Rum SİMERİNİ gazetesinin 22 Nisan 2017 tarihli sayısında Mihalis PAPADOPULOS imzasıyla yayınlanan ERDOĞAN’IN YADSINAMAZ ETKİSİ başlıklı mülakatın geniş özet çevirisi şöyledir:
“Türk Çalışmaları Alanında Doktora Sahibi Sotos Ktoris, Muhafazakâr Müslüman Safın Bütünlüğü Yara Almadığı Takdirde AKP’nin Önümüzdeki Seçim Döneminde De Siyasi Liderliğinin Sorgulanmayacağına Vurgu Yapıyor
MİHALİS PAPADOPULOS: Geçtiğimiz pazar günü yapılan referandum sonucunun gerek Türkiye gerekse de Recep Tayyip Erdoğan için önemi nedir?
SOTOS KTORİS: Referandum, Türkiye için tarihsel öneme sahip bir olay oldu. Seçmenler, Türkiye’nin parlamenter sistemden başkanlık sistemine dönüşümünü öngören 18 maddelik anayasal reformdan oluşan bir paketi onayladı.
Tek başına başkanlık sisteminin gelmesi problem değil. Endişeler, özellikle Tayyip Erdoğan’ın otoriterliğinin sınırları aştığı bir dönemde Cumhurbaşkanlığının denetimine tabi olacak geniş yetkilerin nasıl uygulanacağıyla alakalıdır.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) seçim hegemonyası ışığında bu endişe daha da artıyor. Zira bu durum Türk Cumhurbaşkanı’na devletin üç erkini de -yasama, yürütme ve yargı- kontrol etme olanağı sağlıyor.
PAPADOPULOS: Türk Cumhurbaşkanı’nın Pirus zaferinden söz ediliyor. Yani bir taraftan galibiyet getiren bir sonuç var ancak diğer tarafta da kıl payı bir oran ve önemli seçim kayıpları var. Gerçekten de yenilgi niteliği taşıyan bir zafer mi söz konusu? Sizin görüşünüz nedir?
KTORİS: Erdoğan’ın Pirus zaferi yaşadığı ya da seçim hegemonyasının sarsıldığı görüşünü paylaşmıyorum. Erdoğan’ın etkisi yadsınamaz niteliktedir ancak seçmenlerin yüzde 50’si civarında seyreden belli bir çatıya sahiptir. Pazar günü yapılan referandumda çıkan ‘evet’, Erdoğan’ın 2014’teki cumhurbaşkanlığı seçiminde aldığı oranla neredeyse aynıdır. Üstelik seçimin referandum niteliğinin Tayyip Erdoğan’dan nefret edenlere ideolojik olarak heterojen bir ‘hayır’ karargâhında bir araya gelme olanağı sağladığını da göz önüne almamız önemlidir.
Örneğin Kürt yanlısı partinin taraftarlarının ‘hayır’ı ile milliyetçi partiden kopan Bozkurtların ‘hayır’ının ne gibi bir alakası var?
‘Hayır’ı destekleyen siyasi güçlerin anlaşmazlıkları köklü ve aşılamaz ölçüdedir ve bu durum 2019 cumhurbaşkanlığı seçiminde ortaya çıkacak. Bu yüzden muhalifler arasında Tayyip Erdoğan’ın siyasi hegemonyasını sorgulayabilecek büyük bir ittifakın oluşturulma olasılığı güç olup neredeyse imkânsızdır.
AKP’nin siyasi birinciliği, muhafazakâr ve Müslüman safın bütünlüğü zarar görmeden sürdürülürse önümüzdeki seçim döneminde de sorgulanmayacak. Önümüzdeki zaman diliminde de AKP’nin bütünlüğünün tehdit altında olduğu görülmüyor.
PAPADOPULOS: İslamcıların bütünlüğünün tehdit altında olmadığını söylüyorsunuz ama seçim sonucu Türkiye’de benzeri görülmemiş bir bölünmeyi ortaya çıkardı.
KTORİS: Bu vurgu doğru. Ne var ki Türkiye zaten on yıldır bölünmüş bir ülkedir. Bugün gözlemlenen şey, bu bölünmenin seçime yansımış halidir. Ki böyle bir şey 2002’de AKP iktidara gelmeden mümkün değildi.
Bunun sebebi de Kemalistlerin Kürt hareketine ve siyasal İslam örgütlerine karşı uyguladığı baskı ve kovuşturmalardı. Özellikle Kürtlere karşı bu tarz antidemokratik uygulamaların son bulmasının, AKP’nin ilk yönetimlerinin demokratik bir başarısı olmuştur. Bununla birlikte AKP’nin 2011’den itibaren otoriterliğe kayması ve bilhassa Tayyip Erdoğan tarafından AKP’nin seçmen tabanını harekete geçirip bir arada tutmak için bölücü bir söylemin ve kutuplaşma politikalarının araç edilmesi, Türk toplumundaki etnik ve değersel bölünmeyi yeniden kızıştırmıştır.
PAPADOPULOS: Bundan böyle iç cephede Türk Cumhurbaşkanı’nın yönetimde olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
KTORİS: İç cepheyle ilgili olarak kritik soru şudur: Erdoğan Türkiye’nin ekonomik ve siyasi düzeyde karşı karşıya olduğu muazzam zorlukları ve tehditleri istikrar koşullarında idare etmek için siyasi yumuşamayı mı tercih edecek yoksa 2019 Kasım ayındaki cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde derin ve çok düzeyli bir kutuplaşmayı mı sürdürecek?
Öte yandan kutuplaşmanın ekonominin kalkınma dinamizmini sabote ettiği, Erdoğan’ın dikkate alması gereken bir gerçektir zira 2002’den sonra Türk vatandaşlarının yaşam standardının yükselmesi siyasi hegemonyasının sağlamlaşmasına katkı sağladı. Erdoğan iç sahneyi daha ılımlı bir şekilde idare etse bile siyasi ve toplumsal bölünmelerin ortadan kalkacağını beklemek de abartı olurdu. Bu bölünmelerin zayıflaması ve Türkiye’de demokratikleşme dinamiklerinin güçlenmesi ülkenin yeniden AB’ye (Avrupa Birliği) yönelmesiyle ortaya çıkabilir.
PAPADOPULOS: Bununla birlikte Avrupa-Türk ilişkilerinin referandumun ardından daha da kötüleştiği görülüyor. Erdoğan’ın Avrupa’yla ilişkili olarak ‘merkezkaç’ sürecini artıracağını düşünüyor musunuz? Böyle bir durumda Brüksel’in, sürekli olarak otoriterliğe ve demokrasinin ortadan kaldırılmasına sapan bir lider karşısında tutumu ne olacak?
KTORİS: Türkiye ile AB ilişkilerinin geçmişte hiç bu ölçüde kötüleşmediği bir gerçek. Avrupa toplumlarında bu denli güçlü Türk karşıtı refleksler ve Türk yönetimine karşı böyle bir tiksinti ortamı da asla oluşmamıştı. Avrupa-Türk ilişkilerinin uzun vadeli sürecini tahmin etmek son derece güç. Bununla birlikte kısa vadede, bu ilişkilerin daha da kötüleşmesi ihtimal dâhilinde. Özellikle de Erdoğan idam cezasının yeniden getirilmesi yönünde ilerlerse. Bu, Türkiye’nin üyelik prosedürünü tamamen donduracak bir gelişmedir.
Öte yandan böyle bir gelişme yaşansa dahi bu durum, Türkiye’nin AB ilişkilerinde nihai kopuş yaşanacağı sonucuna götürmüyor.
Ekonomik iş birlikleri ve karşılıklı bağımlılıklar aynı zamanda kritik jeopolitik meselelerde iş birliği ve uzlaşma ihtiyacı dikkate alındığında böyle bir şey düşünülemez.
Muhtemelen Brüksel ve Ankara, ilk aşamada ticari ve ekonomik ilişkilerinin sarsılmayacağını güvence altına almak için Gümrük Birliği’nin kapsamının genişletilmesinin ileriye götürülmesi üzerinden ikili ilişkilerini yeniden müzakere etme gibi bir karara varacaklardır.
Şöyle ya da böyle içinde bulunduğumuz konjonktür, 2010’dan beri yalpalayan bir ilişkiyi derinleştirmek için son derece olumsuzdur. Tayyip Erdoğan’ın devam eden otoriter sapmasının yanı sıra AB’de İslamofobi’nin ve aşırı popülizmin yükselişinin de sorumlu olduğunu kabul etmeliyiz.
PAPADOPULOS: Avrupa-Türk ilişkilerinde atmosferin kötüleştiği göz önüne alındığında Yunanistan ve Kıbrıs’ın Türkiye’ye yönelik ‘Avrupa merkezli’ stratejik dogmalarını yeniden gözden geçirmelerinin vakti olduğunu düşünüyor musunuz?
KTORİS: 1999 Helsinki anlaşmasıyla doruğa ulaşan Avrupa merkezli dogma, Yannos Kranidiotis’in stratejik bir planlaması olup nihayetinde Kıbrıs’ın, Kıbrıs sorunu çözülmeden dahi AB’ye üye olması perspektifini yaratmıştır. Sonucuna bakıldığında bu strateji, devlet olarak varlığımızı daha da güçlendirdi ve işgalin ebedileştirilmesinden kaynaklanan tehditler karşısında Kıbrıs Helenizmini tahkim etmiştir.
Helsinki anlaşması karşısında farklı bir politika benimsenseydi Kıbrıs’ın kaderinin nasıl olacağını bir düşünün.
Mevcut konjonktürde, Türkiye’nin AB’ye katılım ‘vizyonunun’ tamamen solup gitme eğiliminde olduğu bir gerçektir. Bu da, Türkiye AB’den uzaklaştıkça, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin milli menfaatleri doğrultusunda bu ilişkiyi araç olarak kullanma olanağının azaldığı sonucuna götürüyor.
Bu tespit, Kıbrıs hükûmetinin 2005 yılının aralık ayında Türkiye’nin üyelik müzakerelerinin başlamasına kayıtsız şartsız onay verme kararının maalesef ne kadar yanlış olduğunu gösteriyor.
AKP hükûmetinin üyelik müzakerelerinin başlamasını arzu ettiği bir dönemde üyelik müzakerelerinin başlamasıyla Kıbrıs sorununun kritik boyutlarında özlü tavizler olması arasında bağlantı kurma gibi Kıbrıs adına tarihî bir fırsat kaybedildi.
TÜRKİYE’NİN ÜYELİK SÜRECİ KESİN OLARAK SONLANIRSA LEFKOŞA’NIN TÜRKİYE’YE HERHANGİ BİR ŞEKİLDE BASKI UYGULAMA OLANAĞI SINIRLANACAK. BUNA RAĞMEN ŞUNU VURGULAMAK GEREKİR Kİ ÖZEL STATÜLÜ BİR İLİŞKİ DAHİ İNŞA EDİLSE BU DURUM KIBRIS DÂHİL TÜM ÜYE ÜLKELERİN FİKİR BİRLİĞİNİ ŞART KOŞACAKTIR.
PAPADOPULOS: Enerji parametresi, alternatif bir strateji dogmasının özünü teşkil edebilir mi?
KTORİS: Öyle sanıyorum ki hayır. KIBRIS’IN MÜNHASIR EKONOMİK BÖLGESİNDEKİ (MEB) ENERJİ REZERVLERİ DOĞU AKDENİZ’DEKİ SİYASİ DENGELERİ VE GERÇEKLİKLERİ NE BOZAR NE DE DEĞİŞTİRİR. DOLAYISIYLA KIBRIS SORUNUNDA ENERJİ ÖLÇÜTÜYLE ‘YENİ BİR STRATEJİ’ BELİRLENMESİ İÇİN ÖNKOŞULLAR YOKTUR. KIBRIS ENERJİ REZERVLERİNDEN İSTİFADE ETME SEÇENEKLERİYLE İLGİLİ OLARAK ZEMİNSİZ BEKLENTİLER DE BESLENMEMELİDİR.
Müdahil üç ülkenin kısa bir süre önce yaptığı beyanlara rağmen EastMed boru hattının inşa edilmesi, teknik olarak karmaşık ve ekonomik olarak da kârsız bir girişim olmayı sürdürüyor.
Bu sebeple, bu rezervlerin istifadesi yönünde EN SÜRDÜRÜLEBİLİR VE GERÇEKÇİ PERSPEKTİF BU REZERVLERİN, DOĞU AKDENİZ’İ TÜRKİYE İLE BAĞLAYACAK BORU HATTIYLA AVRUPA KITASINA TAŞINMASIDIR. HİŞ KUŞKUSUZ BU DA KIBRIS SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNÜ ŞART KOŞMAKTADIR.
PAPADOPULOS: Fakat enerji kaynaklarının Türkiye üzerinden taşınması Kıbrıs’ı revizyonist Türkiye’nin esiri haline getirmez mi?
KTORİS: Bu, makul bir endişe. Bununla birlikte boru hattıyla sadece Kıbrıs’ın değil İsrail’in ve muhtemelen bölgedeki diğer ülkelerin de enerji rezervleri taşınacak ki bu durum, bu devletler arasında güçlü iş birlikleri yaratacaktır.
Üstelik ticari ve jeopolitik denkleme, Birliğe üye devletlerin enerji gereksinimleri bölgenin doğal gazıyla karşılanacağından AB ve aynı zamanda Batı ülkelerinde siyasi etkiye sahip büyük petrol şirketleri de dâhil olacak. Doğal gazın Avrupa topraklarına normal bir şekilde akışını etkileyecek ya da bölgedeki enerji şirketlerinin menfaatlerine zarar verecek eylemlere girişmek gibi bir şey Türkiye durumunda dahi düşünülemez.
PAPADOPULOS: Türk devletinin maksimalist revizyonizmi dikkate alındığında bunun, Kıbrıs sorununa etkilerinin olacağını düşünüyor musunuz?
KTORİS: Kıbrıs sorunu, Türk Cumhurbaşkanı’nın gündeminde üst sırada değil. Ankara’nın baskın söylemi sürdürdüğü meselelerde tezlerini esaslı bir şekilde değiştireceğini de düşünmüyorum.
Örneğin bir süredir tavizlerinin sınırlarını çizdiği güvenlik ve garantiler boyutu gibi. Ankara’nın gerçek niyetlerinin okunabileceği yeni bir uluslararası konferansın toplanması ise, iki liderin Kıbrıs sorununun iç boyutundan kaynaklanan anlaşmazlıklarını aşmasını şart koşuyor.
Federal hükûmetin organlarına etkin katılım meselesi gibi. Bu, siyasi eşitlik ölçütüyle ilişkilendirilen ciddi bir meseledir ve görünüşe göre iki toplum bu hususta farklı yaklaşım ve felsefeye sahip.
Öte yandan müzakere sürecindeki gelişmeler bir tarafa, Türk-Kıbrıs ilişkilerinin önümüzdeki aylarda enerji alanındaki gelişmelerden dolayı ciddi bir şekilde etkileneceğini düşünüyorum. Özellikle Total’in önümüzdeki temmuz ayında Kıbrıs MEB’inde yapması planlanan sondajı öncesinde gelişmelerin daha aşırı boyutlar kazanması ihtimal dâhilinde.
TÜRKİYE DIŞ POLİTİKASINDA BİRÇOK BAŞARISIZLIKLA KARŞI KARŞIYA VE BU YÜZDEN DE DOĞU AKDENİZ’DE TÜRK MENFAATLERİ AÇISINDAN DENGESİZ OLDUBİTTİLER ŞEKİLLENMESİNE KATKI SAĞLAYACAK BİR GELİŞMEYE TEPKİSİNİN NE OLACAĞINI KİMSE ÖNGÖREMİYOR.”
(Çeviri için Lütfi Özter'e teşekkür ederiz)