Uzun yıllar bölgenin güvenlik gündeminin ön sıralarında yer alan İsrail-Filistin sorunu 2011 yılı başlarından itibaren gündemdeki öncelikli yerini bölgedeki rejim karşıtı hareketlere bırakmıştır. Tunus’ta alevlenen ve kısa sürede bölgede yayılarak otoriter rejimlerle yönetilen devletlere karşı görünürde halkların başlattığı ayaklanmalar, Libya, Yemen ve Suriye’de kanlı sivil savaşa dönüşerek uluslararası toplumun ilgisini bir anda “Arap Baharı” olarak isimlendirilen süreçle bölgeye çekmiştir. Yapılan NATO müdahalesi sonucunda Libya’da sükunet kısmen de olsa sağlanmış ama Suriye’de Esad rejiminin rejim muhaliflerine karşı şiddet kullanarak ayaklanmaları bastırmaya çalışması Suriye’yi bölgenin ve uluslararası toplumun güvenlik gündeminin ilk sıralarına yükseltmiş ve İsrail-Filistin sorununun önüne geçmiştir.
Aslında İsrail-Filistin sorununun gidişatına bakıldığında 2011 yılında çok önemli gelişmeler olmuştur. Bu gelişmeler aynı zamanda Türkiye-İsrail ilişkilerini doğrudan etkileyecek potansiyele sahip gelişmelerdir. Türk Dışişleri’nin Suriye’deki olayların çözümüne odaklanması ve hem Suriye’deki muhalif grupların ve Suriyeli sığınmacıların güvenliği hem de Suriye’nin siyasi istikrarı için önemli bir mesai harcadığı göz önüne alındığında Türkiye-İsrail ilişkilerinin arka plana itildiği düşünülebilir. Başta Suriye olmak üzere Arap dünyasındaki gelişmeler basının ve Türk kamuoyunun temel tartışma konusu olsa da Türkiye, İsrail-Filistin sorunu ile ilgili önemli adımlar atmakta ve İsrail ile ilişkilerde hareketlilik devam etmektedir.[1]
İki yıla yakın bir zaman diliminde Arap Baharı’nın gölgesinde kalan İsrail-Filistin sorununa bakıldığında üç yıldır bir kenara itilmiş olan müzakerelerin yeniden başlaması konusunun sık sık gündeme geldiği ama müzakerelerin başlaması için somut adımın atılmadığı görülür. Müzakereler başlamamakla birlikte her iki taraf da müzakere masasına oturmadan ellerini güçlendirecek girişimlerde bulunmuştur. İsrail tarafında 2011 ve 2012 yılının başları Benjamin Netanyahu’nun siyasi olarak güçlendiği ve Filistin ile ilgili güvenlik kaygılarının yön değiştirdiği bir dönem olmuştur. Netanyahu en büyük rakibi olan Kadima Partisini de kurmuş olduğu koalisyona ortak ederek İsrail tarihindeki en güçlü parlamenter çoğunluğuna ulaşmıştır. Daha önceki Başbakanlıkları döneminde 1996 ve 2003’de geniş tabanlı milli birlik hükümetleri kurmayı reddeden Netanyahu şu anda Filistin konusunda bir barış anlaşması yapabilecek siyasi desteğe sahiptir. Fareed Zakaria’nın The Washington Post’ta yazdığı bir yazıya göre İsrail sadece ekonomik olarak değil, Amerikan Kongresi tarafından İsrail’in füze savunma sistemi için aktarılan ekstra 1 milyar dolar ile askeri olarak da bölgenin en güçlü devleti olmaktadır. Filistin tarafında gerçekleşen güvenlik sektörü reformlarının da yardımıyla Filistin tarafından gelen intihar bombası tehdidi de nihayetlenmiş gibi görünmektedir; dolayısıyla İsrail şu anda vatandaşları için can güvenliğinin tam manasıyla sağlandığı bir ülke konumundadır.
Değişik çevrelerce İsrail’in asıl dikkat etmesi gereken tehdidin İran veya Filistinli yasadışı gurupların saldırıları değil, İsrail devletinde değişen demografik yapı olduğu dile getirilmektedir. Siyonizmin Krizi isimli kitabın yazarı olan Peter Beinart iki devlet çözümü sağlanamadığı takdirde İsrail topraklarında Filistinli nüfusun Yahudi nüfusu geçme riski olduğunun altını çizmekte ve bir an önce Filistin tarafı ile uzlaşma sağlanarak iki toplumun resmi olarak birbirinden ayrılması gerektiğini tartışmaktadır. Netanyahu’nun bu demografik tehlikeyi bildiği ve şu anda elinde bulundurduğu siyasi gücü kullanarak Filistin Yönetimi ile uzlaşma arayışına girmesi beklenmektedir. İsrail tarafında bu gelişmeler yaşanırken Salam Fayad’ın Başbakan olarak görev yaptığı Filistin Yönetimi de Ağustos 2009’da yayınlamış oldukları “Filistin: İşgali Bitirmek, Devleti Kurmak” başlıklı 13. hükümet programı dahilinde Filistin’de devlet yapılanmasının inşasına devam etmektedir. Özellikle güvenlik sektörü alanında yoğunlaşan çalışmalar AB, BM, ABD ve Dünya Bankası gibi uluslararası aktörler tarafından takdirle karşılanmakta ve desteklenmektedir. Bir yandan içeride devlet inşası çalışmaları devam ederken, Cumhurbaşkanı Mahmoud Abbas da uluslararası arenada Filistin’in bağımsız devlet olarak kabul görebilmesi için yoğun bir çaba sarf etmektedir. 23 Eylül 2011 tarihinde Birleşmiş Milletlere tam üyelik için başvuran Filistin’in başvurusu Güvenlik Konseyince reddedilse de Filistin 31 Ekim 2011’de UNESCO tarafından tam üyeliğe kabul edilmiştir. Filistin’in tam üye olarak UNESCO’ya kabulü bütçesinin yüzde 22’si ABD tarafından karşılanan kuruluşa Beyaz Saray’ın parasal desteğini dondurması ile sonuçlanmıştır. Filistinlilerin BM’ye tam üyelik başvurusu dünya kamuoyunun ilgisini yeniden İsrail-Filistin sorununa çektiyse de her iki tarafın da müzakere masasına dönmesinin kolay olmadığı, müzakereler başlasa bile bir sonuç alınamayacağı inancı tüm tarafları müzakere girişiminden uzaklaştırmaktadır. Müzakerelerin başlayabilmesi için öncülük yapabilecek olan aktörlerin farklı angajmanları olması, örneğin AB’nin Euro Bölgesindeki kriz ile uğraşıyor olması ve pek çok uluslararası örgütün Suriye’deki krize odaklanmış olması İsrail-Filistin müzakerelerinin gerçekleşme olasılığını düşürmektedir. Uluslararası arenada fırsat buldukça İsrail’in Filistin politikalarının insani yönünü ön plana çıkararak İsrail’i eleştiren Türk hükümet yetkilileri ve diplomatları İsrail-Filistin denkleminde ağırlıklarını Filistin yönünde kullandıklarını açıkça belli etmektedir. Bunun Türkiye’nin arabuluculuk ihtimalini azalttığını söylemek mümkündür. Nitekim konu özellikle son dönemde Türkiye-İsrail ilişkilerinin odak noktası olmaktadır.
Son olarak, ABD Devlet Başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ün İsrail’in toprağı ve başkenti olduğunu söylemesiyle bu sorun yeniden alevlenmiş oldu. Büyük ihtimal bundan sonraki süreçte İsrail, kamuoyunun dikkatini başka yöne çekmeye çalışacaktır. Türkiye’nin Afrin’e yönelik operasyonuyla dünya kamuoyunun dikkatinin yeniden Türkiye’ye yöneltmesinden İsrail'in bu anlamda faydalandığını söylemek de mümkündür. Öte yandan Benjamin Netanyahu basına yaptığı açıklamayla İsrail ordusunun Suriye’ye gireceğini belirtti. Böylelikle İsrail, Kudüs meselesi etrafındaki baskı ve gerginlikleri azaltmak için Araplara Suriye'de askeri gücünü göstermeyi düşünüyor olmalı.
[1] Uluslararası Adalet Divanı, Legal Consequences of the Construction of a Wall in the Occupied Palestinian Territory, Tavsiye Kararı (I.J.C. Reports, 2004), http://www.icjcij.org (23.05.2017), s.42-44.