Türkiye’nin Musul ile ilgili endişe, iddia ve eylemlerinde birçok haklı, makul ve gerekli noktalar vardır ama yine de Iraklı seçilmiş liderlerle ağız dalaşına girmenin, bu ülkede Türkiye aleyhtarlığını arttıracak ya da öyle sunularak kullanılabilecek bir söylem, görüntü ve tarz tutturmanın Türkiye’nin çıkarlarını korumak için en iyi yol olduğu şüphelidir.
Türkiye PKK’ya karşı, başka şeylerin yanında, bu örgütün Irak topraklarındaki varlığı, burayı kaçış, korunma, dinlenme, eğitim, planlama, propaganda ve saldırıları için sıçrama tahtası olarak kullanabilmesi nedeniyle bu örgüte karşı kalıcı başarılar kazanamamış ve çok önemli kayıplar vermiştir. Türkiye Irak’la önemli uzunlukta sınıra sahiptir. Bu ülkenin özellikle kuzey bölgesinde insanlar güvenlik nedeniyle bir başka ülkeye gitme ihtiyacı duyduklarında bu genelde Türkiye olmaktadır. Türkiye’nin hukuki olarak Irak topraklarında hak iddia etmesi söz konusu değilse de burada yaşananlara ilgisiz ve tepkisiz kalması düşünülemez. Türkiye’nin Irak’la önemli ekonomik ilişkileri vardır ve bunlar potansiyel olarak çok daha önemli boyutlara gelebilir.
Suriye’de yaşananlarla beraber düşünüldüğünde Irak’ın da gelecekte tek parça kalmaya devam etmeyebileceğinden şüphelenmek komşu ülke Türkiye için anlaşılmaz değildir. Bu iki ülkenin kuzey bölgelerinde PKK ile organik, hiyerarşik ve çok boyutlu ilişkisi olduğuna şüphe olmayan grupların elde ettiği askeri ve coğrafi kazanımların Ankara’yı rahatsız etmesi ve bunlara karşı önlemler almaya çalışması doğaldır. Ayrıca ABD’nin PKK ve türevlerine yönelik politika, uygulama ve söylemleri de kaygı vericidir. İran’ın Irak ve Suriye’de kazandığı mevzileri de buna katarsak Türkiye’nin Irak’ta aktif olma isteği anlaşılabilir. Bunların da ötesinde Irak ve Suriye’deki Sünni nüfusun sayılarının ve tarihlerinde sahip olduklarının çok daha altında temsil, güç, güvenlik, etki ve kendine güvene sahip olmalarından endişe etmek için ille de “Sünnici” olmak gerekmez. Iraklı Şiiler ülkedeki Sünnilere karşı sistemli ve kapsamlı bir sindirme politikası uygulamışlardır ve IŞİD’in ortaya çıkma ve “başarılı olması”nın bu durumdan bağımsız olduğu iddia edilmez. Ayrıca Irak’taki Türk askeri varlığının IŞİD’e karşı savaşan unsurları eğitmek amacı taşıdığı, bunların Bağdat’la zamanında yüzde yüz değilse bile önemli oranda koordine edildiği, onların bilgisi ve onayı dahilinde gerçekleştiği de söylenebilir. Son olarak dünyadan yakın uzak bir çok ülke Irak’ta bayrak gösterir ve aktif olurken Türkiye’nin dışlanmaya çalışılması kabul edilemez.
Ancak tüm bunları söyledikten sonra, toprakları üzerinde gösterdiği egemenlik ne kadar sınırlı, seçici ve ve belki de geçici de olsa Irak’ın topraklarında bu ülkenin hükümeti, meclisi ve kamuoyunun hilafına uzun süre kalmanın zorluk, risk ve bedelleri de olacağı da açıktır. Iraklı liderler, kendi başlarına ve ya İran ve/veya ABD’nin fişeklemesiyle veya iç siyasetteki rakipleriyle girdikleri köşe kapma yarışının neticesinde Türkiye’ye “salvolar göndermeyi” çekici buluyor olabilirler ama buna karşı koymanın yolu Türk kamuoyunun hoşuna gideceği düşünülerek kontrolsüz sert mesajlar vermek olmamalıdır. Türkiye, yukarıda sayılan ve düşünülürse yenileri de eklenebilecek argümanlarını sinirlenmeden, tane tane ve anlaşılır bir Arapçayla Irak hükümeti, siyasi oyuncuları, Irak halkı, bölge aktörleri ve burada at oynatan dış aktörlere anlatmalıdır. Ankara’nın Irak’ın güvenlik ve geleceğine ilgisiz kalamayacağını, Türk güvenlik güçlerinin “bir çağırılıp bir gönderilemeyeceğini,” bunun iyi komşulukla bağdaşmayacağını, Irak’taki durumun olağanüstü olduğunu, Türkiye’nin geçmişte birçok kez Irak’a ve Iraklılara yardım ettiğini, Ankara’nın Irak’ın topraklarında gerçekten hiçbir gözü olmadığını, burada meşru güvenlik çıkarları olduğunu, iki ülke liderlerinin medya üzerinden birbirlerine sert ve yakışıksız mesajlar göndermesinin iki tarafa da yarar sağlamayacağını belirtilmelidir.
Bu yaklaşım hemen, tamamen ve tek başına yeterli olmayabilir ama tersi yöntemlerin Türkiye’yi hem uluslararası hukuk, siyaset ve görüntü olarak zor durumda bırakabileceği açık olmalıdır. Ayrıca Irak milliyetçiliğinin Türkiye aleyhtarı temelde şekillenmesinin de bize faydası olmaz. Türkiye aynı eylemleri çok daha az "çirkin" bir görüntü ile de uygulayabilir. İç kamuoyuna mesaj vermek politikacılar için dünyanın her yerinde çekici bir uğraş ve amaç olmuştur ama bunun somut dış politika ve güvenlik bedelleri olabileceği unutulmamalıdır. Orta Doğu diplomasisinde ekmeğimizi taştan çıkarmak zorunda olduğumuz, kimsenin burada bize bedavadan ya da kolaylıkla bir şey vermeyeceği, gerekli gördüğümüz noktalarda gücümüzü hissettirmemiz gerektiği doğrudur. Bu bölgede siyasetin bir popülerlik yarışı olmadığı da. Düşmanı olmak dış politikada kaçınılmaz olabilir. Ama yine de gerektiğinden fazla sayı ve şiddette hasım edinmekten kaçınmanın doğruluğu açık olmalıdır. Theodore Roosevelt’in de dediği gibi, “yumuşak konuş ve büyük bir sopa taşı.”