Şanlı Bahadır Koç Şanlı Bahadır Koç

Obama’nın Dış Politika Karnesi ve Mirası

01 Temmuz 2016
“ Obama'nın dış politika yetenek, felsefe, refleks ve oyun sistemi, "gerçekçiliği", güvenliği önceleyen ve "ayağını yorganına göre uzatan" mütevazi dış politikası aslında ABD gibi bir hegemon için değil de tam da Türkiye gibi orta boy büyüklükte bir ülke için çok daha uygun olabilir. „
Obamanın Dış Politika Karnesi ve Mirası

Tarih kitaplarında belki hak ettiğinden daha fazla yer ve övgü alan John Kennedy topu topu bin (1000) gün başkanlık yapmıştı. Barack Obama ise şimdiden bunun 2.5 katından fazla süre ABD’nin liderliğini yürüttü. Obama’nın gelecek nesiller ve tarihçilerce nasıl görüleceğini bilmek için elbette henüz erken. Bu yazıda görev süresinin bitimine yaklaşık 250 gün kalan Obama’nın dış polikasıyla ilgili genel değerlendirmeler yapmaya çalışacağız. Obama göreve gelirken tahmin ettiğimiz üzere büyük ölçüde liberal ve realist okulların arasında ve daha çok gerçekçilere yakın mütevazi bir dış politika izledi. İnsansız hava araçları ve özel kuvvetler bir yana bırakılırsa büyük çaplı askeri harekatlara mesafeli durdu. Bunun bir istisnası Afganistan’a yönelik asker artırımı olabilir. Arap Baharı’nın başlangıcında demokrasi promosyonu konusunda bir parça heyecanlansa da bu konuda giderek daha kontrollü ve belki de ürkek denebilecek bir pozisyona geldi. Orta Doğu’da heba edilen bu fırsatın kaçması sadece Obama’nın kapısına bırakılamayacaksa da yaşanan başarısızlıkta onun da sorumluluğu olduğu kolaylıkla iddia edilebilir. Obama liderliğinde ABD’nin küresel pozisyonunun genel anlamda zayıfladığı iddia edilebilir. Çin’e yönelik endişelerin artması bu bölgede birçok ülkeyi ABD ile daha yakın işbirliğine itiyor ve bu nedenle Asya ABD gerilemesine önemli bir istisna olarak görülebilir. Ama onun dışında Orta Doğu ve Avrupa’da ABD etkisinin azaldığını söylemek yanlış olmaz. Yunanistan krizinde ABD’nin telkinlerine karşılık fırlatılan çok da dostça olmayan soğuk bakışlar bunun önemli bir temsili örneği olabilir. Çin ve Rusya’nın etkisinin genelde ABD aleyhine arttığı iddia edilebilir. ABD’nin birçok müttefikinin Washington ile ilgili şikayeti ancak Bush döneminde bundan belki biraz fazlaydı. ABD ekonomik artık sistemi 10 sene önceki kadar popüler değil. ABD ile özdeşleşen fikirler (demokrasi, serbest ticaret, finansal liberalizasyon, küreselleşme) sadece dünyanın geri kalanında değil ABD’nin kendisinde bile ciddi gerileme yaşıyor. Dünyada otoriter devletlerin etkisi ve daha da önemlisi aralarındaki işbirliği artıyor. Bu dediklerimize dair birçok ters örnek gösterilebilir tabii ama ABD’nin küresel pozisyonu genel anlamda ilerleme kaydetmiyor. Bu geçici bir durum olabilir ve bu gerilemede Obama’nın etkisinin sınırlı olduğu da iddia edilebilir belki ama bugün görünen durum bu.      

Barack Obama büyük umutlarla başkan oldu. Göreve geldiğinde ABD büyük bir ekonomik kriz içindeydi, işsizlik %9’lara tırmanmıştı, finans sektörünün üzerinde kara bulutlar dolaşıyordu. Irak ve Afganistan ABD’nin ekonomik, askeri, siyasi ve psikolojik kaynaklarını ve kendine güvenini tüketiyordu. Çin kendinden emin ve güçlü adımlarla “geliyordu”. Bugün durum biraz farklı: ABD ekonomisi bölüşümle ilgili problemlerine rağmen gelişmiş ekonomiler içinde en azından büyüme performansı açısından nispeten en canlısı. İşsizlik %5’in altında, finans sektörü ile ilgili şikayetler devam ediyor olsa da durum 2008-9’la kıyaslanamayacak kadar iyi. Irak’tan (sonra IŞİD nedeniyle sınırlı olarak geri dönülse de) çekilindi, Afganistan’dan da çekilinmek üzere (ama burada Taliban tekrar güçlendi). El Kaide lideri öldürüldü ama şimdi de IŞİD var. “Arap Baharı” hüsranla sonuçlandı ve bölge başta Suriye olmak üzere savaş alanına döndü. Bu arada müttefik Avrupa avro krizi, sınırlar, mülteciler, Yunanistan, Kuzey-Güney çekişmesi, tedirgin eden Rusya’ya karşı ortak politika oluşturmada zorlanılması, terör, Brexit ihtimali, yükselen aşırı sağ gibi bir seri problem, zorluk ve riskle karşı karşıya ve bunlara karşı ABD’nin rolü ve etkisi geçmiştekinden ve kendinden beklenebilecekten çok daha sınırlı. Bu arada Çin ekonomisi yavaşladı ama içeride baskı ve dışarıda milliyetçi adımlar arttı. Rusya ekonomisi zayıflasa da yakın bölgesinde ve O. Doğu’da askeri aktivizm içinde kaybettiği mevzilerin bir kısmını geri aldı. ABD’nin O. Doğu’daki 3 önemli müttefiki (S. Arabistan, İsrail ve Türkiye) ilişkisinde azımsanmayacak fikir ayrılıkları ve hatta çatışmalar var. İran ile yapılan anlaşma belli bir süre için savaş ve İran’ın nükleer kapasiteye ulaşması ihtimalinin önünü kapadı ama bu arada İran’ın bölgede önünü açtı ve kendine güvenini arttırdı. ABD Suriye ve kısmen Ukrayna’da önemli ölçüde pasif ya da geç kaldı ve kendinden beklenen liderliği gösteremedi. Devletler kendilerini ABD sonrası dünyaya hazırlamaya çalışıyorlar. Bazı hasımlar da Obama döneminin gevşek disiplinin kendilerine yarattığı imkanları “daha vakit varken” olabildiğince değerlendirmek istiyorlar. Obama’dan sonra gelecek başkanın kendilerin karşı daha az müsamahakar olacağını varsayarken haksız olmayabilirler. Ayrıca önümüzdeki 8 ayı da dramatik bazı hamleler yapmak için kullanma ihtimalleri de var.

Obama’nın karnesine bardağın dolu ve boş taraflarından bakılabilir. Obama’ya Bush’un kendisine “kötü bir el bırakması”ndan hareketle kısmen sempati ve hoşgörü de gösterilebilir. Bazı kısmi başarılara işaret edilebilir. Ayrıca bazı uzun dönemli trendlere bakılarak ABD’nin ekonomik, siyasi ve askeri gücünün nispeten azalmasının Obama olsun olmasın kaçınılmaz olduğunun altı çizilebilir. Ama tüm bunlara rağmen Obama’nın dış politikasında çok yüksek not vermek kolay olmaz. Obama'nın dış politika yetenek, felsefe, refleks ve oyun sistemi, "gerçekçiliği", güvenliği önceleyen ve "ayağını yorganına göre uzatan" mütevazi dış politikası aslında ABD gibi bir hegemon için değil de tam da Türkiye gibi orta boy büyüklükte bir ülke için çok daha uygun olabilir. Obama’nın zihniyeti Türk dış politikasının “başına geçse bir iki transferle bu Anadolu takımında ligin tozunu attırabilir.” Ama kısmen inişte olsa da ABD gibi küresel güvenlik, finans, ticaret ve hukuk sisteminin işlemesinde ciddi çıkarı olan bir ülkenin birçok konuda Obama’nın gösterdiğinden daha fazla liderlik yapması, öne çıkması ve risk alması beklenir. Başta Avrupa olmak üzere birçok müttefikten daha fazla katkı yapmalarını istemek anlaşılabilir. Bu tam gelmediğinde bir parça hayal kırıklığı yaşamak da. Ama küresel bir hegemon bölgesel ve küresel sorumluluklarından “bu kadar çok ve hızlı” şekilde kaçmamalıydı. Evet, ABD hep bir numara olmaya devam etmeyecek ve içeride “illa bir numara olmalı mıyız, biz bu işten gerçekten karlı çıkıyor muyuz?” sorularının sorulması da anlaşılır ve meşrudur. Ama hegemon tahtı dünya buna siyasi, askeri, ekonomik ve belki de en önemlisi psikolojik olarak hazırlanmadan boş bırakılmamalıydı. Obama’nın kendisi buna liderlik yapmaya devam ettikleri birçok örneği göstererek karşı çıkabilir. Ama Suriye’den Ukrayna’ya tersi örneklerin sayısı görmezden gelinemez.

Obama’nın ABD’nin dünyaya yönelik bakış ve politikasını azımsanmayacak şekilde değiştirdiği söylenebilir. Elbette bunda daha az başarılı olduğu, hiç olmadığı ve belki zaten değiştirmeye niyetlenmediği yönler de var. Sonuçta değişim hep bir derece, algı, süreç ve bağlam meselesidir. Politikada yapılan tüm değişimler bilinçli ve planlı değildir. Bazıları ancak ileride “dikiz aynasından geriye bakıldığında” anlaşılabilir. Hatta bu durum yeni politikanın planlayıcı ve uygulayıcılarının kendisi için bile böyledir. Bazı değişimler kalıcıdır ama genelde geri çevrilmeye açıktır. Bazı değişimler zaten kaçılmazdır, şartların, trendlerin, süreçlerin, güçlü tarihi akıntı ve rüzgarların sonucudur ve dümende başkası olsa da –aşağı yukarı- benzer şekilde gerçekleşecektir zaten. Bazılarıysa lider kadronun ve hatta sadece liderin zihniyet, karakter, yetenek, geçmiş ve tercihlerini yansıtır. Bu bazılarına muğlak ve genel gelebilecek girizgahı yapmak anlamsız gelebilir ama değildir. Siyaset, diplomasi, “dünya politikası”, devlet adamlığı ve hatta genel olarak insanlık üzerine düşünen ve çalışan gözlemci, analist, alim, tarihçi ve pratisyenlerin değişim –ve süreklilik!- üzerine teorik demeyelim ama bir parça soyut kafa yormaları faydalı ve hatta gerekli olabilir. “Obama’dan sonra ABD “dönecek mi tekrar”? Kısa süreliğine belki. Hillary Clinton’un dışişleri bakanlığı yaptığı sırada kayda değer bir başarısı olmamış olsa da, seçilmesi halinde en azından dosyalara hakim olarak geleceğini varsayabiliriz. Seçilme ihtimali en fazla ikinci aday olan Donald Trump içinse bunu söylemenin imkansız olduğu açık. Trump’ın söylediklerinde birçok boşluk, sakatlık ve hatta tehlike olsa da, son tahlilde büyük ölçüde ABD dış siyasetinde Andrew Jackson ile özdeşleşmiş milliyetçi ve tek taraflı damarla benzerlikler taşıyor. Partisinin adayı ve hatta başkan olması bir şaka ve uzak bir ihtimal olmaktan çıkıp ciddiyet kazanmaya başlayan Trump’ın Mayıs ayı başı itibariyle Başkan olma şansı yine de %30’dan fazla değil. Trump’ın Hispanikler ve kadınlara yönelik sözleri nedeniyle bu gruplardan çok fazla oy alması şu an için düşük ihtimal görünüyor ve bu da aday olsa bile seçimi kazanma şansını azaltıyor ama bu yılki gerçekten alışılmışın çok dışında bir seçim ve ne olacağı hakkında keskin tahminler yapmak akıllıca değil.  Kampanya sırasında köprülerin altından daha çok sular akacak ve bu durum değişebilir. Dış politika ekibini daha yeni kurmaya başlayan Trump’ın seçilirse dış politikada neler yapabileceğini ayrıntılı olarak tartışmak için biraz daha beklemek gerekecek. Son olarak, içeride olduğu gibi dışarıda izlediği politikalar vasıtasıyla da, Obama’nın Trump’ın yükselişinde dolaylı rol oynadığı iddiasını hatırlatalım. Ve ilginç bir şekilde, aralarındaki “milyonlarca farka” ve tarzları arasındaki uçuruma rağmen Trump ile Obama arasında dış politikada bazı enteresan benzerlikler olduğuna işret edenlerin tam haksız olmadığını söyleyelim. Seçilirse Trump da –elbette kendine özgü şekilde- ABD’nin dünyadan çekilmesi sürecini devam ettirebilir ve belki de hızlandırabilir. Ama tabii aslında bir Trump başkanlığının NATO’dan Rusya ile ilişkilere, Asya’daki ittifak ilişkilerinden İran nükleer anlaşmasına nasıl sonuçları olacağını düşünmek bile korkutucu.      

Obama Orta Doğu’dan kısmi ve belki de geçici olarak ABD’yi çekerken yaşanabilecek bazı olumsuz ihtimalleri öngörmemiş olamaz ama bunlara karşı yeterince önlem aldığını söylemek de kolay değil: “Sen çekildiğinde” geride bıraktığın boşluğu, 1) bölgedeki başka devletler (İran) doldurabilir, 2) bölge dışı büyük aktörler (Rusya, Çin ve hatta Hindistan) devreye girebilir, 3) bölgedeki belirsizlik, şiddet, istikrarsızlık artabilir, eskiden iyi-kötü yürüyen devlet sistemi çökebilir. ABD bir süre sonra, içerdeki kendi ulus inşasını sonuçlandırıp geri döndüğünde bölgeyi tanınmayacak şekilde değişmiş görebilir. Belki bu listeye yerel müttefiklerinin sadece bölgesel konularda değil onu aşan konularda da (finans, savunma teknolojileri) kendilerine yeni ortaklar ve angajmanlar bulmaları ihtimali de eklenebilir. Şu anda henüz o noktada olduğumuzu iddia etmiyoruz ama mesela Suudiler ABD güvenlik şemsiyesine artık bel bağlayamayacakları sonucuna varırlarsa o durumda belki paralarını da bu kadar büyük oranda ABD finansal kağıtlarında tutmak zorunda hissetmeyebilirler kendilerini. Bunun kolay, hızlı ve hatta mümkün olacağını iddia etmiyoruz ve Suudiler belli bir miktarın üzerinde para çekmeye başladıklarında ABD’nin de buna karşı “münasip” adımlar atmaması şaşırtıcı olur ama işte bu tür senaryolar artık düşünülemez değildir.

ABD’de Orta Doğu’ya baktığında sadece sorun, yük, maliyet ve yıkım gören geniş bir kitle var. Böyle düşünmek kısmen anlaşılabilir, özellikle de ABD kendi petrolünü kendi üretmeye başladıkça bu perspektifin güçlenmesi neredeyse kaçınılmazdır. Ama, petrol fiyatının uluslar arası piyasada belirlendiği gerçeğini bir yana koysak bile, bölgede başat aktör olmanın küresel ABD hegemonyasının en önemli unsurlarından biri olduğu gerçeği ıskalanmamalı. ABD Orta Doğu’da sadece “alelade büyük bir güç” olursa bu onun küresel anlamda da sıradanlaşmasını beraberinde getirebilir. ABD bölgede tek tabanca olmanın törensel, psikolojik ve hegemonik rantını yemektedir. ABD Orta Doğu’da başat aktör olmaktan çıksa bile hala çok önemli kartları olmaya devam edecektir elbette ama bu durumda diğer büyük güçlerle arasındaki fark niteliksel olmaktan çıkıp sadece niceliksel olmaya inebilir. Dünyada sermayenin ne olursa olsun ABD’ye akmak için yollar ve nedenler bulması bu ülkenin sadece ekonomik fundamentallerinin bir sonucu değildir. ABD’nin dünyanın en büyük gücü olduğu ve öyle kalmaya devam edeceği düşüncesi de direk değilse bile dolaylı olarak bu tür kararları etkilemektedir. ABD savunmaya, Orta Doğu’daki aktif veya pasif askeri konuşlanmasına ciddi kaynak harcıyor doğru ama, eğer yukarıdaki tahlilimiz doğruysa, örneğin doların başat rezerv para olmasının ABD ekonomisine yaptığı katkı, ona verdiği imkanlar ve manevra alanının getirisinin bundan daha fazla olduğu rahatlıkla iddia edilebilir. Orta Doğu bölgesi, her birinde en az bir büyük gücün olduğu Avrupa, K. Amerika ve K. Doğu ve G. Asya’dan farklı olarak yerel bir büyük gücün olmadığı ekonomik anlamda önemli tek bölgedir dünyada. Buraya hakim, ya da en azından burada belirgin derecede etkin olmadan küresel süpergüç olmak mümkün olmayabilir. Ayrıca, burada yıllar önce yazdığımız gibi, “dünyanın gözü önünde olan bu bölge”deki performansınız başka bölgelerde de “ dost ve düşman” yakından izlenmektedir. Siz Orta Doğu’daki taahhütlerimi ve varlığımı azaltıp biraz Asya’ya ağırlık vereyim diye düşünürken oradaki müttefikleriniz, “bu Amerika Suudileri ve diğerlerini ortada bırakıyor, demek ki yarın aynısını bana da yapabilir” diyerek düşünebilmektedir.

Obama, belki biraz abartılı ve kısmen basitleştirerek ifade edersek, hem bölgesel ülkelerin hem de daha az derecede olmak üzere bölge dışı büyük aktörlerin Orta Doğu güvenliğine daha fazla katkı yapmalarına açık olmuştu. Ama İngilizce’den bir ifade ödünç almaya izin varsa, “ne istediğine dikkat et, çünkü onu elde edebilirsin.” Evet İran şu anda IŞİD’e karşı mücadelede Irak ve Suriye’de aktif bir rol oynamaktadır ama bu belanın ortaya çıkmasında da önemli bir rolü vardır bölgede uyguladığı sekteryen politika nedeniyle. Bölge dışı aktörler de Orta Doğu’ya daha görünür ve etkin bir şekilde gelirlerse burada ne olması ve yapılması gerektiği konusunda ABD’nin kendilerine vereceği senaryo, sınır, rol ve adımların oldukça dışında fikirlere sahip olmaya başlayabilirler. Bunun pratikte ne anlama gelebileceğini ise Rusya’nın son sınırlı ve mütevazi hamlesiyle kısmen görmüş olduk. Orta Doğu büyük güçlerin kalabalıklaştığı bir yer olursa bundan aralarında anlaşarak düzen ve disiplin çıkacağını düşünenler olabilir ama bu büyük devletler arasındaki rekabetin vesayet savaşlarına yol açması bizce en azından ilk başta daha yüksek ihtimaldir. Nükleer anlaşma İran’ı bölgede yatıştırmak dursun ona daha fazla kaynak ve özgüven vererek birçok açıdan daha agresif hale getirdi. Ülkenin içinden zamanla yumuşayacağı umulabilir ama şu an bu konuda çok iddialı olmak mümkün değil. İsrail-Filistin barış sürecinde döneminin sonu yaklaşırken Obama’nın gösterebileceği neredeyse hiçbir başarı ve hatta ilerleme yok. Netanyahu Obama’yla istediği gibi “oynadı”, “raconunu –hem de defalarca – çizdi” ve bunun için bir bedel ödemedi. İran anlaşması İsrailli lidere rağmen gerçekleşti ama kısa ve orta vadede aslında İsrail’in buna itirazı olmamalıydı zaten. Ayrıca İsrail ABD’den rekor yardım ve silah almaya devam ediyor.

Obama ilk önemli gezisini Türkiye’ye yapmış, bu ülkeye bölge stratejisinde önemli bir yere koyacağının işaretini vermişti. Bir süre boyunca en çok görüştüğü liderlerden biri Erdoğan oldu. Ama “günün sonunda” gördüğümüz nedir? ABD PKK’nın Suriye şubesine göz göre göre çok ciddi askeri yardım yapıyor, Suriye’de –İncirlik kullanılıyor olmasına rağmen- ciddi bir işbirliği yok. Arap Baharının başlangıcında Obama Erdoğan’dan ciddi şekilde etkileniyor gibiydi. Ama sonra farklılıklar önce ortaya çıktı, sonra derinleşti. Anlaşılan Obama Türkiye’nin Suriye konusunda daha aktif ve cesur olmasını bekledi ama Türkiye kısmen anlaşılır bir şekilde “ortaya sürülen piyon” olmama psikolojisiyle buna direndi. Türkler o sayısız zirve, görüşme ve ziyarete rağmen hala bölgeyle ilgili aynı dili dahi konuşuyor değiller. Obama, sonradan o da bir tür fiyasko olsa da, Libya’da İngiltere-Fransa ikilisinin oynadığı rolü Suriye’de Türkiye-S. Arabistan ikilisinin oynamasını bekledi. Ama bu rol bu ikiliye biraz fazla geldi. Arada güven, iletişim ve görev paylaşımı problemleri yaşandı. “Acaba Türkiye biraz daha cesur olsa işler farklı gelişebilir miydi” meşru ama cevabını muhtemelen hiçbir zaman bilemeyeceğimiz bir soru olacak. Ama Türkiye’den bağımsız olarak Obama Suriye’nin bölgenin önemsiz bir taşrası olduğunu ve burada önemli bir çıkarı olmadığını düşünmekle önemli bir hata yaptı. Suriye petrolü olmasına rağmen coğrafi konumu, tarihi ve etnik/dini yapısı nedeniyle bölgenin belki Irak’tan bile daha merkezi bir ülkesi. Suriye’deki yangının kendi haline bırakılırsa Irak, Türkiye, Lübnan başta olmak üzere tüm bölgeye yayılacağını görmek için çok sofistike bir zihne sahip olmaya gerek yoktu. Ve Obama vasıtasıyla anlaşılan böyle bir beyne sahip olmak da bu tür bir hata yapmaya engel değildi.  

Obama kendisinden sonra gelen başkanın dış politikasını nasıl etkileyecek? Bunun derecesi hakkında kesin tahminde bulunmak akıllıca olmayabilir. Çünkü bu etki muhtemelen farklı, karmaşık ve bazen de çelişkili şekillerde olacak: 1) Clinton seçilirse, en azından bir süre, seçim kampanyasında desteğine ihtiyaç duyacağı selefi Obama’dan farklı izlediği politikaların sayısını ve bu farklılığın derecesini sınırlı tutmak zorunda kalabilir/isteyebilir. 2) Ayrıca Obama henüz sonuçlanmamış bazı mesele, politika ve girişimleri ardılına devredeceği için yeni politikaları şekillendirmiş,  takvime bağlamış, taahhüt altına girmiş, “sefere koymuş”, sınırlamış ve etkilemiş olacak. Yani halefinin elinde “boş bir sayfa” olmayacak. Unutmayalım, Obama’nın da olmamıştı. Sonuçta dünya ve tarih dört yılda bir 20 Ocak’ta kurulmuyor. 3) Clinton kazanırsa Obama ile beraber çalışmış birçok kişi yine önemli pozisyonlara gelecek. Bu politikalarda, abartılmaması gerekse de, bir devamlılık sağlayabilir. Öte yandan Demokrat Parti’nin içinde ve yakınında Obama dış politikasına mesafeli ve hatta eleştirel duran çevreler de var. Clinton’un bu gruptan ne kadar personel seçeceğini izlemek de gerekecek. 4) Cumhuriyetçiler kazanırsa hem eğilimleri bu yönde olduğu için ama aynı zamanda psikolojik olarak koşullandıklarından birçok konuda Obama’nın yaptığının tam tersini ya da en azından oldukça farklı şeyler yapmak isteyecekler. Ama bunun genelde düşündükleri kadar kolay olmadığını görecekler. 5) Clinton seçilirse bir süre sonra giderek daha fazla Obama’dan farklılığını ortaya koymaya çalışabilir, özellikle Suriye ve Rusya bu konuların başında yer alabilir. 6) Bazı konularda Obama’nın kişisel tercih ve kararları önemli olduysa da, aslında ABD Başkanı önemli ölçüde ülkede dış meselelere yönelik oluşmuş atmosfer, psikoloji ve kamuoyu eğilimlerine paralel bir dış politika yürüttü. Bu hava, bazı açılardan kısmen değişse bile, bir anda ve tamamen kaybolacak değil. 7) 5. madde ile kısmen çelişen genel kabul gören bir teori de şudur: Başkanlar göreve geldikten hemen sonra değişik şeyler yapmaya en istekli -ve belki de muhtaç- olurlar. Ama zamanla kendilerinden önce gelen ve belki kampanya sırasında eleştirdikleri politikaların çok da yanlış olmadığını ve/veya yanlışsalar bile bunları öyle değiştirmenin kolayca ve maliyetsiz şekilde gerçekleşmeyeceğini anlarlar.   

Belki denebilir ki, Obama’nın bazı politikaları Bush’un yarattığı enkaza ve ekonomik krize tepkiydi ve zaten sürekli olarak uygulanmak için değil tarihin o “anının” gerektirdiği için tercih edilmişlerdi ve şimdi artık 1) ekonomik kriz geride kaldığı (ya da artık bir şekilde yarı-kalıcılaştığı ve kanıksandığı) için, 2) Irak ve Afganistan’daki durum (hiç parlak olmamakla beraber) 2007-8 ile kıyaslanacak durumda olmadığından, ve 3) aktivist dış politikanın ne kadar başarısız, maliyetli, sorunlu olduğu kısmen unutulduğu için, Obama’nın başlattığı kısmi, selektif, şartlı ve geçici “stratejik geri çekilme”den belki vazgeçilebilir artık. Ayrıca görüldü ki, 4) geri çekilme bazı maddi ve personel kayıplarını önlese ya da azaltsa da, dolaylı olarak başka bazı siyasi maliyetler, belirsizlikler ve riskler yaratıyor. Bugün Suriye’nin dolaylı ama yadsınamaz etkisi nedeniyle AB’nin geleceğinin bile tartışılır hale geldiği kolaylıkla iddia edilebilir. İran’ın bölgede artan etkisi, Suriye’den bölgeye yayılan istikrarsızlık, IŞİD’in doğuşu ve yükselişi Obama daha güçlü, caydırıcı, müttefiklere güven veren ve belki müdahaleci politikalar uygulasaydı da gerçekleşecekti zaten diyenler olabilir ama buna iştirak etmek kolay değildir. Obama daha köşeli politikalar izleseydi bugün bazı başka problem, yük, maliyet ve başarısızlıklardan konuşuyor olacaktık ama bölgede İran, Rusya, IŞİD ve ve şiddet uygulamaya eğilimli diğer radikal grupların etkisi çok muhtemelen bu kadar olmayacaktı. “Arap Baharı” denen şeye ABD daha sağlıklı, güçlü ve kalıcı bir destek verseydi de sorunlar bitmeyecekti (çünkü bu bölgede sorunlar hiç bitmez) ama gelecekle ilgili umutlu olmak için daha fazla neden olabilirdi. Tarihi geri sarmak ve bu sefer farklı davranmak mümkün olmayacağı için bunlar boş ve en azından kısmen haksız spekülasyonlar olarak görülebilir. Ama Obama’yı takip edecek lider ve kadrolar da ileride ne yapacaklarına kısmen bu tür sorulara verdikleri cevapların etkisiyle karar verecekler.      

ABD gibi bir ülke artık güvenlik anlamında hegemon olmanın yüklerini ve sorumluluklarını taşıyamadığı/taşıyamayacağını düşünebilir. Ama durum buysa da onun yerini neyin, nasıl, hangi hız ve safhalarla alacağının müttefikler ve hatta hasımlarla tartışılması gerekirdi. Obama dünyayı ABD sonrası dünyaya hazırlama gibi bir grevi olduğunun farkında değil gibi davrandı. Ayrıca zaten kamuoyunun eğilimleri bir tarafa, ABD elitinde Obama’nın ABD çıkar, sorumluluk ve tehdit algısını daha sınırlı ve mütevazi şekilde yorumlama tercihine yeterince destek olduğu söylenemez. Bir sinik bu duruma, elitlerin hem hegemonyanın nimetlerinden Amerikan halkının geri kalanına göre daha fazla duygusal ve maddi rant yediğini, hem de bunun külfetlerini daha çok Amerikan halkının sırtına yıktığını söyleyerek cevap verebilir ve haksız da sayılmaz. Ama ABD siyasetinde görülen tüm popülist öfke dalgasına rağmen elitlerin dümeni tam olarak kaybettiklerini iddia etmek de yanlış olur. Bu standartların dışında bir Başkanlık seçimi oluyor ve bu yüzden bu işi profesyonel olarak yapanlar bile sık sık çuvalladılar ama bugün görünen Hillary Clinton’un seçimi kazanmasının oldukça yüksek bir ihtimal (%70?) olduğu yönünde. Clinton adaylar içerisinde elitlere belki de en yakını. Demek ki, en popülist dönemde bile yine elitlerin adayının kazanması hala referans senaryo. Ama tabii mevcut memnuniyetsizlik, kızgınlık ve kısmen aşırılık dalgasının bir kerelik ve geçici bir şey olduğunu düşünmek için daha erken. Avrupa başta dünyanın geri kalanında görülen trend dikkate alındığında tersinin daha ciddi bir ihtimal olduğu düşünülebilir.          

Yorumlar