dil ve kimlik maddelerini değiştireceğini söyleyerek puan toplamıştı. Asıl mesele zaten bu konunun Yunan halkı için kimlik sorunu olmasıydı.
Mitsotakis’in önceliği ekonomik krizin etkilerini hafifletmek, vergileri düşürüp bürokrasiyi azaltarak yatırım çekmek ve sermaye arttırmaya çalışmak olacak.[1] Ama Doğu Akdeniz’deki hareketlilik, Yunanistan’ın ana gündem maddesinin Türkiye olacağının garantisi. Hele ki Çipras ve Soros sayesinde kuzey ve batı sınırları güvenceye alınmış ve Arnavutluk ile Makedonya üzerinde Yunan denetimi sağlanmışken Türkiye hep ana mesele olacaktır. Çipras’ın da Türkiye ile olumlu ilişkiler kurmaya çaba sarf ettiği, söylemlerinin aslında yumuşak olduğu yeni dönemde ortaya çıkacaktır. İktidarı alırken Yunan devlet aklının hazır paketi olarak sunduğu Panos Kammenos’un Savunma Bakanı ve Dışişleri Bakanı Dışişleri Bakanı Nikos Kotzias’ın hadsiz, küstah açıklamalarının dengeleyici unsuru Çipras’tı. Ama elbette Çipras döneminde yine “Yunan Devleti” iktidardaydı.
Yunanistan’ın Türkiye Algısı
Türkiye-Yunanistan ilişkileri esasen Yunanistan’daki iktidar değişimlerinden bağımsız bir konu. Yunanistan’ın Türkiye’den algıladığı tehdit kalıcı, kronik, köklü, süreğen, bitmeyecek bir algı. Yunan kimliği için Türk, “öteki” ve “tehdit”dir. Devlet sistemi bu tehdide karşı belirlenmiş hedefler ve önlemler üzerine kurgulanmış. İlişkilerin en iyi göründüğü veya iyiymiş gibi yapıldığı, basın üzerinden böyle gösterildiği dönemlerde dahi tehdit ve önlemler üzerinden işleyen bir mekanizma. 10 yıl önce de böyleydi 50 yıl önce de.
İki tarafın birbirinden algıladığı tehdidin boyutu farklıysa dikkat etmek gerekir. Sürekli teyakkuzda olan, her an saldırı, işgal ve aynı zamanda fırsat bekleyen taraf, kendi tutumundan bağımsız şekilde geliştiğini düşünse de karşı tarafta yaydığı tehdit enerjisini küçümseyen ve diğerini “öteki” görse bile ciddi bir tehdit olarak görmeyen taraftan bir adım öndedir. Çünkü bütçesinde savunmaya öncelik verir, en kötü gününde dahi GSMH’nın yüzde 2,5’ni silahlanmaya ayırır (iyi gününde yüzde 5’tir) ve kişi başına düşen askeri harcamaya ilişkin dünya sıralamasında ilk 9’a, silahlanmada ilk 4’e girer; “öteki”nin teröristlerini besler, saklar, eğitir; “öteki”nin sorun yaşadığı kesimlerin düşmanlığını canlı tutar ve onları destekler; “öteki”ne karşı dostluk ve çıkar ilişkisi geliştirebileceği destekçi listesini geniş tutar; “öteki”nin dış politika tökezlemelerini, içteki sorunlarını derhal fırsata çevirecek planları da dünden hazırdır. Evet, aslında Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin dar özeti budur.
Diplomatik mesaj kaygısıyla ve taktik nedenlerle dile getirenleri ayırırsak sırf babası bir süreliğine Türkiye’ye sığındı diye Mitsodakis döneminde ilişkilerde yumuşama bekleyenler yanılıyorlar. Yanılıyorlar çünkü “tehdit” meselesini kavrayamıyorlar ve bu algıyı da Yunanistan’dan gelebilecek tehditleri de küçümsüyorlar. Romantikler ve imparatorluk varislerinde görülen özgüvenin etkisindeler. Sayıca az olanın kendini korumak adına her an hazırlıklı ve tetikte olduğunu ihmal ediyorlar. Ama teröristbaşı Öcalan’a desteği ortalığa serilip de köşeye sıkıştıktan sonra bozulan ilişkilerin telafisi için 17 Ağustos 1999 depreminde “yardıma ilk koşan” ama kurtarma ve sağlık ekiplerini ekiplere Pontusça konuşan kişileri ekleyerek Karadeniz’den bölgeye göçenlerin yerleştiği mahallelere yollayan bir Yunanistan’dan bahsediyoruz. Karanlıkta far ışığına takılan tavşan gibi yakalanıp da mukabil bir operasyondan korkarken depremi fırsat olarak değerlendirip yardım görüntüsü altında depremzedeler arasında Pontus dilini anlama ihtimali olanları bulmaya çalışan bir devletten bahsediyoruz. Bunlar iyi günlerdi.
Aslında Mitsodakis’in kendisinden 14 yaş büyük ablası Dora Bokayannis’in Dışişleri Bakanlığı yaptığı 2006-2009 dönemi de iki ülke ilişkilerinin iyi olduğu günlerdi. Hatırlanırsa yine YDP iktidardaydı ve dönemin Yunanistan Başbakanı, Türkiye Başbakanı’nın kızı evlenirken nikah şahidi dahi olmuştu. “Tarihi yakınlaşma”nın yaşandığı, sorunların sıfırlanmak istendiği dönemde Dışişleri Bakanlığı yapan Dora Bakoyannis, ikili ilişkilerdeki en sert Yunan Dışişleri Bakanı olarak tarihe geçti. Kibardı, zekiydi, kelime ustasıydı, asla Kammenos ya da Kotzias gibi üslup yoksunu olmadı ama gündemi belirleyen, Türkiye ile ilişkileri AB’nin üyelik beklentisi üzerinden bu konudaki tek söz sahibiymiş gibi yürüten bir tarzı vardı. Sertti, tavizsizdi, üstten bakıyordu. Türkiye’nin iç işlerine karışıyordu ama örneğin Batı Trakya Türkleri konusunu kendi iç meselesi olduğu için Türkiye’nin söz sahibi olmadığı bir konu olarak lanse ediyordu. Söylem ve tutumlarında mütekabiliyet ilkesini askıya almıştı. Babasının Türkiye’ye sığınmış olması, tarzını etkilemiş görünmüyordu. Babaları da zaten kendi Başbakanlığı döneminde aynısını yapmıştı… Bunlar gerçekten ilişkilerin iyi olduğu dönemdi. Türkiye’nin “komşularla sıfır” politikası günleri… Bugün konjonktür çok farklı.
Türkiye’nin kendi egemenlik haklarını korumada kesin, net, açık kararlılık gösterdiği ve Doğu Akdeniz planlarını bozduğu için –başka nedenler de var elbette- AB ve ABD ile karşı karşıya geldiği bir dönemde Yunanistan’dan yumuşama ya da geri adım beklemek söz konusu dahi olamaz. Aksine Yunanistan, “Doğudan Gelen Türkiye” iddiasının ispatlandığını düşünüyor ve bu sayede neredeyse tüm dünyanın desteğini alabileceğini hesaplıyor. Kaldı ki Trump, Yunanistan’ı “Doğu Akdeniz’deki ABD çıkarları için çok önemli görevler üstlenen” ülke olarak lanse edip de Yunan Hava Kuvvetleri’nin, hava savunmasının güçlendirilmesi ve F-16 savaş uçaklarının geliştirilmesi için ayrılan 2,4 milyar dolarlık bir projeyi Kongresinden geçirdiğinde Türkiye henüz Doğu Akdeniz’de sondaja başlamamıştı bile. 17 Ekim 2017 tarihinden bahsediyoruz. Hangi düşmana karşı ABD tarafından Yunan hava savunma ve saldırı sistemleri güçlendirilmişti?
ABD 15 Temmuz sonrası jeopolitik denge için Yunanistan’ı seçti
Ekonomik kriz pençesinde kıvranırken, polisleri bile halk isyanlarına, protestolara katılırken, Atina yakınlarında çıkan yangını salt itfaiye ekipmanları yenilenemediği için günlerce söndüremediğinde, bütçe yetersizliğinden okullarını kapatırken ve sağlık sistemi çökerken Yunanistan’a yapılmayan yardım, silahlanma ve savunma sistemlerini geliştirme için yıllık ödenek haline getirilerek yapılabilir oldu.
Uzatmaya gerek yok, 15 Temmuz Fetöcü darbe girişimindeki rolü ortaya çıktıktan ve halkta da ABD karşıtlığı güçlendikten sonra ABD yeni bir jeopolitik denge kurmaya gitti ve Yunanistan’ı seçti.
Keza Rum Yönetimi’ne dönük silah ambargosunun kaldırılması için de düğmeye basıldı. Yıllarca beklediği fırsat kucağına geldiğinde en solcusu (Çipras) bile ABD’ci olmuşken ABD’ye her zaman yakınlık hisseden merkez sağ yönetimindeki Yunanistan’ın Türkiye ile gerilimi dindirici bir uzlaşı için geri adım atması ihtimali yok.
Üyesi olduğu AB’den aldığı destekten bahsetmek lüzumsuz olur. Çünkü zaten Doğu Akdeniz ve Ege’de hak iddia ettiği alanların AB’nin de sınırı olduğu söylemini kullanıyor. Şu ana dek AB’den beklentisine tam uygun bir yaptırım kararı çıkartabilmiş değil ve bu da ancak gerilim en üst seviyeye ulaştığında olabilecek bir şey. Dolayısıyla “gerilim kimseye bir şey kazandırmaz” görüşünü paylaşmayan bir Yunanistan söz konusu. Arkasında güçlü bir ABD desteği var diye savaşı göze alacak demiyoruz çünkü konjonktürün hızlıca değişebileceği şüphesini de biliyor. Ama kuşkusuz ki diplomatik yolları kapatma taraftarı değil; aksine aldığı desteği masa başında iyi bir koz ve baskı unsuru olarak kullanabileceğini düşünüyor…
Bu çerçevede Mitsotakis’in hükümetini kurduktan sonra Kıbrıs Rum Yönetimi’ni ziyaret ettiği 29 Temmuz günü ifade ettiği “Amacım Türk-Yunan ilişkilerinde cesur bir yeni başlangıç için yollar bulmak.” sözünü ılımlı ilişkilerin başlayacağı yönünde değerlendirmek hata olur. Bu açıklama en iyi ihtimalle Türkiye’yi bir şekilde masaya çekme ve ablası Bakoyannis’nin söylem tarzını kullanma niyetinin ifadesidir. Bu da AB devreye sokulabilirse AB üyeliğini yürekten destekleyen açıklamalar, belki “vize serbestinin sağlanması gerektiği Türkiye’nin bunu hak ettiği” yönünde açıklamalar, belki de “Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin de hakları var elbette” şeklinde tezahür edecektir. Masada ise sadece kendi taleplerinin pazarlığını yapacaktır. Sonuç alabildiği müddetçe “kuru” destek açıklamaları sürecektir.
Türkiye’nin Pozisyonu
Türkiye ise Doğu Akdeniz’deki haklarını koruma konusundaki ciddiyetini bu denli net vurguladıktan sonra ve sokaktaki insana dahi Münhasır Ekonomik Bölge ve Kıta Sahanlığı farklarını söyletecek kadar kamuoyu bilgilendirilmesi yapmışken önemli bir kazanım karşılığı olsa bile geri adım atabilir pozisyonda değil. Bir kere halka izah edilemez. Kaldı ki diplomasisiyle, parlamentosuyla, askeriyle, iktidarı ve muhalefetiyle bir bütün olarak yönetim, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki haklarının anavatanın kara sınırlarındaki hakları kadar elzem, elletilmez, çiğnetilmez, vazgeçilmez olduğu görüşünü paylaşıyor. Mavi Vatan’ın devletin bölünmez egemenliğinin bir parçası olduğu izah edilebildi, anlaşıldı, benimsendi. Esasen bu bölgede Yunanistan’ın BM’ye bildirilmiş bir hak iddiası da yok. Gerçi Türkiye Fatih sondaj gemisi ile ilk sondaja başladığı günün (5 Mayıs 2019) ertesi gününe (6 Mayıs 2019) dek Kıbrıs Rum Yönetimi’nin de o bölge için BM’ye bildirilmiş bir hak iddiası yoktu. Sadece Rum Yönetimi ve Yunanistan değil Türkiye’ye henüz Rumların hak iddiasında bulunmadığı yerden çıkması uyarısında bulunan tüm diğer devletler de çağrılarının uluslararası hukukla bağdaşmadığını ve bölgenin Türkiye’nin kıta sahanlığı içinde olduğunu biliyorlardı.
Öte yandan Türk Dışişleri Bakanlığının Brüksel’de ilgili AB yetkililerine, Türkiye’de ise tüm yabancı büyükelçilere kendi pozisyonunu, hukuki gerekçelerini, kararlılığını anlatması da çok etkili oldu. Bilhassa Dışişleri Bakanlığı İkili Siyasi İşler ve Denizcilik-Havacılık-Hudut Genel Müdürü Büyükelçi Çağatay Erciyes’in bilgilendirme çabaları karşılık buldu. Avrupalılar ve hatta ABD, Kıbrıs’ın MEB’i söylemini terk etti ve sadece “Türkiye’nin faaliyetleri” ifadesini kullanır oldu. ABD, Yunanistan’a Türkiye ile Doğu Akdeniz’de uzlaşı sağlaması gerektiği telkinlerine başladı. (Burada ABD’nin Kıbrıs Rum Yönetimini değil de Yunanistan’ı muhatap olarak kabul etmesini not etmek gerekir.) Türkiye’nin kendi deniz yetki alanını koruma kararlılığı tamamen uluslararası hukuktan kaynaklanıyor. Türkiye’nin haklı olduğu bilindiği için de uyarılar birer çağrı mahiyetinde kalıyor. Artık 15 Temmuz 2016 öncesi Türkiyesi yok. Egemenlik haklarını kanının son damlasına dek koruyacak “kuruluş günleri Türkiyesi ruhu” yeniden canlanmış bir Türkiye var.
Annan Planı’nı Rumların reddetmesi henüz Avantaja dönüştürülemedi
Türkiye Doğu Akdeniz’deki pozisyonunu salt deniz yetki alanları çerçevesinde değerlendirmiyor. Kıbrıs Türklerinin hakları da bu duruşun bir parçası. Kıbrıs meselesi bir daha asla federasyon sonuçlu bir müzakere sürecine teslim edilmeyecek. Annan Planı, Mehmet Ali Talat’la başlayan yeni müzakere süreçleri geçmişte kaldı. Açıkça ifade etmek gerekirse Kıbrıslı Türklere Annan Planı’na “evet” demeleri telkini yapılmış ve Rumlar “hayır” dediğinde bir sonraki aşamanın KKTC’nin tanıtılması olacağı sözü verilmişti. Şimdi bu sözün tutulması zamanı. En azından Annan Planı görüşmelerinde dizginlerin Mehmet Ali Talat’a verilmesiyle başlayan 2002-2003 döneminde açılan ve KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı yönetimindeki Crans Montana sürecinin çöktüğü 2017’e dek süren defter tamamen kapandı.
Neyse ki fiili olarak gerçekten de “tek bir çakıl taşı” dahi verilmedi. Bir anlaşmayla neticelenmedikçe verilen tavizlerin tarafları bağlamayacağı garantisi de zaten müzakerelerin ana ilkesi. Evet çok zaman kaybedildi. Zira bir müzakere sürecinin son noktası referandumdur ve Annan Planı’nda bu noktaya ulaşılmıştı; Rumların planı reddetmesi bir avantaja dönüştürülemedi.
Müzakere sürecinin bittiği ilan edilip de KKTC’nin tanıtılması sözünün tutulması aşamasına geçilmeliydi. Üstelik konjonktür Türkiye’nin KKTC’nin tanıtılması çabasına karşılık bulmaya çok elverişliydi. Ama ne diyelim, o zaman devletin pek çok köşesi FETÖ terör örgütü mensuplarınca ele geçirilmişti ve bunlar da Türkiye’yi soydaşlarının beklentilerini karşılamaktan uzak noktalara sürükleme çabasındaydı. Kıbrıs’ın stratejik öneminin olmadığı söyleniyor, Kıbrıslı Türklerin Türkiye’yi sevmediği, istemediği söylentileri yayılıyordu. Ancak bugün Türkiye için artık “federasyon tek seçenek değil” aşaması dahi geçilmiş “iki devletli çözüm düşünülmelidir” noktasına gelinmiştir. “İki devletli çözüm tek seçenektir” noktasına geliş de uzatılmamalıdır.
KKTC Hükümeti ise zaten daha uzun bir zamandır tek seçeneğin iki devletli çözüm olduğunu ifade etmekteydi. “Anastasiadis Crans Montana’da kabul ettiği siyasi eşitliği şimdi kabul etmiyor” sözünü de düzeltmek gerekir. Zira Rum lider Anastasiadis, siyasi eşitliği hiçbir aşamada kabul etmedi; zaten egemenliği ve refahı paylaşmak istememesi, bunu da açıkça ifade etmesi nedeniyle Kıbrıs’ta rota değişikliği elzem hale geldi. 2018 “Kıbrıs Milli Davadır” duruşuna geri dönüldüğünün resmi açıklamalarla da teyit edildiği tarihtir. Bu demektir ki “Kıbrıs milli dava değil, milli beladır” parantezi kapanmış, defteri de dürülmüştür.
FETÖ kumpaslarından Yunanistan da yararlandı
Doğrusu Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin seyri açısından Ergenekon ve Balyoz kumpas davaları da ciddi bir öneme sahip. Yargılamalar sırasında devletin çok gizli sırları, savunma planları basına verilirken bunların Yunanistan Genel Kurmay Başkanlığı’nın savunma stratejilerini bu planlara göre tamamen değiştirip yenileyeceği dikkate alınmamış mıydı acaba? Aslında Yunanistan Genel Kurmay Başkanlığı, basına servis edilen bu belgeler sayesinde savunma stratejilerinin tamamen yanlış oluşturulduğunu anlayıp düzenlemeye gittiklerini anlattığı bir basın açıklaması da yapmıştı. Buna rağmen mahkemenin gizliliği sağlanmamıştı. Neyse ki FETÖ terör örgütü afişe oldu da bu davaların birer kumpas olduğu ortaya çıktı. Bu anlamda Yunanistan’ın en büyük taktik hatasının FETÖcü terör örgütü mensuplarının iadesini reddetmek olduğunu not düşmek gerekir. Siyasi suçlu değil, terörist oldukları ve Devlet Başkanı’nı öldürmeye teşebbüs ettikleri için hukuken iade kapsamındaydılar. Derhal iade edilecekleri açıklandıktan sonra vazgeçilmesi dikkate değer. Bugün kendisine sağlanan korumanın arkasında da aldığı bu ciddi risk olsa gerek. Keza ABD ve Almanya’nın baskısıyla iadeyi reddettiği görüşü baskındır. Doğrusu teröristleri iade etmemesi, Ege’deki Türk adalarında “yarattığı fiili durum”un (bu aslında önce iskan sonra işgal anlamına geliyor) bile önüne geçti.
Ege’de egemenliği devredilmemiş ada, adacık ve kayalıklar konusuna da (bu da Türkiye’ye ait adalar anlamına gelir) değinmek gerekirse şu an öncelik Doğu Akdeniz’deki deniz egemenlik alanlarının korunmasına verilmiş olsa da Ege’de yaratılmış bu “fiili durum”un Doğu Akdeniz’de korunmak istenen haklarla doğrudan ilgili olduğu biliniyor. Unutulması ya da görmezden gelinmesi de mümkün değil artık. Zira tüm yetkili ağızlar bu “fiili durum”u “işgal” olarak ifade etti zaten. FETÖ terör örgütünün yarattığı tahribat giderildikçe Ege’deki Türk adaları konusunda da Doğu Akdeniz’deki kararlı tutum fiili olarak gösterilecektir düşüncesindeyiz. “Muhalifler” bu iskân ve işgalin ne zaman gerçekleştiği konusundaki tartışmayı gündeme taşımaktan vazgeçerse bu hamlenin daha yakın tarihe çekilmesi mümkün olabilir. Bu da Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin olabilecek en gergin noktaya taşınması anlamına gelir. Zira bu adalar üzerinde (bunun ne zaman olduğu bilgisini boş verelim) Yunanistan 13 askeri birlik kurdu, 5 bin asker yerleştirdi. Devredilen adaları dahi silahlandırması Lozan Antlaşmasıyla yasaklanmışken kendisine devredilmeyip Türkiye’ye bırakılan adaları da silahlandırmış olması, uluslararası hukukun da devreye sokulacağı bir konudur. Ege’de kıta sahanlığı, karasuları, hava sahası, balıkçılık hakları gibi diğer anlaşmazlık konularının “egemenliği devredilmemiş 152 ada, adacık ve kayalığın parçası olan ve şu an Yunanistan’ın üzerinde fiili durum yarattığı 18 ada” üzerinde Türk egemenliği tesis edilmeden çözülmesi imkânsız ve anlamsız olacaktır. Zira Ege, Doğu Akdeniz’de korunan egemenlik haklarının batı yakasındaki parçasıdır.
İki ülke arasındaki sorunların önemli bir parçasını oluşturan Batı Trakya Türklerinin kimlik, eğitim, dini özgürlükler alanındaki sorunları, azınlık, topluluk ve vatandaşlık hakları ihlalleri Yunanistan’ın Türkiye ile görüşmek istemediği konulardan. Çipras’ın son hamlelerinden biri Müftülük makamının uluslararası anlaşmalardan kaynaklı yetkilerini budamak, özerkliğini kaldırmaktı. Bu zaten Yunan devletinin Türk azınlığa dönük bütünlüklü baskı politikasının planlanmış parçasıydı. Yıllardır uğraşıp da yolunu bulamadıkları bu düzenleme için azınlıktan bir kişinin AİHM’e yaptığı başvurunun fırsat olarak değerlendirilmesi yani azınlık haklarının azınlıktan bir kişinin hakkıyla budanması ironidir. Neyse ki Batı Trakya Türkleri AB çatısı altında AB kurumlarının dikkatini çekebilecek donanımla Avrupa ülkelerindeki dernekleri ve federasyonları sayesinde haklarını arayabiliyorlar. Yunanistan’ın haksız uygulamaları düzeltilemiyorsa da kayıt altına alınması ve kısmen dengelenmesi sağlanabiliyor. Müftülük makamının muadili Fener Rum Patrikanesidir. Patrikhanenin talepleri ise uluslararası bir sorun haline getirildiğinden Yunanistan, AB üzerinden “dini özgürlükler” kapsamında doğrudan müdahil olabileceği bir konu olarak görüyor. Keza ABD’deki Archonlar dahil tüm Yunan lobisi zaten çok aktif çalışıyor. Patrikhanenin talepleri kesinlikle bu süreçte çok daha yoğun gündeme gelecektir. Türklere ait vakıf mallarına el konulması, Batı Trakya dışında yaşayan diğer Türklerin hakları dâhil olmak üzere çözülmesi, konuşulması gereken bir dizi sorun var ama Türkiye, Yunanistan üzerinde bu konuda baskı oluşturabilecek imkanlardan yoksun.
Çözüm Perspektifi
Doğu Akdeniz, Ege, Kıbrıs konuları için bir müzakere masası kurulması gerektiğine Türkiye ve KKTC hükümeti de inanıyor. İlk etapta ana konu ise Doğu Akdeniz. Aslında sondaj faaliyetleri de bir bakıma tarafları masaya itme amacına hizmet ediyor. Çünkü askeri güç desteğiyle edinilen hakkı koruma durumunun süreğenliği, hukuka dayalı bu hakkın diplomatik olarak da teslimiyle mümkün olacaktır. Eninde sonunda gereken bir aşamadan bahsediyoruz. Doğu Akdeniz’de şuan karşı karşıya olunan taraf Kıbrıs Rum Yönetimi. Ancak Türkiye, kendisi için yok hükmünde olan, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Türkleri kovarak işgal eden bu yapıyla masaya oturmaz, oturamaz. Bu durumda birkaç seçenek olacaktır: Kıbrıs Rum Yönetimi ve KKTC’nin masaya oturması, Türkiye ve Yunanistan’ın masaya oturması –ancak Rum Yönetimi mutlaka devrede olmak isteyeceği için Doğu Akdeniz özelinde bu bekleneni vermez-, 1960 Anlaşmalarının Garantör Ülkeleri ile Kıbrıslı Rum ve Türk temsilcilerin toplanacağı konferans –konferansa ya iki taraf da temsilcilik düzeyinde katılır ya da Rumlar, Kıbrıs Cumhuriyeti sıfatıyla oturacak olursa Türkler de KKTC olarak masada yer alır-.
Müzakerelerde Türkiye ve KKTC, doğalgaz ve petrol aramada ortaklık ya da belli süreliğine belli bölgelerde iki tarafın da arama yapabilmesi yolunu zorlamak isteyecektir. Zira ne Rum Yönetimi iddiasından geri çekilmek ister ne de Türkiye kendine ait bir haktan vazgeçer. Kaldı ki uluslararası petrol şirketleri de devrede ve enerji söz konusu olunca bu şirketler de geri adım atmak istemeyecektir. Bir ihtimal de bahsettiğimiz şirketlerin Rumlarla yaptığı anlaşmanın benzerini Türklerle de yapmaya zorlanmasıdır. Zira Rum Yönetimi’nin Türklerin bilgisi ve rızası olmadan yaptığı bu anlaşmalar uzun vadede bu şirketler için sorun yaratabilir. Bulunacak rezervlerde Türklerin de hakkı olduğunun BM tarafından da Rum Yönetimi tarafından da defalarca teyit edildiği unutulmamalı. Bu konudaki hukuki zemin de Türklerin inkâr edilmeyen bu hakkıdır.
“Bölünmüşlük sorunu” bakımından ise KKTC zaten artık federasyon istemediğini net şekilde izah etti. İşin aslı Rum lider Anastasiadis de bir devlet çatısı altında yaşamanın imkânsızlığını vurguluyor. Rum partiler zaten Anastasiadis’i yıllardır süren bu masada oyalama taktiğini uygulamadığı için eleştiriyor. Bu konuda da KKTC hükümeti, sınırların belirlenmesi, mülkiyet meselesinin güneyde kalan Türk malları ve Türk vakıf mallarının da dikkate alınacağı bir yöntemle çözülmesi, iade edilecek ya da değiş tokuş yapılacak topraklar varsa bunların görüşülmesi konularına odaklanmak isteyecektir. Kısacası iki devletli çözüm planını masada netleştirmek isteyecektir. Ancak pek tabi ki Rum Yönetimi de, masaya oturmak için Garantörlüğün kalkması ve Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki faaliyetlerine son vermesi şartlarını öne sürüyor. Ama eninde sonunda bu konuların geçmişte kaldığını anlayacaklar.
Özetle yeni dönem, tarafların diplomatik kanalları açık tutmak isteyeceği, sıcak çatışmalara girmemek için çaba göstereceği ancak geçmişten gelen tüm anlaşmazlıkların da gündemde olacağı bir dönem olacak. Türkiye’nin sergilediği kararlılık, hukuksuzluklara itiraz eden taraf olmaktan çıkıp fiili durum yaratan, kendi hukukunu ve hakkını dayatan taraf olmaya geçmesi ise oyunu Yunan ve Rumların dayattığı kurallarla oynamak istemediğinin net göstergesi. Bu da Yunanistan’ın tüm desteğini sahaya sürmek zorunda kalacağı, siyasi üslup olarak sertleşeceği, içeride milliyetçiliğe oynayacağı bir dönem anlamına geliyor.
[1] Mitsotakis, vergi indirimini liderliğinde yüzde 4 kadar yüksek olacağını umduğu büyüme ile finanse edileceğini öne sürüyor. Emekli aylığı ve sağlık sistemi reformu da vaatleri arasında. Partisinin en sağ tarafının, sosyal hakların “yalnızca Yunanlılar için” ayrılacağına dair “bölücü” bir söz istediğini belirtmek gerekir. Dolayısıyla iktidarını sürdürmek için Mitsotakis, partisinin milliyetçiliğini yumuşatmak zorunda kalacak.
Bu makale ilk olarak Yörünge dergisinin Ağustos 2019 sayısında yayınlanmıştır.