Çok değil daha 45 yıl evvel bir yumruk gibi birbirine kenetlenmiş ve kabus gibi üstüne çökmüş olan Rumlara karşı inanılmaz bir direnç gösteren Kıbrıs Türk halkı, şimdi darmadağın olmuş. Birileri bu yumruğu kırmış, toplumumuzu parçalamış, bizleri param parça etmiş sanki.
Kimi oturup AB’ye mektup yazar ve yıllardır arkamızda dağ gibi duran, adadaki varlığımızı pekiştiren ve toptan yok olmamızı önleyen, bize hayat suyu dahil her şeyi gönderen, eskilerin, atalarımızın deyimi ile “kendi yemeyip bize yediren” Türkiye’mizi şikayet eder, “bizi asimile ediyorlar” yaygarasını basar. Kimi Rum’a taparcasına bağlı. “Çözüm olsun da, varsın Rumlar bizi idare etsin, ikinci sınıf vatandaş olalım, Rumların kölesi olalım ” havasında ve düşüncesinde. Kimi, soyunu sopunu ve mezhebini unutmuş veya da inkar etmeyi tercih etmiş, “Biz Türk değiliz, Türkçe konuşan Kıbrıslıyız” gibi tarihsel gerçeklerle bağdaşmayan uyduruk bir düşüncenin peşine düşmüş. Kimileri de İlahiyat Koleji’nin KKTC’de kuruluşunu bir türlü hazmedememiş, kendilerinden başkalarının düşüncelerine saygı duymadan “Bizi İslamlaştırıyorlar” çığlıkları atmakta….
Bildiğiniz “Bremen Mızıkacılarına” dönmüşüz zaman içinde. Herkes başka havadan çalmakta.
Aklıma, 1970-73 yılları arasında Mağusa Sancağında Mücahitliğimi yaparken Tabur komutanımızın okumam için elime tutuşturduğu bir rapor geldi. Tabur komutanımız ağabeyimin okul arkadaşı kod adı ile Ziya komutan mıydı, yoksa 1974 Barış Harekatında, müthiş bir zeka, beceri ve bilgi ile Mağusa Savunmasını gerçekleştiren ve Rumları içeri sokmamayı başaran, buna ilaveten de Girne’den karaya ayak basan kahraman Mehmetçiklere karşı Mağusa’daki Rum Milli Muhafız Ordusundan takviyesi gitmesini önlemek için tedbirler alan, ani ve sürpriz saldırılar düzenleyip nefes aldırmayan kod adı ile Sadi (Yüzbaşı Oğuz Kalelioğlu) komutan mıydı pek hatırlamıyorum.
Raporun içeriği genelde 1950 yılında yaşanan Kore Savaşı ve özellikle de 26 Kasım günü başlayan ve 3 gün sonra 28 Kasım 1950’de biten Kunuri Muharabesi’ydi. Rapor sadece Türk Tugayı hakkında yazılmıştı ve Türk Tugayı ile Türk askerinin niye tüm olumsuzluklara rağmen başarılı olduklarının müthiş bir analiziydi. Raporu yazan da Amerikalı bir General, ABD’nin ünlü West Point Harp Akademisi hocalarından birisiydi.
Türk Tugayı’nın bölgeyi bilmemesi, iklime alışık olmaması, silah-cephane-telsiz iletişim, araç gereç imkansızlıklarına rağmen olağanüstü başarılı olmasını dile getiren aşağıdaki açıklamaların hepsi Türk Silahlı kuvvetlerinin savaşma gücünü, askeri disiplinini, cesaretini açıklarken, raporun içinde yer alan, içeriği nedeni ile gözden kaçması çok kolay olan bir başka bölüm ise benim çok dikkatimi çekmişti.
Türk askerlerinin savaşma gücünü, askeri disiplinini ve cesaretini en iyi dile getiren, savaşın başından sonuna kadar onlarla birlikte olan ve Türk askerlerinin “Kamil” diye hitap ettiği, gerçekte asıl adı Sang Ki Paik (okunuşu Pek Sang Ki) olan Koreli çevirmenin yazdığı kitap. Bu kitabın sonuç özetle “Türk askeri olmasaydı bugün Güney Kore diye bir ülke olmayacaktı” mealinde.
Kunuri zaferini İngiliz General Martin şöyle dile getirmiş “... Türkler 10’a karşı birle aslanlar gibi savaştılar. Türkler uzun süre bu şekilde düşmanla çarpışırken ve ölürken İngiliz ve Amerikalılar geri çekiliyorlardı. Mermisi kalmayan Türk askeri süngüyle yumrukla büyük bir zafer kazandı.”
Federal Alman “Abent Post” gazetesinin manşetinde “Kore muharebelerinin sürprizi Çinliler değil, Türkler oldular. Türklerin muharebelerde gösterdiği kahramanlığı anlatacak bir kelime bulmak şu anda mümkün değildir“ ifadeleri yer alırken, 8.nci Ordu Komutanı General Walker’in açıklaması ise “2.nci Tümenle beraber hareket eden Türk savaş birliği, gösterdiği kahramanca cesaretiyle dört gün devam eden geciktirme muharebeleri sayesinde ordunun sarılmasına ve parçalanmasına mani olmuştur” şeklinde olmuş. “Türk Tugayı olmasaydı 8.nci Ordu tamamen imha edilecekti” demek istemiş General Walker.
Ben zaten Mücahitlik hizmetimin ilk 3 ayındaki temel eğitimde, Türkiye’nin seçkin subayları tarafından çok zorlu bir eğitimden geçirildiğim için yukarıda yazılanları az çok hem biliyordum, hem de içimde hissediyordum. Benim söz konusu raporda dikkatimi çeken, çok başka bir yer olan “Hastane ölüm kayıtları ve gözlem raporu”ydu.
Rapora göre seferi hastaneye getirilen yaralı Amerikalı askerlerinin arasındaki ölüm oranı, hastaneye getirilen yaralı Türk askerlerinin arasındaki ölüm oranının neredeyse yirmi katıydı. Sonuç benim için çok ilginçti. Hastane personelinin, ilaç ve makine teçhizatının neredeyse tümü ABD menşeli olmasına rağmen ABD’li askerler arasındaki ölüm oranının çok yüksek, buna karşın Türk askerleri arasındaki ölüm oranının çok düşük olması belli ki, raporu yazan Generalin de ilgisini çekmiş olmalı ki, çok ciddi bir araştırma yaptırmış.
İşte benim için asıl önemli olan bu araştırmanın sonuçlarını okumam oldu. Sonuçlar diyordu ki;
- Türkler arasında rütbeye saygı en üst düzeyde. Komutan ölünce yerine yardımcısı veya bir alt rütbedeki subay geçiyor. Tüm subay ve astsubaylar ölse bile, komutan en kıdemli er oluyor ve birlik asla komutansız kalmıyor.
- Hastanede yatan veya tedavi gören yaralı Türk askerleri, yeni bir hasta veya yaralı Türk askeri gelince hemen onu kucaklıyorlar ve bağırlarına basıp, yaşaması için elden geleni yapıyorlar. Aralarındaki ast-üst hiyerarşisi hemen rütbeye veya kıdeme göre oluşturuluyor ve fire vermeden toplu yaşam mücadelesi hemen başlıyor.
- Amerikalı askerlerde ise bu uygulama yok. Yaralı asker, Türklerin yaptığı gibi sahiplenilmiyor ve kaderine terk ediliyor. Hasta veya yaralı bakıcıların yaşatabildiği kadar yaşıyor. Bu nedenle de ölüm oranı çok yüksek.
İşte içinde bulunduğumuz bu kritik günlerde, yazımın ilk bölümünde tanımlamaya çalıştığım paramparça durumdan ancak birlik beraberlik ve birbirimize duyacağımız saygı ile kurtulabileceğimizdir. 66 yıllık bu rapor hala benim için gerçekleri yansıtmakta. Aksi takdirde Amerikalı yaralı askerlerin akıbetine bir bir biz de uğrayacağız…