KKTC'de faaliyetlerini yürüten Halkın Partisi Genel Başkanı Kudret Özersay, Türkiye'nin Garantörlük Hakkı ile ilgili süre gelen tartışmaları değerlendirdi:
"Yunanistan Cumhurbaşkanı açıklama yapıp “yabancı askerlerin ve garantilerin kalması AB normalarına aykırıdır” demiş. Dilin kemiği yok tabi...Kıbrıs Rum tarafı ve Yunanistan, AB denilen örgütün ve hukukunun ne olduğunu sadece kendileri biliyormuş gibi davranıyorlar. Bir kere sayın Yunanistan Cumhurbaşkanı AB’nin en güçlü devleti konumundaki Almanya topraklarındaki Amerikan askerlerini ve üslerini nasıl açıklıyorlar acaba? Öte yandan bir AB üye ülkesi olan Birleşik Krallığın, bir diğer üye ülke kabul edilen Kıbrıs’taki askeri varlığı “yabancı asker” değil miymiş acaba? Yoksa bahse konu İngiliz askerleri olunca “yabancı asker” olmuyor mu?
Peki garantiler gerçekten AB normlarına aykırı mı? Bakın AB Komisyonu adına Olli Rehn 21 Ocak 2009’da Avrupa Parlamentosu’nda verdiği yazılı bir yanıtta ne diyor: “AB Komisyonu, Garanti Antlaşması’nın AB’nin üzerine tesisi edildiği temel ilkelere ters olduğu yönündeki düşünceye/endişeye KATILMAMAKTADIR”. Yani özetle Garanti Antlaşması AB Komisyonu’na göre AB normlarına ters değildir! Bu nedenle Kıbrıs Türk tarafı ve Türkiye AB hukukunun bu açıdan aleyhimize kullanılmasına müsade etmemeli ve sesini çıkarmalıdır.
Rum Tarafının AB’ye Katılması Garanti Antlaşması’na Halel Getirmedi
Bazı kesimler Rum tarafının “Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak AB’ye üye olmasının Garanti Antlaşması’nı ortadan kaldırdığı yanılgısını yaşamaktadır. Dikkatinizi çekerim bugün gerek Rum tarafı gerekse Yunanistan Garanti Antlaşması’nın “sona erdirilmesini” istediklerini söylüyorlarsa bu Antlaşma kendileri için de, kendilerine göre de halen yürürülükte demektir. Yunanistan beşli yahut bir başka türden toplantıya “Garantör” sıfatı ile katılma hakkına sahipse, Garanti Antlaşması yürürlükte olduğundandır. Keza aynı şey Birleşik Krallık için de geçerlidir. AB hukukuna göre üye devletlerin, üyelikleri öncesinde taraf oldukları uluslararası antlaşmalar AB üyelikleriyle birlikte ortadan kalkmamaktadır. Aksi, uluslararası hukuka ve ahde vefa ilkesine aykırı olurdu zaten. Üyelik sürecinde ve ertesinde, bir üye devletin önceden gelen antlaşma yükümlülükleri varsa ve bunlar AB hukukuna aykırıysa değiştirilmeleri ya da sona erdirilmeleri için girişimde bulunma yükümlülüğü var. Ancak antlaşmaların diğer tarafları (bu örnekte Türkiye) rızasını vermedikçe bahse konu antlaşmalar (Garanti Antlaşması) yürürülükte kalmaya ve bağlayıcı olmaya devam eder. Kıbrıs Türk tarafı ve Türkiye garantiler konusundaki pozisyonunu ortaya koyarken elinin bu açılardan son derece güçlü olduğunun bilinci ile hareket etmelidir.
Türkiye’nin Garantilere Dair Hakları AB Birincil Hukukunda Tescil Edildi
Söylediklerimi bir adım daha ileriye taşıyayım. Garanti sistemi ve Türkiye’nin bu açıdan hakları ve sorumlulukları AB Birincil Hukuku içerisinde kayda geçmiş durumdadır. Neden mi? 2004 yılında Rum tarafı “Kıbrıs Cumhuriyeti” adıyla AB üyesi olduğunda bir katılım antlaşması yapıldı. Bu katılım antlaşmasının ekinde yer alan 3 numaralı protokolde Birleşik Krallık egemen üslerinin AB içindeki statüsüne dair maddeler de yer aldı. Gerek bu katılım antlaşması gerekse onun ayrılmaz parçası olan 3 numaralı protokol AB Birincil Hukukunun parçasıdır. Yani Birincil Hukuktur. İşte 3 numaralı protokolün en başında, giriş kısmında çok net bir ifade yer almaktadır:
“Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği’ne katılması, (1960) Kuruluş Antlaşması’nın taraflarının hak ve yükümlülüklerini etkilemeyecektir”. Daha açık yazalım mı? Türkiye 1960 Kuruluş Antlaşması’nın taraflarından birisidir. Rum tarafının AB üyesi olması Türkiye’nin hak ve yükümlülüklerini etkilemeyecektir. Aynı Kuruluş Antlaşması’na dönüp bir bakacak olursak o antlaşmanın en başında, giriş bölümünde açıkca Garanti Antlaşması’na da gönderme yapıldığını görürüz. Özetle Türkiye’nin garantilere dair haklarının, Rum tarafının AB üyeliği nedeniyle herhangi bir biçimde etkilenmeyeceği güvencesi AB Birincil Hukuku ile kayıt altına alınmıştır.
Tüm bunları neden söylüyorum?
Gerek Rum liderliği gerekse Yunanistan yetkilileri bir kamu diplomasisi yürütüyorlar. Çözümden sonra da gerek Garantilerin devam etmesi gerekse belirli oranda bir Türk askerinin ve Yunan askerinin adada kalması konusunda, 2004 Annan Planında var olan düzenlemenin de gerisine gitmemizi ve tüm bu düzenlemelerin kaldırılmasını sağlamak istiyorlar. Bunu istemelerini anlarım, ama bu yönde yürüttükleri kamu diplomasisini dengeleyecek adımları atmak bizim tarafın ve Türkiye’nin görevidir. Mesele “son noktaya geldiğinde rest çekeriz, garantileri ve bir miktar Türk askerinin kalmasını kabul etmezlerse masadan kalkarız” demekle olmuyor. Uluslararası alanda yapılan diplomatik temaslarda yukarıda değinilen hususlar mutlaka dile getirilmeli ve o son noktada yapılacak müzakere gelmeden alt yapı hazırlanmalıdır. Muhataplarımızın yaratmaya çalıştığı algı bizim güvenliğimizi bu kadar yakından ilgilendiren bu iki konunun “AB hukukuna ters olduğu, AB içerisinde örneğinin olmadığı” şeklindedir.
Tüm bunlara ayakları yere basan hukuki ve siyasi tezlerle yanıt verilmeli ve aleyhimize bir algının oluşmasına müsade edilmemelidir. Cumhurbaşkanı Akıncı uluslararası kamuoyuna 2004 yılında olduğu gibi “AB yetkilileri de gözlemci olarak o son aşamada yer alabilir” diyorsa, o zaman o aşama gelmeden bu tezleri sağlam şekilde işlemelidir diye düşünüyorum. Keza Türk Dışişleri de konunun bu yönlerini kayda geçirmeli ve bu hatırlatmaları yapmalıdır. Son aşamada bu konulardaki düzenlemenin Annan Planı’ndakinden geride olmasını ya da olası bir tıkanıklıkta faturanın bize kesilmesini istemiyorsak geç kalmadan bu konuda sadece ne istediğimizi değil, neden istediğimizi ve hakkımız olduğunu hukuki ve siyasi olarak vurgulamalıyız."