“AB Hukuku Tehlikeli Şekilde Konuşlandırılıyor, Eide Uyarılmalı!”
Özel Danışman Eide geçtiğimiz gün yaptığı açıklamada AB yetkililerinin nasıl bir katkı yapacağını tarif ederken çok önemli ve bir o kadar da tehlikeli bir ifade kullandı: “Çözümü AB prensiplerine ve muktesebatına (acquis) nasıl tam uyumlu hale getireceğimizi saptamamıza yardımcı olacaklar”. Bir kere bu noktada çok ciddi bir sıkıntı var. Zira çözümün uzun yıllardır yerleşmiş parametrelere göre “AB muktesebatı”na değil, “AB prensiplerine” uyumu söz konusu olmalıdır.
Sadece AB prensiplerine değil de, “AB muktesebatına da” tam uyum zorunluluğu umarım Kıbrıs Türk tarafının kabul ettiği bir unsur değildir. Eğer bu sadece sayın Eide tarafından yapılan bir hata ise, kendisine yol yakınken en erken zamanda gerekli uyarı Kıbrıs Türk tarafınca yapılmalıdır.
Eide tarafından yapılan bu açıklama 11 Şubat 2014 ortak açıklamasının da açık ihlali anlamı taşımaktadır. Çünkü ortak açıklamada bir yandan “federasyonun iki-kesimli ve iki-toplumlu karakteri” diğer yandansa “AB’nin üzerine tesis edildiği prensipler”in korunacağı ve bunlara saygı gösterileceği yazmaktadır. Yani Ortak Açıklama “AB muktesebatı”na tam uyum zorunluluğu getirmemektedir. Aksine federasyonun iki-kesimli ve iki-toplumlu karakterine saygı gösterilmesi zorunluluğundan bahsetmektedir. Bu zorunluluk da kendiliğinden AB muktesebatından bazı sapmaları, derogasyonları beraberinde getirecektir.
Peki Ortak Açıklama’da yer alan zorunluluk nedir? “AB’nin üzerine tesis edildiği prensiplere saygı”dır. Peki bu prensipler nelerdir? AB kurucu antlaşmalarının 6. Maddesinde dile getirilen prensiplerden bazıları: demokrasi; insan haklarına saygı; hukukun üstünlüğü ve benzeri prensiplerdir. Görüleceği üzere bu prensipler Kıbrıs’ta bulunacak çözümün iki-kesimli ya da iki-toplumlu karakterinin yapılacak müzakere ile belirli bir şekil almasına sadece genel bir çerçeve çizer ama spesifik ve katı bir kısıtlama getirmez. Özetle sayın Eide, AB bağlamında on yıldan uzun bir süredir bu uluslararası örgütün zirve toplantılarında Kıbrıs için kullanılan genel kısıtlamayı, müzakerede Kıbrıs Türk tarafının elini kolunu bağlayacak bir şekle dönüştürmektedir.
“İkamet Konusunda Bize Yararlı Olan BM İlkelerini Unutuyor Muyuz?”
Muktesebata tam uyumlu bir çözüm demek, müzakere etmenize gerek kalmaksızın her konuda AB kurallarını aynen alıp Kıbrıs’ta uygulamanız anlamına gelir. Oysa bunu yapmanız durumunda ortada ne iki-kesimlilik kalır, ne de iki toplumluluk. Geleneksel olarak Kıbrıs’ta bulunacak olan iki-kesimli federal bir çözümde bir kurucu devletten gelip bir diğer kurucu devlette yerleşecek, ikamet edecek olan kişilerin sayısının sınırlandırılması öngörülmektedir. Öte yandan bir kurucu devlette ikamet edenlerin ancak belirli şartları yerine getirmeleri halinde taşınmaz mal alabilmelerine izin verilmesi, yani taşınmaz mal satın alınmasının düzenlenmesi, sınrılandırılması öngörülmektedir. Mülkiyet ve ikamet açısından getirilen bu sınırlandırmalar, federasyonun iki-kesimli karakterini muhafaza etmeye dönük tedbirlerdir.
İki-kesimliliğin nasıl anlaşılması gerektiğini Birleşmiş Milletler tanımlamıştır. 1992 yılında önce BM Genel Sekreteri Güvenlik Konseyi’ne bir rapor vererek iki-kesimliliği tanımlamıştır. Ardından da bu tanımların yer aldığı paragraflar aynı yıl içerisinde kabul edilen 750 Sayılı BM Güvenlik Konseyi kararıyla onaylanmıştır. Güvenlik Konseyi tarafından onaylanan iki-kesimlilik paragrafında tanım şu şekildedir: her toplumun kendi idare edeceği tarafta hem taşınmaz mal mülkiyeti, hem de nüfus açısından sarih çoğunluğa sahip olması. (BM belgesinde “kurucu devlet” yerine o dönemde kullanılan “federe devlet” ifadesine yer veriliyor).
Bu “sarih çoğunluk” ifadesinin tam olarak yüzde kaça denk geldiği müzakereye açık bir konuysa da bunun her durumda %50’den çok daha fazla olduğu tartışma kaldırmaz bir husustur. Her bir toplumun kendi kurucu devletinin karakterini/kimliğini koruyabilmesi için, iki-kesimliliğin bir gereği olarak bir Birleşmiş Milletler İlkesine dönüşmüş olan bu kısıtlamalar (oranı müzakereye açıksa da) Kıbrıs Türk tarafı için yaşamsal öneme sahiptir.
İşte Annan Planı’nda gerek taşınmaz mal satın alımına, gerekse diğer kurucu devletten gelerek bir kurucu devlete yerleşecek, daimi ikamet kuracak olanlara sınırlamalar getirebilmesinin en önemli nedenlerinden birisi, “sarih çoğunluk” ilkesinin Güvenlik Konseyi tarafından onaylanmış olan bir BM ilkesine dönüşmüş olmasıdır. Annan Planında yıllara yayılmış şekilde diğer kurucu devletten gelip ikamet kurabilecek olanların sayları yıllara göre artan oranlarda sınırlandırılıyordu. Üstelik bu sınırlamalar hem bölge hem de köy nüfusları çerçevesinde düzenleniyordu. Annan Planında diğer devletten gelip ikamet kurabilecek olanlar 19 yılın sonunda ya da Türkiye AB’ye tam üye oluncaya değin, %18’in üzerine geçemeyecekti. Üstelik de bu tarihten sonra her bir kurucu devlet, “kendi kimliğini korumak” için nüfusunun en az üçte ikisinin kendi toplumundan olmasını mümkün kılacak kısıtlamalara gitme hakkını da elinde tutabilecekti. İşte nüfus açısından sarih çoğunluk tam da bu noktada plan hükümlerine yansıtılıyordu.
Sayın Eide’nin dediği şekilde “AB muktesebatına tam uyumlu bir çözüm” yaklaşımı kabul ediliyorsa bu kadar yıllık mücadele ile yerleşmiş bir BM parametresi haline gelen “sarih çoğunluğu” ve kurucu devletlerin iki-kesimlilik karakterine saygıyı herkes artık unutabilir. AB içerisinde dört özgürlüğü her açıdan detaylı şekilde düzenleyen “AB muktesebatına tam uyum” demek, dileyenin AB içerisinde ve bu arada Kıbrıs’ta da dilediği yere yerleşip ikamet kurmasını; dilediği kadar taşınmaz mal alabilmesini ve dahasını mümkün kılar. O zaman da iki-kesimliliğin herhangi bir anlamı kalmaz. İşte sayın Eide’nin 11 Şubat Ortak Açıklaması’na ters düşen, Kıbrıs Türk tarafını ciddi bir cendere altına koyan bu yaklaşımının düzeltilmesi için acilen girişim yapılması gerekir diye düşünüyorum.
“Anastasiades ve Akıncı’nın Açıklamaları Soru İşaretleri Yarattı”
Aslında bu konuda sayın Anastasiades’in açıklamaları da endişe verici ve sayın Eide’nin söylediklerinin tesadüf olmadığını göstermektedir. Anastasiades kilise yetkililerini bilgilendirmesi ertesinde yaptığı açıklamada bir soru üzerine “sarih çoğunluk” ya da zaman zaman “garantili çoğunluk” olarak da geçen ilkeyle ilgili olarak, “masada böyle bir konu görüşülmüyor. Hedef dolaşım, yerleşim/ikamet ve iş kurma özgürlüklerinin, üç özgürlüğün tesis edilmesidir” diyor. Sayın Akıncı tarafından yapılan bir başka açıklama ise kafalardaki soru işaretlerini daha bir artırmaya yetiyor. Sayın Akıncı Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rumların bazı şartlar altında istedikleri yerde ikamet edebileceklerini söylüyor. Sayın Cumhurbaşkanının buna bir açıklık getirmesi gerektiğine inanıyorum. Kıbrıs Türk tarafı olarak “sarih çoğunluk” yaklaşımımız devam ediyor mu? Masada ikamete kısıtlama getirilmesi gerektiği görüşünü savunuyor muyuz? Yanıtlar olumlu değilse o zaman iki-kesimliliği nasıl sağlayacağız? Ortak Açıklama metnine de giren ve BM belgelerinde de anlamıyla birlikte yer alan iki-kesimliliği Kıbrıs Türk tarafı önemsemiyor mu? Toplumun bu konuda Kıbrıs Türk tarafının pozisyonunun ne olduğunu bilmesi gerektiğine inanıyorum.
“AB Temsilcisi Konusundaki Uyarılarımız Dikkate Alınmadı”
AB Komisyon Başkanının temsilcisi olarak her ne kadar “yeniden atandığı” söylense de bu kez bahse konu temsilcinin müzakere masasına oturmasına izin verileceği anlaşılıyor. Geçmişte AB temsilcisi ile teknik destek almak amacıyla her iki taraf da ayrı ayrı görüşmeler yapabiliyor, kendi önerileri ve diğer tarafın yaklaşımları konusunda AB hukuku bağlamında görüş alış-verişinde bulunabiliyordu, ancak bu temsilci taraflar arasında yapılan müzakerelerde müzakere masasında bulunamıyordu.
Daha önce de bu konularda çeşitli uyarılarım olmuştu. Geçmişte Bürgenstock’ta bu konuda kötü bir tecrübe yaşadık. Oraya teknik düzeyde gözlemci olarak katılmış olmalarına rağmen AB yetkilileri neredeyse AB ile bağlantılı konuların büyük bölümünde Kıbrıs Rum tarafı lehinde müdahalelerde bulunmuşlardı. Sayın Nuffel’in şahsından bağımsız olarak, ödenekli mensubu olduğu uluslararası örgütün, yani AB’nin hukukunu savunması, AB muktesebatından sapan herhangi bir derogasyona sıcak bakmaması beklenmelidir. Bir başka ifadeyle kendi hukukunun avukatı olacağından herhangi bir şüphem yoktur. İşte bu da, yukarıda anlattığım nedenlerle özellikle iki-kesimlilik ve iki-toplumluluk ilkeleri konusunda Kıbrıs Türk tarafının masada ikiye karşı bir durumuna düşmesine neden olabilecektir. Bizim Kıbrıs’ta birincil hedefimiz yaşayabilir yeni federal bir ortaklık olmalıdır. Kuşkusuz bu ortaklık AB içinde yer alacaktır ancak yarım asır sonra çözülecek olan bu sorunun yeni yapısının kendine has özelliklerinin bu hukuka dahil edilmesi, yerleştirilmesi ve ileride de bozulmayacak şekilde birincil hukukun parçası haline getirilmesi mücadelesi verilmelidir. AB temsilcisinin son yıllarda masada oturmamasına rağmen süreçte Kıbrıs Türk tarafı bakımından yarattığı zorlukları düşündüğümde bu yeni dönemde durumun bizim açımızdan daha da sıkıntılı olacağını şimdiden görebiliyorum.
Bu konuda daha önce basın üzerinden bazı uyarılarda bulunmuş, Komisyon Başkanının Kıbrıs’ı ziyaretinde Rum tarafının bu konuyu bağlamaya dönük girişim yapacağını dile getirmiştim. Öyle anlıyorum ki yaptığımız uyarılar dikkate alınmadı. Geçmişte kalıcı derogasyonlara da, çözümün AB’nin sonradan basit bir biçimde değiştirilebilen bir belge olması yerine mahkemeler önünde sorgulanamayacak olan Birincil Hukuk’un parçası olması gerekliliğine de her zaman olumsuz yaklaşan bir AB temsilcisinin Kıbrıs Türk tarafına müzakere masasında yer almasına izin verilerek nasıl sıkıntı yaratabileceğini görmek için alim olmaya gerek yoktur. Sayın Cumhurbaşkanı masaya getireceği farklı konulardaki pek çok öneriyle ilgili olarak “ama AB hukuku buna cevaz vermez” ya da “yalnız biz AB olarak işlevsel olmayan veya masraflı olan formülleri desteklemeyiz” veya “derogasyonların daimi olmasına AB içinde sıcak bakmıyoruz” gibi yanıtları, üstelik de AB temsilcisinden duyarsa buna karşı ne yapacağını şimdiden düşünmeli ve AB temsilcisinin mandasını, yetkilerini netleştirmek için şimdiden adım atmalıdır diye düşünüyorum. Size çeşitli vesilelerle geçmişte federal ortaklığın pek çok başka özelliği (örneğin federal karakteri, ayrılma yasağı vs) daimi bir nitelik taşırken, “iki-kesimlilik ve iki-toplumluluk için yapılacak düzenlemeler AB içinde belirli bir süre sonra ortadan kalksın, kalıcı olamaz, kalıcı derogasyon olamaz” deniliyorsa burada adil olmayan bir yaklaşım var demektir. İşte bunu defalarca yaşamış birisi olarak daha önce yaptığım uyarıyı tekrarlamak istiyorum: AB temsilcisi ile görüşmek, ayrı ayrı görüş alış-verişinde bulunmak, teknik bilgi almak sıkıntı yaratmaz ve olması gerekendir. Ancak sizi diğer aktörler önünde ya da yanında ciddi anlamda zora sokabilecek bir temsilcinin müzakere masasına oturmasına ya da müzakere odasına girmesine izin veririseniz, sonradan pişman olacağınız düzeyde sıkıntıları kendi elinizle yaratmış, elinizi zayıflatmış olursunuz.
Bir sonraki değerlendirmemi mülkiyet konusunda yapacağım. Mülkiyet hakları bağlamında Salı gün liderler görüşmesi ertesinde yapılan açıklamaya dair yorumlarımı ve akla gelen soruları ortaya koymaya gayret göstereceğim. Kamuoyuna saygı ile duyururum"