Dr. Yeşim Demir Dr. Yeşim Demir

Kudüs=Filistin Sorunu ve Soruna Yaklaşımlar

07 Ocak 2018
Kudüs=Filistin Sorunu ve Soruna Yaklaşımlar

ABD tarafından, Kudüs'ün İsrail'in başkenti olarak kabul edilmesiyle Ortadoğu'nun göbeğine resmen bir ateş topu bırakılmıştır. Bundan sonraki süreçte dünyanın en sorunlu bölgelerinden biri olan Ortadoğu’yu ne bekliyor sorusuna olumlu yanıt vermek zorlaşmış, bölgenin büyük bir savaş içine sürüklemesi söz konusu olmuştur. Kudüs sorunu, Filistin sorunuyla özdeşleşmiş olduğundan son gelişmeler Ortadoğu’da çözüm olasılıkları üzerinde iyimser bir hava estirmemiştir.

Filistin Sorununun Kaynağı 100. yılında Balfour Deklarasyonu

Tarihe Balfour Deklarasyonu (İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur Balfour’un 2 Kasım 1917’de Siyonist lider Lord Rothschild’a göndermiş olduğu mektup) olarak geçen ve İngiltere’nin bir anlamda Yahudi devletinin kurulmasında hamiliği üstlendiği bu deklarasyon, Filistin Sorununun başlangıcı olmuştur denilebilir.

Araplar tarafından hem Sykes-Picot Anlaşması hem de Balfour Deklarasyonu kendilerine ihanet olarak değerlendirilmiştir. Dolayısıyla, Balfour Deklarasyonu ile Yahudilere bir “ulusal yurt” yaratılacağı duyulunca Filistin Meclisleri Yüksek Komitesi tarafından, Kudüs’teki ABD temsilcisine şunlar yazılmıştır: “Zayıf Arap milletinin parçalanması için çalışan en büyük düşman sanılan Türkiye, bizi bu yavaş ölüme mahkûm edecek kadar zalimleşmemişti. O halde, Yakındoğu’daki zaferlerine Arapların yapmış olduğu katkıyı kabul eden dostumuz Müttefikler, nasıl olur da böyle bir cezaya mahkûm edilmemize göz yumarlar? Eğer Türkiye’ye karşı başkaldırdıysak, bu sadece haklarımızı öne sürmek içindi ve ittifakımızın ülkemizi böleceğini ve ardından da sömürgeleştireceğini önceden görebilseydik, Türklere karşı husumetimizi ilan etmezdik.* Ancak geri dönüşü olmayan bir yola girilmişti.

Tabii bu Deklarasyonu kabul ederek destekleyen devletler de unutulmamalıdır: 1918 yılı içinde sırasıyla Fransa, İtalya ve ABD…

Balfour Deklarasyonu ile Arapların tepkisini çeken İngiltere, Arap Yahudi işbirliği kurarak, bir Arap-Yahudi anlaşmazlığını engelleme yolunu seçmiştir. Aynı zamanda ikiyüzlü bir politika izleyerek, bir yandan bölgedeki Yahudi olmayanların haklarını korumaya söz verirken (1920’de Filistin’de 668,258 Arap vardı ve bunlar nüfusun %85’ini oluşturmaktaydı) diğer yandan bölgeye yönelik Yahudi göçüne imkân sağlayarak bir Yahudi devleti kurulmasına ön ayak olmaktaydı.

İngiltere, çıkarları için Yahudileri bir enstrüman olarak kullanmayı hedeflemiştir. Yahudi devletinin coğrafi konumu stratejik açıdan önemli olduğu gibi, Yahudi sermayesi de İngiltere’nin savaşını finanse edebilecek güce sahipti. Buna karşılık Siyonistler devletlerine kavuşmuş olacaktı. Böylece karşılıklı ihtiyaçlar Siyonist taleplerin gerçekleşmesi için uygun ortamı sağlamış oldu.

Kudüs’ün Statüsü

İngiltere, Filistin’den çekilmeye karar verince, meseleyi Birleşmiş Milletler’e (BM) havale etmeyi tercih etmiştir. Konuyla ilgili olarak 1947 yılında BM Güvenlik Konseyinden 181 sayılı karar çıkmıştır. Alınan karara göre Filistin, Yahudiler ve Araplar arasında taksim edilecektir. Kudüs ise, uluslararası bir şehir olarak tanımlanmış ve ayrı bir statü içerisine konmuştur. Uluslararası hukuk bağlamında “Corpus Seperatum” denen yani iki devletin de kendi egemenlik alanı içerisinde yer almayan, ayrı bir kategori içerisinde değerlendirilmiştir.

Kudüs’ün statüsüne yönelik karmaşık gelişmeler 1950 yılında seyir değiştirmiştir. 24 Nisan 1950 tarihinde Ürdün, Doğu Kudüs’ü ve Ürdün Nehri’nin batısındaki toprakları ilhak ettiğini duyurmuştur. Her ne kadar BM bu durumu tanımadığını ilan etmişse de bu gelişmeler İsrail’e operasyon düzenleme yönünde fırsat yaratmıştı. Artık Kudüs’ün corpus separatum durumunu savunmak zorlaşmıştı. Aynı zamanda Ortadoğu’da varlık gösteren Sovyetler Birliği de, Kudüs’ün corpus separatum olarak kalmasının makul bir düşünce olmadığını ilan etmişti.

1953 yılında İsrail, Kudüs ile ilgili yeni stratejiler belirlemiştir. Bu doğrultuda ABD’nin de, Kudüs’e yönelik politikasında önemli değişimler görülmüştür. İsrail, akredite olmak isteyen bütün yabancı diplomatik misyonların Kudüs’e evraklarını getirmesini istemesi üzerine 1954 yılında yeni tayin edilen ABD Büyükelçisi Kudüs’te akreditasyon evraklarını sunmuştur, ancak ABD bir taraftan da diğer resmi evraklarda Tel Aviv’in İsrail’in başkenti olduğunu vurgulamaya devam etmiştir.

1967 yılında 6 Gün Savaşı olarak da isimlendirilen Arap-İsrail savaşı ile İsrail, Filistin’in tamamını ele geçirmiştir. ABD, her zaman Kudüs ile ilgili gelişmeleri desteklememiştir. Şöyle ki, 1969 yılında Rogers Planında Kudüs’ün Yahudileştirilmesi sert bir şekilde eleştirilmiştir.

İsrail, 1980 yılında ise Kudüs’ü bir bütün olarak başkenti ilan etmiştir. Her ne kadar bu karar BM Güvenlik Konseyi tarafından kınanmışsa da 1990’lı yıllarda ABD, Kudüs’ü başkent olarak tanıyabileceğine ilişkin açıklamalar yapmıştır. ABD’nin 1995’teki Kudüs Büyükelçilik Yasası’na göre, İsrail’in başkenti Tel Aviv’deki büyükelçiliğini Kudüs’e taşıması öngörülüyordu. Ancak söz konusu yasa 6 ayda bir ulusal güvenlik gerekçesiyle erteleniyordu.  

Kudüs kim için neden önemli?                       

Kudüs, dini kimliği, tarihsel geçmişi ve jeopolitik konumuyla büyük öneme sahip olup, üç semavi dinin mensupları tarafından sürekli gündemde tutulan bir konudur.

Yahudiler için, 2500 yıl önce sürgün edildikleri atalarının toprakları, Süleyman Mabedi'nin inşa edildiği yer,

Hristiyanlar için, dinlerinin doğduğu yer olmakla birlikte Hz. İsa'nın çarmıha getirildiği yer,

Müslümanlar için ise, İslam'ın ilk kıblesi olan Mescid-i Aksa'nın bulunduğu kutsal şehir olmakla birlikte Hz. Muhammed’in Miraca yükseldiği yerdir.

İsrail’in daha doğrusu Yahudilerin vaad edilen topraklar inancı, Yahudiliğin temel düşüncesini oluşturmaktadır. Onlara göre bu toprakları Yehova (Tanrı), seçilmiş ırka vaad etmiştir ve bu vaad gerçekleşecektir.

Yahudilerin bu şehri merkez seçmesinde dini nedenlerden çok stratejik ve politik nedenler olduğu değerlendirmesi yapılmaktadır. Hz. Davud’un yönetim merkezini Hevron’dan Kudüs’e taşımasının sebebi, şehrin, kuzeydeki İsrail kabileleri ile güneydeki Yehuda kabilelerine ait arazinin arasında kalan tampon bir bölge ve her iki tarafı yönetmek için ideal coğrafi bir konuma sahip olmasıydı. Dolayısıyla Hz. Davud’un hedeflerine çok uygundu. Aynı zamanda, savunma için iyi bir konuma sahip olan Kudüs’ün su kaynağına yakınlığı da burayı cazip hâle getirmiştir.

Dini ritüellerin İsrailoğulları’nı birleştiren ortak bağ olduğunu kavrayan Hz. Davud, tüm kabilelerin ortak kabul ettikleri Ahit Sandığı’nı buraya getirmekle başkenti aynı zamanda dini bir merkez, hac ziyareti yeri haline getirmiştir. Şehir, Hz. Davud ve Hz. Süleyman ile birlikte kutsallaşmaya başlamıştır.

ABD’nin Kudüs ve İsrail İlgisi

Yahudilerin hamiliğini üstlenen İngiltere gibi ABD içinden bazı kesimlerde aynı misyonu üstlenmiştir. Buna Evangelistler örnek gösterilebilir.

Evangelizm Nedir?

Evangelizm temelde, Protestanlığa dayanmakta ve Protestanlar da, Eski Ahit'e inanmaktadırlar. Yahudilere hizmet veya yardım etmek dini bir görev olarak algılanmaktadır.(Örneğin, İngiltere Protestan Anglikan Kilisesi)

Evangelistlere göre, Siyon Devleti kurulunca İsa gelecektir. Ayrıca, Yahudilerin Tanrı'nın seçilmiş halkı olduğundan yola çıkılarak, kutsal toprakların da Yahudilere ait olduğu ve Mesih'in gelişiyle birlikte bir dünya egemenliğine ulaşacaklarına inanmaktadırlar. Evangelistler için Ortadoğu, İsa'nın yeniden dirilişiyle yaşanacak olayların merkezinde yer almaktadır. Dolayısıyla İsa gelmeden burada hazırlık yapılmalıdır.

Uzun yıllardan beri ABD'yi, Hristiyan Siyonistler olarak değerlendirilen Evangelistler (G.W.Bush önemli isimlerdendir) yönetmektedir. Bu durumdan yola çıkıldığında, ABD tarafından Kudüs’ün durumuna müdahale daha iyi anlaşılabilmektedir. 

ABD (Evangelistler), inançları ve çıkarları gereği tüm yolların birleştiği Ortadoğu'ya gelmiştir ve kolay kolayda çıkmayacaktır. Son başkent kararında da görüldüğü üzere Büyük Ortadoğu Projesi içinde Büyük İsrail'i gerçekleştirme adına taşlar yerine oturmaya başlamıştır. Dolayısıyla bunun için, İsrail'in vaat edilmiş toprakları ele geçirmesi gerekmektedir.

İslam Dünyasını da ilgilendiren Kudüs’ün başkent ilan edilmesi kararına ciddi anlamda tepki, dönem başkanlığını yapan Türkiye’nin çağrısı ile İslam İşbirliği Teşkilatı’nın toplanması olmuştur.

İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT)

Kudüs/Filistin sorunu ile ilgili olarak, İslam İşbirliği Teşkilatı kurulmadan önce de İslam dünyasında bir takım girişimler olmuştur. Bunlardan ilki, Balfour Deklarasyonu sonrası Filistin halkının, dünya kamuoyuna seslerini duyurabilmek amacıyla yerel liderler ve Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseyni’nin öncülüğünde gerçekleştirdikleri, Kudüs Kongresi olarak da nitelendirilen İslam Kongresi’dir.

1931 yılı sonlarında toplanan Kongre, Filistin Sorununu, bölgesel bir problem olmaktan çıkararak İslam dünyasının sorunu haline getirmesi açısından da önem taşımaktadır.

Kudüs’te yapılması öngörülen kongrenin amaçları olarak belirlenen, etnik köken ve mezhep ayrımı yapılmaksızın Müslümanlar arasındaki işbirliğini ve genel İslam kardeşliğini geliştirmek, Müslümanların menfaatlerini savunmak ve kutsal mekânlar ile toprakları herhangi bir müdahaleye karşı korumak, Hristiyan misyonerlerin çabalarına ve kampanyalarına karşı savaşmak, İslam inancı birliği için üniversiteler ve akademik kuruluşlar açmak gibi konular, daha sonraki yıllarda oluşturulacak olan İslam İşbirliği Teşkilatına fikri anlamda temel teşkil etmiştir.

II. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönem, milletlerarası alanda örgütlenme dönemi olarak dikkat çekmektedir. Doğu ve Batı Blokları içerisinde başlayan örgüt teşebbüslerini, üçüncü dünya ülkeleri de izlemiştir. Savaşı sonrası bağımsızlıklarına kavuşan Arap ülkeleri yöneticilerinin çoğu, Batı yanlısı ve Batı’nın etkisinde oldukları için İslam Birliği düşüncesine pek sıcak bakmamışlar, daha çok etnik ve bölgesel toplantılara önem vermişlerdir.

22 Ağustos 1969 yılında Kudüs’teki Mescid-i Aksa’nın Avustralyalı bir Yahudi olan Michael Danis Rohen tarafından yakılması üzerine ortaya çıkan tepkiler İslam Konferansı’nın toplanmasına ortam hazırlamıştır.

İİT, dinsel olmaktan çok siyasal nitelik taşımaktadır. Kutsal yerlerin korunması ve Filistin halkına destek sağlamak bunlar arasındadır. İslam Zirvesi'nin ilk toplantısında iki görüş tartışılmıştır. İlk olarak, varlık ve zenginliklerini saltanatlarının devamına bağlayanlar, zirve toplantısının gündeminde El-Aksa yangını ile Kudüs’ün durumunun geniş olarak ele alınmasına karşı çıkmış, Sosyalistler ise, sorunun aslında İsrail meselesi olduğunu öne sürüp bu konuya, gündemde ayrıntıları ile yer verilmesini istemişlerdir. Hatta bu toplantıda, Kudüs’teki kutsal yerlerin korunmasını sağlamak amacıyla bir Müslüman-Hristiyan Zirve toplantısı yapılması yönünde teklif de yapılmıştır ancak reddedilmiştir.

Bu tartışmadan ortaya çıkan soru şu olmalı... Filistin ve Kudüs meselesi İslam Dünyası için birleştirici bir unsur mudur?

Filistin sorunu, Arap Dünyasındaki diktatoryal rejimlerin kendi meşruiyetlerini korumak için İsrail’i yok edeceğiz şeklinde kullandıkları bir söylem olmuştur. Aslında Filistin sorunu, birleştirici olmaktansa ayrıştırıcı olmuştur diyebiliriz. Çünkü bazıları İsrail’e yönelik ambargo uygulamak isterken diğerleri ise, İsrail’in sermayesinin çok olduğu ve kendi ülkelerinde yatırım yapabileceği düşüncesinde olmuşlardır. Kısacası para belirleyici olmuştur ve olmaktadır.

57 üyesi bulunan İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT), her üç yılda bir Devlet ve Hükümet Başkanları seviyesinde toplanmaktadır. İhtiyaç duyulduğunda, olağanüstü zirve toplantısı yapılabilmektedir. Olağanüstü durum olarak değerlendirilen ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak kabul etmesi sonucu Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın dönem başkanı olarak başlattığı diplomasi trafiğinin ardından İstanbul'da toplanmıştır.

Zirveden, Doğu Kudüs'ün "Filistin Devleti'nin işgal altında başkenti" olarak tanınması ve dünyadaki bütün devletlere de bu yönde çağrı yapılması kararı çıkmıştır.

Türkiye, Filistin ve Kudüs konularında çok hassasiyet göstermiş ve bu konular üzerinde Arap Devlerinden daha kararlı bir tutum takınmıştır. Örneğin, İsrail’in, 29 Temmuz 1980’de İsrail Parlamentosu tarafından kabul edilen bir kanunla Doğu Kudüs’ü Batı Kudüs’e katıp, ‘‘ebedi ve değişmez başkent’’ olarak ilan ettiğinde Türkiye tepkisini 1956’da maslahatgüzar seviyesine indirmiş olduğu diplomatik temsilcisini 2. Kâtip seviyesine indirerek göstermiştir.

Ne yazık ki, bünyesinde menfaatleri doğrultusunda geçici ve günlük çıkarlara göre hareket eden üyeleri olan İİT, aldığı kararlarla BM kadar ağırlıklı, güçlü bir örgüt olamamaktadır.

Sonuç

İslam dünyasında infiale neden olan Kudüs’ün başkent olarak kabul edilmesi kararı ve İsrail’in hiç bir şekilde taviz vermez tutumu, Ortadoğu’yu dizayn etme adına büyük bir savaşın habercisi olmaktadır.

Bu gelişmeler yaşanırken Araplar kendi aralarında iyi örgütlenemediği gibi, şahsi çıkar ve isteklerini dizginleyememeleri (Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri, İsrail’i İran’dan daha yakın görmektedirler) sonucunda, bağımsızlık vaatleriyle aldatılmalarının cezasını dün olduğu gibi bugün de çekmektedirler.

ABD ve diğer güçlerin bölge dinamiklerini dikkate alacak şekilde tek taraflı demeçler vermekten sakınmaları gerekmektedir. Aksi takdirde kaynayan kazan Ortadoğu’da var olan savaşın daha da yayılmasına sebep olabilirler.

İsrail’in 1948 yılında kuruluşundan bugüne tek yaptırım kararı yoktur. İsrail’e yönelik Arap Devletlerinin tepkisi, hem geçmişte hem de bugün onunla, barışa hayır, görüşme masasına oturmaya hayır ve onu tanımaya hayır şeklinde olmuştur. Bu söylemlerin geçersiz olduğunu bilen İsrail’in, taviz vermesi söz konusu bile değildir.

 

* Hasan KAYALI, Jön Türkler ve Araplar, Osmanlı İmparatorluğu’nda Osmanlıcılık, Erken Arap Milliyetçiliği ve İslamcılık (1908-1918), çev. Türkan Yöney, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1998.

 

 

 

Bu makale ilk olarak Diplomatik Gözlem dergisinin Ocak 2018- 72. sayısında yayınlanmıştır. 

Yorumlar