Gözde Kılıç Yaşın Gözde Kılıç Yaşın @GzdKlcYsn

Kıbrıs Meselesinde Kritik Dönem

03 Aralık 2020
Kıbrıs Meselesinde Kritik Dönem

Kıbrıs meselesi önemli bir dönüm noktasında; adil, kalıcı ve sürdürülebilir bir çözüm üretilebilir. BM Genel Sekreteri’nin Geçici Kıbrıs Özel Danışmanı Jane Holl Lute, 30 Kasım’da adaya geldi ve 1 Aralık’ta önce Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’la ve Rum Yönetimi Başkanı Nikos Anastasiadis ile birer görüşme gerçekleştirdi.  Ziyaretin temel sebebi, tarafları dinlemek ve müzakerelere ilişkin fikir ve tutumlarını öğrenmek; gerekçesi ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığına yeni bir ismin seçilmesi. Nitekim yeni isimler her daim yeni motivasyon kaynağı olurlar. Üstelik Ersin Tatar, seçimden önce de federasyon dışındaki çözüm modellerinin denenmesi gerektiğini ifade etmişti. Bu da Türk tarafının müzakerelerden ne beklediğinin, nasıl bir çözüm önerisi getireceğinin BM Genel Sekreteri tarafından anlaşılmasını gerektiriyor. Lute tarafları dinleyecek ve ikna edici bir şekilde cevaplanmasını istediği net sorular yöneltecek. Öncelik, garantör ülkeler olan Türkiye, İngiltere ve Yunanistan ile adadaki iki eşit taraf olan Rum ve Türk liderliğinin katılacağı prosedür ağırlıklı gayri resmî beşli konferansın toplanmasında. Lute’un temasları konferansın toplanmasının mümkün olup olmadığını belirlemeye hizmet edecek. Adadaki temaslarının ardından Atina’ya geçecek ve yaklaşık 10 gün sonra da Ankara’ya aynı konuyu görüşmek üzere ziyaret gerçekleştirecek. 10-11 Aralık’ta toplanacak AB Konseyi’nin Türkiye ile ilgili alacağı kararlara tanınan bir zaman dilimi söz konusu.

Alışılagelmiş gidişatı değiştirebilecek yeni bir fikrin ortaya konulmasının mümkün olup olmadığı temel sorudur. Yani federasyon dışında bir çözüm modeli önerilebilir mi? BM Güvenlik Konseyi’nin 1250 sayılı kararında belirtildiği[1] ve genel yaklaşım olarak da benimsendiği gibi BM, müzakereleri “sınırlayıcı şart” olmadan yürütmekle mükelleftir.  Dolayısıyla zaten ön şartlar söz konusu değil. Taraflar uzlaşı gösterirse müzakereler kaldığı yerden devam eder, bu konuda uzlaşı olmazsa müzakere zemini belirlemeye uygun koşulların varlığı yoklanır. Varsa müzakerelere temel olacak ilkeler belirlenir, yoksa yeni bir lider seçimine ya da liderlerin uzlaşı sağladıkları çağrısı yapmasına dek müzakere süreci bekler. Kıbrıs, BM Güvenlik Konseyi’nin gündemine girdiği Aralık 1963’ten bu yana uygulanan sistem bu oldu. Şimdi de iki taraftan biri çözüm modeli olarak başka bir fikri gündeme getirecek olursa BM Genel Sekreteri öncelikle bu modelin mahiyetini ve karşı tarafın buna bakışını araştırmak durumunda. Kısacası müzakerelerin Crans Montana’da kaldığı yerden devam edip etmeyeceğini belirleyecek olan Kıbrıs Türk liderliğidir, federasyon dışı bir modelin denenmesini kabul etmesi beklenecek taraf da Kıbrıs Rum liderliğidir. Dolayısıyla müzakereler için yepyeni bir çerçeve oluşturulması mümkün. BM Genel Sekreteri de alternatif senaryoları görüşmeye açık bir tavır sergiliyor.

BM kararlarından yola çıkarak bir model dayatması yapılmasının yani federasyon fikrinin tek çözüm yolu olacağı iddiasının gerçek hayatta bir karşılığı bulunmuyor. Türkiye vasıtasıyla Kıbrıslı Türkler üzerinde baskı oluşturulması, tek mümkün seçenekti. Bu da daha çok ABD ve AB’nin çeşitli yöntemlerle Türkiye’ye uygulayacağı baskıyla olabiliyordu. Ancak özellikle son dönem gelişmelerindeki uluslararası hukuk ilkelerini dahi görmezden gelerek sergiledikleri bariz yanlı tutumla hem AB hem ABD açısından bu yol tüketilmiş görünüyor. Türkiye’nin AB üyelik sürecinin askıya alınarak daha gerçekçi ilişki modelleri arayışına başlanması fikrinin 10 ve 11 Aralık’ta yapılacak Avrupa Konseyi toplantısının hemen öncesinde ortaya atılması, bu tür yan etkileriyle gündeme gelecektir.

Doğrusu Türkiye’nin Kıbrıs konusunda ABD ve AB baskılarından özgürleşmesi, Kıbrıslı Türkler açısından gerçekte istedikleri çözüm modelinde ısrar edebilmelerinin kapısını aralıyor. Bu çerçevede Aralık ayının iki haftası Kıbrıs konusunda kritik bir döneme işaret ediyor. Dolaylı ya da doğrudan Kıbrıs meselesini etkileyecek önemli gelişmeler şimdiden başladı.

Gevşek ya da desantralize federasyon ihtimali

Yeni süreçte kavramlarla çokça oynanacağını şimdiden söylemek mümkün. Örneğin Rum Dışişleri Bakanı Nikos Hristodulidis’in “İki toplumlu, iki kesimli federasyon çerçevesinden çıkmadığı sürece gevşek veya desantralize federasyonun görüşülebileceği” yönündeki mesajı, aslında Anastasiadis’in 12 Kasım 2018’de Rum Ulusal Konseyine sunduğu öneriye yapılan atıftır. Rum hükümeti, konferans sürecinin ilerletmesinde bu tezin “köprü vazifesi göreceği” fikrini benimsemiş durumda. Söz konusu öneri 37 sayfalık bir raporla detaylandırıldığı ve zamanında incelendiği için Kıbrıslı Türklere hitap etmeyeceğini biliyoruz. Zira Kıbrıslı Türklerin ancak hayati çıkarlarını etkileyecek kararlarda oy kullanabileceklerini içeren, Türk tarafına özerklik ve güvenlik açısından garantiler verilerek Rum yönetimindeki merkezi devletin güçlendirilmesini öngören bu yaklaşımın 1959-1960 Anlaşmaları ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası ile uzaktan yakından ilişkisi bulunmuyor.

Gevşek veya desantralize federasyon başlığı altında Rum yönetiminin formüle ettiği çözüm, üniter bir devlet içerisinde Türklere özerklik/otonom hakkı tanınmasını öngörüyor. Dolayısıyla Kıbrıslı Türklerin ada ve devlet üzerindeki uluslararası anlaşmalara dayanan haklarıyla bağdaşmayan bu önerinin Türklerce kabul edilmesi mümkün değil. Öneriyle “İki toplumlu, iki kesimli, siyasi eşitliğin sağlandığı federasyon” yaklaşımı tamamen çöpe atılmakta ve artık merkezi ulus devlet ve içinde yaşamasına izin verilen bir toplum önerisi masaya konulmak istenmektedir. Türkler açısından bu, yönetimin her aşamasında nüfus sayısından bağımsız olarak Rumlarla eşit katılma hakkını da içeren uluslararası anlaşmalar ve BM Genel Kurulu kararlarıyla kazanılmış haklarından vazgeçmek anlamına gelecektir.

Bu detay neden önemli? Çünkü süreci rayından çıkaranın Rum tarafı olduğunu göstermektedir. Rum tarafının egemenliği ve refahı paylaşmaya da Türklerle tekrar bir arada yaşamaya da hazır olmadığını doğrudan ve tam da bu ifadeyle açık bir şekilde Anastasiadis dile getirmişti. Esasen Rum tarafını temsil eden tüm eski liderler de bugüne dek federasyon temelinde çözüm aramaktan ziyade müzakereleri hedefinden uzaklaştırmaya çabalamışlardır. Bugün Kıbrıs Türk tarafı iki devletli formülde ısrarcı olacaksa sebebi, Rum liderliğinin üniter Rum devleti hedefiyle masaya oturması ve müzakereleri de uzatarak Kıbrıslı Türklerin rutin hayatlarını devam ettirme özgürlüklerinin baskılanması sayesinde azınlık haklarına teslim olacaklarını beklemesidir.  Bu ihtimal artık tükenmiş görünüyor. Federasyonun bittiği nokta, KKTC’nin tanınmasını dayatır.

Bir ayrıntı da başta AKEL olmak üzere Rum muhalefetinin de 27 yetki alanından hangilerinde Türklere söz hakkı tanıyacağını henüz açıklamadığı için gevşek federasyon önerisine sıcak bakmadığıdır. Dolayısıyla böylesi bir öneriye çok farklı sebeplerle de olsa Türkler kadar Rumlardan da itirazlar var.

İngiliz formülü

Tekrar olması pahasına: “Kavramlarla oynanmasına hazırlıklı olunmalı”. Çünkü bu niyet gizlenmiyor bile. Nasıl ki Annan Planındaki “oluşturucu eyalet” anlamındaki “constituent state” kavramı Türk tarafına “kurucu devlet” olarak izah edilmiş ve iki egemen devletin federasyonla birleşerek “bakir doğum devlet” oluşturacağı açıklanmışsa masaya gelecek yeni tüm kavramlar da iki tarafın farklı yorumlar getireceği mahiyette olacaktır.

Bir şekilde gayrı resmî beşli konferansın toplanacağına inanabiliriz. BM Genel Sekreteri de katılımcılar tarafından gündeme getirilmesi halinde Kıbrıs sorununda bütün alternatif senaryoları görüşmeye hazır olduğu mesajını verdi. Çözüm mercii ya da bu konuda karar verici bir makam olmasa da AB’den iki devletli formüle kesin bir hayır geldi. Elbette bu, Güvenlik Konseyi daimi üyesi olan Fransa’nın tavrını da yansıtır. Ne var ki Birleşik Krallık’ın Kıbrıs Yüksek Komiseri Stephen Lillie de alenen alternatif çözüm şekillerinin görüşülebileceğini ifade etti.

Derhal, dinamik, hazırlıklı ve belirleyici güç tarzıyla devreye giren İngiliz yaklaşımının “konfederasyona yakın bir gevşek federasyon” şeklinde tarifi yapılacak bir orta yol formülü olduğu yönünde bir kulis bilgisi var. Buna göre Türk tarafı konfederasyon konuştuğunu, Rum tarafı ise merkezi devlet içinde Türklere yerel otonomi verilmesini konuştuğunu savunacak. Buna Kosova, Bosna Hersek ve Makedonya da kullanılan ve farklı görüşleri asgari müşterekler üzerinden uzlaştıran “yapıcı belirsizlik” (constructive ambiguity) sosu da eklendiğinde çözüm sonrasında bile neyi nasıl çözdükleri konusunda tarafların tartışmayı sürdürdüğü bir yapı ortaya çıkacaktır.

Sonuçta Birleşik Krallık’ın adayla ve 1959-60 Anlaşmaları zeminini yitirmeyecek bir çözümün de Kıbrıs’taki egemen İngiliz üsleriyle önemli bir bağı var. Üstelik İngilizler, bilhassa Kıbrıs meselesiyle ilgili BM kararlarını yazan kalemi yönlendirenler olarak tanımlanırlar. Garantör ülkelerden biri olması da bunlara eklenince İngiltere’den “orta yol” gibi görünen bir teklifin gelmesi kaçınılmaz. Müzakerelerin tamamen kesilmesi ve/veya KKTC’nin tanınmaya biraz daha yaklaşması yerine Kıbrıs’taki iki halkın da isteklerini karşılar görünen yeni bir formül üretmek isteyecektir. İki taraf da kendisini kazanmış hissedecek, iki taraf da hedefine kendisini daha da yaklaşmış hissedecek. Ama daha çok 1959-1960 Anlaşmaları zemini korunmuş olacak. Elbette bunun Kıbrıslı Türkler bakımından da faydası olduğu savunulabilir: Kıbrıs adası, adanın tüm zenginlikleri ve üzerinde kurulan/kurulacak devletteki haklarına ilişkin kesintisiz hukuk silsilesi korunmuş olacaktır. Ama aynı hak ve hukuk silsilesinin iki ayrı devlet formülünde ısrarcı olmayı mümkün kıldığını da asla unutmamak gerekir. Şüphesiz ki tam bağımsız ve egemen Kıbrıs Türk Devletinin hak ettiği gibi tanınması, tüm diğer alternatiflerden üstündür. 15 Kasım’da 37 yaşını dolduran KKTC için tek seçenek olması gerektiği gibi Rum Yönetimiyle “devletten devlete” temas kurmaktır.

Alternatif çözümün risk analizi

Rum Yönetiminde siyasetçiler ya da hukukçularca risk tahlillileri de yapılıyor. Fiili durumun devamının örneğin mülkiyet meselesinde adalet dengesinin mülk sahibi yerine kullanıcısı lehine ağırlık kazanabileceği ve hatta AİHM’in de geçen zamanın Rum göçmenlerin ellerindeki tapuları olumsuz etkilediği görüşünde olduğu konuşuluyor. Yine fiili durumun devamının KKTC’nin tanınması sonucunu doğurabileceği de söyleniyor. KKTC’nin tanınmasının sonuçları kadar Türkiye’ye bağlanmasının sonuçları da tartışılıyor. Bu arada Türkiye’ye bağlanması durumunda bu koşullarda yaşamak istemeyen 15-20 bin Kıbrıslı Türkün güneye taşınması senaryosu da konuşuluyor. –Türkiye yönetimini kabul etmeyecek kişi sayısının bu kadar olacağı tahminini de ayrıca not etmek gerekir.-  Risk analizlerinde, bu kişilerin kabul edilip edilmeyeceği ya da kabul edilirlerse kamuda atanma haklarının olup olmayacağı ve bir şekilde Rum holiganlarca saldırıya uğradıklarında hayatını kaybeden Türklerin uluslararası camia önünde yaratacağı imaj sorununa dek iniliyor. Risk analizi yapılmasının esas sebebinin Rum liderliğinin önerdiği gevşek federasyon çözümüne Rum halkından destek sağlamak olsa gerek. Zira şimdi Rum Yönetimi açısından da ilhak ya da tanınma ihtimali daha önce olduğundan çok daha güçlü ve inandırıcı bir ihtimal. Birlikte yaşama iradesinin Türkler gibi Rumlarda da bulunmadığı açık, egemenlik ve refah da paylaşılmak istenmiyor. Bunlar bir federasyonun olmazsa olmaz koşulları. Dolayısıyla gerçek bir federasyon kurulamayacağı belli. Ayrıca Türklerin federasyon denilince 1960 Anayasasındaki koşulları aradığı da açık. Kıbrıs meselesinde, “ya müzakere masasında yeni bir fikir tartışılacak ya da herkes kendi yoluna gidecek” noktasına gelindi. Bu nedenlerle Rum liderliği, gevşek ya da destantralize federasyon fikrini masaya taşımayı tek seçenek olarak görüyor. Fikre Rum halkının da alıştırılması gerekiyor.

Ne var ki bu tutum değişikliği, Türkler açısından kurdun kuzu postuna bürünmesi ya da Rum üniter devlet fikrinin gömlek değiştirmesi olarak görülecektir, görülmelidir. Zira kesin olan kavramlarla oynanacağı, Türkler ve Rumlara paketin farklı izah edileceğidir. Nitekim KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar da, tam bağımsız egemen iki devlet modeli önerisi yerine konfederasyon modeli önerisini gündeme getirmeye daha meyilli görünüyor. –Çünkü ipleri tamamen atmadan masada çözüm bulunmasının konfederasyon önerisiyle başlamayı gerektirdiği inancını paylaşanlar var. Buna göre konfederasyon iki devletli çözüme giden bir yol zira konfederasyonlar genellikle savunma ve dış ilişkilerinde ortak hareket eden iki devletten oluşur ve iç işlerinde bağımsızdırlar.– İşte burada düğüm çözülür ve müzakere masası kurulabilir. Zira artık paketin Rum halkına sayıca üstün olan Rumların egemenliğindeki güçlü bir merkezi devlette Türklere yerel otonomi/mahalli muhtariyet hakkı tanınacağı şeklinde izah edilip Türk halkına da bunun konfederasyon görüşmeleri olduğunun söylenmesi fırsatı yakalanmış olunacaktır.  Görüşmeler süresince de sızan bilgilere farklı anlamlar yüklenecek, adanın iki halkı için de çizilen harita belirsiz kalacaktır. Bu durumda, yüksek eğitimini İngiltere’de alıp, uzun yıllar orada yaşamış olan KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın kelime oyunlarına ve İngiliz hamlelerine dikkat edebilecek potansiyele sahip olduğuna inanmak gerekiyor.  Ama en sağlıklısı, lafı dolandırmadan ve açıkça iki ayrı egemen devlet formülünü en iyi seçenek olarak sunmaktır. Alternatifinin ilhak olduğunu düşünen Rum Yönetimi için gerçekten de bir gün en iyi seçenek iki ayrı egemen devlet modeli olacaktır. İlerliyormuş görünümüyle gerilemek yerine gerekiyorsa durmayı tercih etmek, kendisinden hoşlanılmayacağı riskini alabilen gerçek liderlerin yapabileceği bir iştir.

 

[1] BM Genel Sekreteri, Güvenlik Konseyine sunduğu 1 Nisan 2003 tarihli raporunda (S/2003/398, para. 4 – 7) müzakere sürecinin temelini 1250 sayılı kararın oluşturduğunu ifade etmektedir.

Yorumlar