Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 7-8 Aralık 2017’de gerçekleştirdiği Yunanistan ziyareti, Lozan Antlaşması’nı iki ülkenin de gündemine taşıdı. Erdoğan, Başbakan sıfatıyla iki kez resmi olarak Yunanistan’da bulunmuşsa da Cumhurbaşkanı sıfatıyla ilk kez Yunanistan ziyaret ediyordu. Üstelik Celal Bayar’ın 1952’deki ziyaretinden 65 yıl sonra ilk Cumhurbaşkanlığı ziyareti olması nedeniyle gezi başlı başına önemliyken “yaşanan söz düellosu”, ilgiyi beklenmedik düzeyde arttırdı. Erdoğan ardında şaşkın, gergin, endişeli ve kızgın insanlar bıraktı.
Türk basınının ayrıntılı ama galiba eksik aktarmalarına göre Erdoğan’ın Lozan’da “değişiklik yapılması” önerisi, Türkiye’de patriğin seçimle gelmesine rağmen Batı Trakya Müslümanlarının kendi müftülerini seçememesi itirazına dayanmaktadır. Ancak Reuters Erdoğan’ın Türkiye’nin komşularıyla sınırlarının belirsiz olduğu,[1] Ege ve Kıbrıs’ta kalıcı bir çözüm bulunması gerektiği vurgusunu da yaptığını haberine eklemiştir. Doğrusu bu ek bilgi Yunanistan Cumhurbaşkanı Prokopis Pavlopoulos’un cevaben neden “Lozan Antlaşması, Yunanistan'ın ve Avrupa Birliği'nin topraklarını ve egemenliğini tanımlıyor ve bu anlaşma müzakere edilemez. Anlaşmanın hiçbir kusuru yoktur, gözden geçirilmesi veya güncellenmesi gerekmez " dediğini ve sınırlara vurgu yaptığını açıklıyor. Üstelik Reuters’e göre ifade edilen müftü seçimi değil “baş müftü” seçimidir ki bu da aslında bambaşka bir konuyu gündeme getirir. Yine Reuters’a göre Türkiye Cumhurbaşkanı Lozan Antlaşması için esasen “Lozan’ın yürürlükte olduğunu nasıl söyleyebiliriz? Bunu yaparak (baş müftü seçimi) Lozan’ın uygulanabilirliğini ispatlamamız lazım” demiştir. Bu ifade, Lozan’ın değiştirilmesinden ziyade Lozan’ın uygulanmasını sağlama yönünde bir girişim/tepki olarak anlaşılmalıdır. NTV’nin Erdoğan’ın sözlerini aktarımındaki "Lozan konusunda sanıyorum hala anlaşılmayan bazı incelikler var"[2] ifadesi de bu yaklaşımı doğrular niteliktedir.
Yine de burada Erdoğan’ın Lozan’ın “gözden geçirilip, güncellenmesi”ne ilişkin sözlerinin hangi anlamı taşıdığı değil, Yunanistan Cumhurbaşkanı’nın Lozan’ın müzakere edilmesine karşı çıkışı ve 2016’nın yine Aralık ayına denk gelen bir başka Lozan tartışmasında Yunanistan Milli Savunma Bakanı Panos Kammenos’un “Lozan’ı beğenmiyorsanız Sevr’i verelim”[3] sözleri üzerinden Yunanistan’ın Lozan yaklaşımı değerlendirilecektir. Ama önce Erdoğan’ın İngiliz gazetelerine göre Pavlopoulos’un şoka girmesine neden olan Lozan çıkışının bir zinciri kırdığını ifade etmek gerekir. Son dönem görüşmelerinde, temsil edilen makam ve kimin ev sahibi olduğu önemli olmaksızın Türkiye-Yunanistan buluşmalarında basına yansıyan sadece gerek ekümeniklik gerekse Ruhban Okulu üzerinden Fener Rum Patrikhanesi’nin talepleri olurdu (Rum azınlığın sorunları değil Patrikhane’nin beklentileri). Erdoğan’ın 7 Aralık ziyaretinde “yarattığı şok” ise ne bu konuların Yunanistan tarafından gündeme getirilmesine ne de Yunanistan’ın AB üyeliği vurgusuyla yüksek perdeden konuşarak insan ve azınlık haklarından bahsetmesine imkân ve fırsat bıraktı. Aksine Batı Trakya Türklerinin sıkıntılarının bir kısmı dünya basınına Türkiye Cumhurbaşkanı ağzından duyurulmuş oldu. Yunanistan insan haklarına saygıya davet edildi. Üstelik yaşanan polemik, her kesimin ayrıntılara dikkat kesilmesini de sağladı. Sonuçta değiştirilemeyeceği açık olan Lozan’ın ortaya atılmasının salt bu amaca hizmet ettiği dahi iddia edilebilir. Peki, Yunanistan Lozan Antlaşması’na gerçekten gönülden bağlı mıdır?
Yunanistan Lozan Antlaşması’na Dokunulmasını Neden İstemez?
İşin gerçeği Yunanistan, Lozan Antlaşması’nın hükümlerine uymamaktadır. 1936 yılında Lozan Antlaşması’nın 12. maddesiyle saptanan 3 millik karasularını 6 mile genişletmiş; öncesinde 1931’de karasuları genişliğinde olması gereken milli hava sahasını 10 mile genişletmiş; 1955’ten itibaren Lozan ve 1947 Paris Barış Antlaşmalarından doğan yükümlülüklerini ihlâl ederek Doğu Ege Adalarına ve Oniki Ada’ya asker ve silah yığınağı yapmaya başlamış; Batı Trakya’daki Türk azınlığının varlığını ve Lozan’dan kaynaklanan özel statüsünü ortadan kaldırmaya yönelik uygulamalar içine girmiştir. Dolayısıyla Lozan Antlaşması’nda yer alıp da Yunanistan’ın riayet ettiği hiçbir düzenleme bulunmuyor. Lozan Antlaşması’nı değiştirilemez, görüşülemez bulması ise farklı nedenlere dayanıyor. Sınırlar ve azınlıkların özel statüsü ön plana çıkıyor.
Ege Sınırı
Sınırlar denildiğinde Trakya’yı bölen kara sınırı da bunun bir parçası ve Yunanistan’ın sınırlara yaptığı “AB sınırı” vurgusu, yani sırtını AB’ye dayayan savunma refleksi, bu konuda bir tereddütünün olduğunu düşündürüyor. Ancak burada sonuçta kara sınırını da ilgilendiren deniz egemenlik alanı üzerinde durulacaktır. Yunanistan’ın 2004 yılından bu yana iskâna açtığı 17 ada, deniz yetki alanlarının belirlenmesinden ziyade bir toprak parçası üzerinde tesis edilen ve buna uygulanacak karasuları, kıtasahanlığı ve münhasır ekonomik bölge, hava sahası bütünlüğüyle “egemenlik” bakımından önemlidir. Bunun Türkiye egemenliğindeki ada ya da adacıklar üzerinde yapılıyor olması da daha başka önemli hususları gündeme getirmektedir.
Yunanistan’ın Şubat 1950, Mayıs 1953, Haziran 1955, Ekim 1956 ve Aralık 1962 tarihlerinde bu konuda verdiği yazılı ve sözlü notalar, Yunanistan’ın deniz sınırının olmadığını kabul ettiğini göstermektedir. Yunanistan her ne kadar “Yunan egemenlik hakları tartışılamaz” yaklaşımı sergilemekteyse de tartışılmaz olarak kendisine ait olduğunu iddia ettiği ada, adacık ve kayalıklar hakkında Yunanistan’ın emin olmadığı kesindir. Dolayısıyla Ege Adaları’nın aidiyeti meselesinin en kritik noktası ve öncelikle belirtilmesi gereken hususu, Türkiye ve Yunanistan arasında deniz sınırının çizilmemiş olduğudur.
Yunanistan’ın tezi, Türkiye’ye aitliği antlaşmalarla belirlenmiş adalar dışında kalanların tamamının Yunanistan’a ait olduğu yönündedir. Bu yaklaşımın geçerliliğinin bulunması ancak ya Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’nin halefi olması durumunda ya da Lozan Antlaşması’nın değil de Sevr Antlaşması’nın geçerli olması durumunda söz konusu olabilecektir. (Eğer halef olsaydı, Osmanlı borçlarını ödeyen Türkiye değil, Yunanistan olmalıydı). Ne var ki, Yunanistan’a bırakılan adalar zaten 1923 Lozan Antlaşması ve 1947 Paris Antlaşması’nda isim isim belirtilmiş, “bitişik/tâbi adacık” sayılacak parçaların da “yürüyerek geçilecek mesafede olacağı” izah edilmiştir. Lozan Antlaşması'nın 15. maddesine ekli 2 numaralı haritada da, İtalya'ya verilen toplam 14 adanın (Oniki ada, Rodos ve Meis) isimlerinin altı kırmızı renkle çizilmiştir.[4] Dahası 1939 ve 1943 tarihli İngiliz haritaları ile 1951 ve 1957 tarihli ABD haritaları, Yunanistan'ın işgal ettiği 17 ada ve 1 kayalığın, 12 ada deniz sınırının dışında ve Türkiye Cumhuriyeti'ne ait olduğunu açık şekilde göstermektedir.
Konunun hukuki, siyasi, teknik teferruatını bir başka makaleye bırakıyorsak da Yunanistan’ın Türkiye’nin sessizliğinden faydalandığı tespitini buraya not düşmek gerekir. Kısacası, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun işgale uğramış adalar hakkındaki “istikşafı görüşmelerde ele alının aidiyeti belirsiz ada” yaklaşımı başta olmak üzere bazı yetkililerin karmaşık açıklamaları, Yunanistan’ın aslında ihlâl ettiği Lozan Antlaşması’nı, Türkiye’ye ait adaları işgalde fırsat olarak gördüğünü düşündürmektedir. Nitekim Eşek Adası’na Yunan bayrağı dikilmesinin Türkiye tarafından engellendiği 1999 yılından Yunan Genel Kurmay Başkanı’nın adaya çıktığı Aralık 2008’e ve hemen ardından da Yunanistan Cumhurbaşkanı’nın gelerek denize haç atma töreni gerçekleştirdiği 5 Ocak 2009 aralığında bir şeylerin değiştiği açıktır. Türkiye’deki Fetöcü terör örgütü yapılanmasının açığa çıkmasının Ege’de bir yerlerde hata yapıldığının anlaşılmasını da sağladığı varsayımını elde tutarsak Erdoğan’ın Lozan çıkışını bu hatanın telafisi girişimi olarak algılanmış olması mümkündür.
Azınlıkların Özel Statüsü
Burada iki ana unsuru belirlemek gerekir: Birincisi Yunanistan azınlıklar konusunda sadece Lozan hükümleriyle bağlı değil, ikincisi Yunanistan’ın azınlıkları sadece Batı Trakya’daki Türklerden ve hatta sadece Türklerden ibaret değil. Yunanistan’ın azınlıkları ve uygulanan ile uygulanması gereken hukuk meselesi mecburen ayrı bir makale gerektiriyor. Ana başlıklarla gidersek Yunanistan, 1913 Atina Anlaşması ve 1920 Sevr Anlaşması[5] hükümleriyle de bağlıdır. 1913 Atina Anlaşması, mülkiyet hakkını titizlikle ele alması, cemaat yönetimlerinin muhtariyeti, müftülerin seçimi, vakıfların yönetimi ve hatta İstanbul’la ilişkilerin sürdürülmesi bakımından dikkat çekicidir. 1920 Yunan Sevri’nin 8. Maddesi “Soy, din, dil azınlıklarına harcamaları kendilerine ait dini, içtimai müesseseler ve okullar kurma….” hakkı verirken etnik ve dil azınlıklarını da içermesi bakımından önemlidir. 9. maddesi ise azınlıklara verilen hakların “1 Ocak 1913’ten sonra katılan topraklar içindir”[6] ve “sonradan eklenebilecek topraklarda da geçerli olacağı” hükmü nedeniyle, Batı Trakya kadar Rodos ve Oniki Adalar için de bağlayıcı olması nedeniyle önemlidir. Üstelik Sevr Anlaşması’yla Yunanistan Millerler Cemiyeti’ne karşı yükümlülük altına sokulmuştur.
Bu noktada “Baş Müftü” meselesine açıklık getirmek gerekir. Batı Trakya Türkleri, Rodos’ta ve Dedeağaç’ta müftü seçimleri yapılamadığı için sadece Gümülcine ve İskeçe’de seçilmiş müftülere sahiptir ve baş müftülük seçimleri yapılamamaktadır. Erdoğan’ın “Baş Müftü” vurgusunun esasen şimdiki seçilmiş müftülerin tanınması ve bir sonraki aşamaya geçilmesi talebi olarak algılanması gerekir. Kanaatimizce en azından Yunanistan bunu böyle anladığı için üst düzeyde huzursuz olmuştur.
Bu konunun bam teli ise Batı Trakya dışında yaşayan Türklerin -ve haydi Yunanistan söylemini kabul edelim Müslümanların- statüsü meselesidir. Çünkü Yunanistan, Lozan’a sarılıp bahsedilen diğer iki anlaşmayı geçersiz kabul etmekle azınlık statüsünü de Batı Trakya bölgesi ile sınırlamış olmaktadır. Yunanistan’ın sonradan edindiği Rodos ve Oniki Adalar’daki Türkleri nasıl bir statüye koymak gerekir? Hâlbuki Atina Anlaşması’nın 3 nolu protokolü, azınlıklara ilişkin yükümlülüğünü Yunanistan’ın tüm toprakları için geçerli kılmaktadır. Yunan Sevri ise 1913 sonrası Yunanistan’a katılan ve katılabilecek tüm topraklar için bu yükümlülüğü yaymaktadır. Yani hükümler tüm azınlıklara tüm Yunanistan genelinde uygulanacaktır. Lozan Konferansı’nın 29 Aralık 1922 tarihli oturumunda Yunanistan delegesinin Atina Anlaşması’nın yürürlükten kaldırılması çağrısına aldığı “Yapılması söz konusu anlaşma (Lozan) Yunanistan’ın daha önceki hukuki yükümlülüklerin hiçbirini değiştiremez ve Konferans’ın bu çeşit yükümlülükleri kaldırma ya da doğrulama yetkisi de yoktur” cevabı Lozan’ın ruhunun anlaşılması bakımından önemlidir. Öte yandan Lozan’ın Son Senet’inde XVI. numara ile kayıtlı olan Protokol, açıkça “Lozan Konferansı’nda yapılan Barış Antlaşmasıyla öteki Senetlerin yürürlüğe konulmasının, Yunanistan’daki azınlıkların korunması konusunda Başlıca Müttefik Devletlerle Yunanistan arasında, 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr’de yapılmış Anlaşmanın yürürlüğe konulmasını gerekli kıldığı” kanısına varıldığını ifade etmektedir. Yani Protokol’a göre, Sevr’de yapılmış anlaşmanın onay belgesi, Lozan’ınkilerle birlikte sunulacaktır. Nitekim Yunanistan o güne dek onaylamamış olduğu Sevr Antlaşması’nı 29 Eylül ve 30 Elim 1923 tarihli tasdik belgeleriyle onaylamıştır.
Öncelikle Yunanistan’ın mahkeme kararlarında bile atıf yaptığı Atina ve Sevr Anlaşmaları’yla 1981’den itibaren kendini yükümlü görmemesinin makul bir açıklaması bulunmamaktadır. Ancak Lozan’a sarılmasının ardında da aynı zihniyet bulunmaktadır. Batı Trakya Türklerini dahi Müslüman Helenler olarak tarif eden bir yaklaşımın ülkesinde “azınlık” vasfına haiz olanları ve bunların haklarını olduğundan az göstermek istediği anlaşılmaktadır. Yunanistan’ın Rodos’ta ve Oniki Adalar’da yaşayan Türklere karşı da aynı yükümlülükleri taşıdığı açıktır. “Aynı” derken, Yunanistan’ın uygulamaktan imtina ettiği ama uluslararası anlaşmalarla tespit edilmiş hakları kastediyoruz.
Türkler denilince Mübadele döneminde Yunanistan’a gönderilen Türk Ortodoksları ve zaten orada yerleşik olan Gagavuzları da anmak gerekmez mi? Tüm anlaşmalar birlikte ele alındığında “soy ve dil azınlıkları” ifadesi, Osmanlı’nın halefi olarak Türkiye’nin –keza böyle hukuki devamlılık bağı kurulması bile gerekmez- Türk soylu bu kesimin haklarının takipçisi olacağı açıktır. Sonuçta Ortodoksluk dininin en önemli özelliği milli kökene yaptığı atıftır ve özgürlüğün varlığı da Ortodoksların kendi dillerinde ibadet yapıp yapamamasında kendisini gösterir.
Aynı şekilde Osmanlı’nın geride bıraktığı vatandaşları olan Arnavutlar meselesi de dikkate şayan değil midir? Türkiye’nin 2017 yılı Dış Politika Kitapçığında[7] Türk olmamalarına rağmen ilk kez Sancak Boşnaklarının haklarının takipçisi olunacağının ifade edildiğinin altını çizelim. Demek ki Türkiye Türkler dışındaki kesimlerin haklarını da artık takip etmektedir. Türkiye’deki Arnavut kökenlilerin önemli bir kısmının Yunanistan’daki soykırımdan kaçan Çamerya Arnavutlarından oluştuğunu hatırlatırsak bu soykırımın muhasebesinin Türkiye’nin boynunun borcu olduğunu düşünenler olmayacak mıdır?
Bu daire Ortodoks Arnavutlar(Arvanitler)[8], Makedonlar, Ulahlar şeklinde genişleyebilir… Azınlıklar meselesi, Yunanistan’ın sürekli ihlâl ettiği Lozan Antlaşması’nın dokunulmazlığını savunmasındaki ironiyi de anlaşılır kılmaktadır. Ne zaman, nasıl bir çıkış yapacağı kestirilemeyen bir lider görünümüyle Erdoğan’ın Yunanistan’da yarattığı şok ve huzursuzluk dalgası da henüz dile gelmemiş bu arka plan endişelerinde gizlidir.
(Bu makale ilk olarak Diplomatic Observer dergisinin Ocak 2018 tarihli 119. sayısında “The Lausanne Debate: A Turning Point In Turkish-Greek Relations” başlığıyla yayınlanmıştır)
[1] Turkey's Erdogan, in Greece, says border treaty unclear, 7 December 2017, https://af.reuters.com/article/worldNews/idAFKBN1E11CL
[2] Erdoğan: Lozan konusunda hala anlaşılmayan incelikler var, 7 Aralık 2017, https://www.ntv.com.tr/turkiye/erdogan-lozan-konusunda-hala-anlasilmayan-incelikler-var,Di8Z5ap8yEy3XmoDPVu99Q
[3] Yunanistan Savunma Bakanı: Erdoğan Lozan'ı istemiyorsa, Sevr'i verelim!, 1 Aralık 2016, http://haber.sol.org.tr/dunya/yunanistan-savunma-bakani-erdogan-lozani-istemiyorsa-sevri-verelim-177663
[4] Haritaları Türkiye kamuoyunun bilgisine sunan Eski Milli Savunma Bakanlığı Genel Sekreteri emekli Kurmay Albay Ümit Yalım’a minnettarlığımızı sunarız.
[5] Yunan Sevri, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya ve Yunanistan arasında imzalanmıştır. Osmanlı’nın imzaladığı Sevr ile bağlantısı bulunmamaktadır.
[6] https://www.batitrakya.org/bati-trakya/bati-trakya-hukuki-statu/yunan-sevri-10-agustos-1920.html
[7] http://www.mfa.gov.tr/site_media/html/2017-yili-basinda-dis-politikamiz.pdf
[8] Plaka, Atina’nın Arnavut semti olarak bilinir, burada kendi mahkemeleri bulunur ve işlemler Arnavutça yapılırdı. Bu durum 1940’lı yıllara kadar devam etmiştir. Murat Hatipoğlu, Yunanistan’da Tanınmayan Azınlıklar, ABTTF Yay., https://www.abttf.org/BilimselCalismalar/ResearchSerie4_TR.pdf