05 Eylül 2017
“ Lozan Andlaşması kurduğu dengeler sebebiyle 94. yılını doldurabilmiştir. Oysa, Birinci Dünya Savaşı’nda ve sonrasında yapılan Andlaşmalar ortadan kalkmış bulunmaktadır. „
Lozan Dengesi

Vatanı elinden alınmak istenmiş olan Türk Milleti, Mustafa Kemal Paşa’nın emsalsiz önderliğinde 19 Mayıs 1919 Pazartesi günü Samsun’da başlattığı kurtuluş, millî istiklâl ve egemenlik mücadelesini 9 Eylül 1922 Cumartesi günü kesin bir askerî zaferle sonuçlandırmıştır. Bu zafer, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın yakın silâh arkadaşı, İstiklâl Savaşımızda I. ve II. İnönü meydan muharebelerinden zaferle  çıkan  Garp Ordularımızın Komutanı ve TBMM Hükûmeti’nin Dışişleri Bakanı İsmet Paşa’nın 24 Temmuz 1923 Salı günü Lozan Barış Konferansı’nda imzaladığı Barış  Antlaşması ile taçlanmıştır. Taçlanmıştır, çünkü, o gün Türk Milleti, kendi tam bağımsız ve egemen Devleti’nin – benzetme yerindeyse - doğum belgesini ve tapusunu uluslararası camia önünde elde etmiştir.

Bu tapu  gelecek kuşaklara, yani bizlere, titizlikle muhafaza etmemiz gereken pahabiçilmez değerde bir miras olarak bırakılmıştır. Büyük Atatürk “…Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır [ sonsuza kadar yaşayacaktır (TDK) ]” sözünü dile getirirken Türkiye Cumhuriyeti’nin gelecek kuşaklar tarafından korunup yaşatılacağına olan inancını da ortaya koymuş bulunmaktadır.

Türkiye, Barış Konferansı’na, Yunanistan’ın kuruluşundan itibaren Bizans’ın ihyası emeliyle “megali idea” doğrultusunda Anadolu’ya doğru yayılmacı bir siyaset ve hareket tarzı ortaya koyduğunun bilinci içinde katılmıştır. Bu bilinçle, TBMM Hükûmeti, Anadolu yarımadasının batı ve güney kıyılarının hasım güçler tarafından kuşatılmasını önleyecek dengeli düzenlemeleri öngören bir andlaşmanın ortaya çıkması için çaba sarfetmiştir.

Savaşmış iki komşu Devlet ve millet arasında barışın, iyi komşuluk ilişkilerinin devamını istikrarlı kılacak bir menfaat dengesinin yaratılmasının, karşılıklı husumet duygularını bastırabileceği düşüncesi ile hareket etmiştir.

Sonucunda da, Türkiye, Lozan’da, genel olarak dış siyasetimizin, özel olarak da Kıbrıs ve Türk - Yunan münasebetlerine dair strateji ve politikalarımızın yürütülmesinde on yıllar boyunca gözettiğimiz dengelerin oluşturulmasını da sağlamıştır.

Bu dengeler manzumesi dış siyaset terimler kılavuzumuzda “Lozan dengesi” şeklinde yer almıştır.

Lozan Dengesinin Unsurları

Lozan’da Türkiye ile Yunanistan arasında kurulan stratejik dengenin unsurları şunlar olmuştur:

  1. Türkiye ile Yunanistan arasındaki Trakya hududunun belirlenmesi;
  2. İngiltere’nin Kıbrıs’ı ilhakının tanınması;
  3. Yunanistan’ın ülkesine dahil edilen Limni, Semadirek, Midilli, Sakız, Sisam ve Nikarya gibi Doğu Ege adalarının Türkiye’nin güvenliği ile ilgili hususlar dikkate alınarak asker ve silâhtan arındırılmış bir statü altına konulmaları;
  4. Türkiye’ye bırakılan İmroz (Gökçeada) ve  Bozcaada için özel bir idarî düzenleme getirilmesi;
  5. İtalya’nın Oniki Ada üzerindeki egemenliğinin devam etmesi;
  6. Anadolu’da İstanbul dışında yaşayan Rumlarla ve Yunanistan’da Batı Trakya dışında yaşayan Türklerin mübadeleye tabi tutulmaları;
  7. İstanbul’da yaşayan Rum Ortodoks, Batı Trakya’da yaşayan Müslüman (Türk) ahaliye azınlık statüsünün verilmesi ve hakların hukukun teminatı altında tutulması;
  8. Andlaşma’da hükme bağlanmamış olmakla beraber, Türkiye’nin tek taraflı bir tasarrufu neticesinde Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin, siyasî faaliyette bulunmaması şartıyla bir Türk kurumu olarak İstanbul’da kalması;
  9. Türkiye ile Yunanistan’ın Ege denizindeki karasuları genişliklerinin Andlaşma’da ( Madde 12 ) zımnen 3 mil olarak saptanmış bulunması;
  10. Aynı şekilde, Lozan döneminde iki ülkenin millî hava sahaları da, devletler hukukunun teamülî kurallarına uygun olarak karasularının genişlikleri kadar, yani 3 mil olmuştur.

Bu incelemede esas itibariyle “Lozan dengesinin” Kıbrıs adasına, Ege’deki adaların hukukî statüsüne ve karasularına ilişkin unsurları üzerinde durmak istiyorum. Zira, Yunanistan’ın dengeyi lehine bozma teşebbüsleri 1950’li yıllardan bu yana etkin ve sürekli biçimde başlıca bu unsurlarla ilgili olarak tecelli etmiş ve iki ülke arasında ciddi gerginliklere sebep olmuştur.

Akdeniz ve Ege’deki Adalar

Tarihin akışı içinde,  Akdeniz’i, Mezopotamya’yı ve Orta Doğu’yu kontrol etmek isteyen güçler arasında, Ege Deniz’indeki ve Akdeniz’deki, Sicilya, Sardunya, Kıbrıs, Korsika, Girit, Rodos (Oniki Ada), Malta, İmroz (Gökçeada), Bozcaada Limni, Semadirek, Midilli, Sakız, Sisam ( vs ) gibi  stratejik önem ve değer taşıyan adaları ele geçirmek için sürekli bir rekabet ve çatışma yaşanmıştır. Üstünlüklerini diğerlerine kabul ettiren, baskın çıkan güç veya güçler, bu adaları egemenlikleri altına alabilmişlerdir.

Osmanlı Devleti Güçlü Döneminde Adalara Sahip Oluyor

Osmanlı Devleti yükselme devrinin ortalarından itibaren Taşoz, Semadirek, Limni, İmroz (Gökçeada), Bozcada, Midilli, Eğriboz, Şeytan, Sisam,  Rodos gibi adaları ve diğer Menteşe Adalarını, Kerpe, Çoban, Kiklat Adalarının tamamını, Sakız ve civarındaki adaları birer birer kendi topraklarına dâhil etmiş bulunuyordu.

16. yüzyılın üçüncü çeyreğinde de Osmanlı İmparatorluğu yükselme devrinin zirvesine ulaşmıştı. Sınırları, Avrupa’da Viyana önlerinden başlıyor; bugünkü Macaristan ve Balkan ülkelerini içine alıyor; Karadeniz’in kuzeyinden geçerek İran’a ulaşıyor; güneye Basra Körfezi’ne uzanıp Arap yarımadasını ve Kuzey Afrika’yı kapsıyordu. Akdeniz’in çevresinin yaklaşık dörtte üçü Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarıyla çevriliydi. Ege’deki, Orta ve Doğu Akdeniz’deki adaların, ada gruplarının, Kıbrıs ve Girit hariç, tamamı Osmanlı egemenliği altına alınmıştı. Osmanlı Devleti bir dünya gücü haline gelmiş; kuvvetler dengesinin belirleyici unsuru olmuştu.

Kıbrıs ve Girit, devrin Akdeniz’deki güçlü denizci devleti Venedik’in elinde bulunmaktaydı. Venedikli korsanlar bu adaları üs olarak kullanarak Osmanlı Devleti’nin Orta ve Doğu Akdeniz’deki çıkarlarına zarar vermekten geri durmuyorlardı. Gelişmeler öncelikle Kıbrıs adasının ele geçirilmesini Osmanlı Devleti için bir zorunluluk haline getirmişti.  Ada’nın fethi 11 ay süren bir kuşatma harekâtının sonunda 1 Ağustos 1571 tarihinde tamamlanmıştır. Böylece Anadolu ile Mısır ve Suriye arasındaki deniz yolunun güvenliği sağlanmış; doğu Akdeniz’in tamamına Osmanlı Devleti hâkim olmuştur. Girit’in fethi için başlatılan harekât 24 yıl sürmüştür. Adanın tamamının Osmanlı egemenliği altına alınması 1669’da gerçekleşmiştir.

Osmanlı Devleti en son olarak 1718 yılında Ege’deki İstendil (Tinos) adasını topraklarına katmıştır.

Osmanlı Devleti Zayıf Döneminde Adaları Kaybediyor

Osmanlı İmparatorluğu, yüzyıl kadar sürecek olan yıkılma devrinde ise, maalesef, Ege’deki adalarını kaybetmeğe başlamıştır. Elenlerin 1830’da bağımsızlıklarını ilân etmeleri bu kayıpları hızlandırmıştır. Çok sayıda adasını İtalya ile yapılan Trablusgarp harbi (1911 – 1912 ) ve Balkan savaşları (1912 – 1913 ) sonucunda kaybetmiştir.

Girit’in Elden Çıkışı

Girit adası, Avrupalı güçlerin de müdahil oldukları - bugün Kıbrıs konusunda yaşamakta olduklarımıza benzer biçim ve nitelikteki – çeşitli entrikalarla dolu bir asırdan uzun bir süreç sonunda 1908’de fiilen Yunanistan’ın hâkimiyeti altına girmiştir. Osmanlı Devleti’nin uğradığı Balkan bozgunu neticesinde de 1913 yılındaki Londra Antlaşması ile hukuken Yunanistan’ın olmuştur. Böylece, Yunanistan Girit’te “enosis” emel ve hedefine ulaşmıştır.

Osmanlı Devleti’nin Kıbrıs’ı Fiilen Kaybedişi

Kıbrıs adasına gelince: Osmanlı Devleti, Kıbrıs’ı 1878 yılına kadar 307 yıl hukuken ve fiilen egemenliği altında tutmuştur. Gücünü yitirdiği  “Yıkılma Devrinde” 1878 yılında ise İngiltere tarafından işgal edilmesine rıza gösterme zaruretini duymuştur. 

Osmanlı Devleti, 1877’den itibaren Rusya’dan Anadolu topraklarına yoğunlaşarak yönelen çok ciddi tehdit ve tehlikelerle karşı karşıya kalmıştır. Rusya ile Batıda ve Kuzey Doğuda iki ayrı cephede savaşmıştır. Rus ordusu İstanbul önlerine kadar gelmiştir. Doğuda Kars, Ardahan ve Batum’u almıştır. Kıbrıs adasını ele geçirmek için o zamana kadar yıllardır fırsat ve imkân kollamakta olan İngiltere, Osmanlı Devleti’ne yardım ve işbirliği teklifinde bulunmakta gecikmemiştir. Karşılığında da Rusya’dan yönelen tehdidin ortadan kalkmasına değin Kıbrıs’ı geçici olarak işgal etmeyi önermiştir. Ayrıca, 1878 Berlin Barış Konferansı’nda siyasî ve diplomatik destek vermeyi vadetmiştir. Savaşta ve savaşın sonucunda, hem doğu Anadolu’da, hem Balkanlarda parçalanma sürecinin en ağır toprak kayıplarına uğrayan Osmanlı Devleti, İngiltere’nin bu sinsi yaklaşımını ve kötü niyetli teklifini çaresiz kabul etmiştir.  İngiltere’nin Kıbrıs’a fiilen el koyması bu ülkenin Osmanlı Devleti’ni parçalama siyasetinin başlangıcını oluşturmuştur.

Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşına Almanya’nın yanında katılma kararını verdiği 5 Kasım 1914 tarihinde de İngiltere Kıbrıs’ı ilhak ettiğini açıklamıştır. Osmanlı Hükûmeti İngiltere’nin bu kararını tanımamış; ancak tanımadığını silâhlı kuvvet kullanarak fiilen ortaya koyacak gücü kendisinde bulamamıştır.

Kıbrıs İçin “Enosis” Hayali Güçleniyor

Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan,  Kıbrıs’ın İngiltere tarafından ilhak edildiğinin açıklanmasını sevinçle karşılamışlardır. Ada’nın fiilen Osmanlı idaresinden kurtulmuş olmasını, fazla uzak olmayan bir gelecekte “enosis” ülkülerinin gerçekleşmesini sağlayacak bir gelişme olarak değerlendirmişlerdir. Kıbrıs’taki Başpiskopos Cyril II beraberinde Rum yerel meclisinin bazı üyeleri olduğu halde İngiliz Vali’yi ziyaret etmiştir. Vali’ye  Ada’nın İngiltere tarafından ilhak edilmesinden Rumların duydukları memnuniyeti dile getirmiştir. Rum papaz “bu olayı bizim, anamız olan Yunanistan’ın kollarına kavuşmamızı kolaylaştıracak bir aşama olarak görüyoruz” demeyi de ihmal etmemiştir.[1]

O dönemde İngiltere’de Başbakan olan Asquith, 1915 Nisan’ında Yunanistan’ı Müttefik Devletler safında harbe girmeğe ikna edebilmek için, Kıbrıs’ın Yunanistan’a devredilmesi teklifini yapmıştır.  Ancak, Yunanistan Almanya’ya karşı harbe girmeyi hemen göze alamamış ve teklifi reddetmiştir. 

Rumlar İngilizlerin Kıbrıs’ı Yunanistan’a verme teklifinden de sevinç ve gurur duymuşlardır. 1915 Kasım ayında Başpiskopos yanına Ada’nın Rum meclisinden bazı üyeleri alarak yeni İngiliz valiyi ziyaret etmiş ve “Britanya tahtına, hükûmetine ve halkına Kıbrıs’ı Yunanistan’a verme yönünde İngiltere’nin yüce gönüllülükle yaptığı teklif için” minnet beyanında bulunmuştur.[2]

Lozan Konferans’ı Başlarken Ege’deki Adaların Aidiyeti

Konferans’ın başladığı 22 Kasım 1922 tarihi itibariyle Osmanlı Devleti Bozcaada, İmroz (Gökçeada), Tavşan Adası hariç, Egedeki ve Akdeniz’deki adalarını kaybetmiş bulunuyordu. Oniki Ada İtalya’nın egemenliği altındaydı. Anadolu yarımadasının hemen karşısındaki Midilli, Sakız, Sisam, Nikarya, Limni Semadirek gibi adalar Yunanistan’a verilmişti.

Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı’nda yenilmesi üzerine imzaladığı Sevr Adlaşması uygulanabilmiş olsaydı, Ege’de İmroz (Gökçeada) ve Bozcaada gibi önemli iki adayı da kaybetmiş olacaktı.

Lozan’da Türk Heyeti Adaların Askersizleştirilmesini İstiyor

TBMM Hükûmeti Lozan’da İstiklâl Savaşımızın ertesinde Türkiye ile Yunanistan arasında istikrarlı bir barış ortamı yaratacak dengelerin kurulması amacını güderken, Ege’deki adaların ve Kıbrıs adasının,  Türkiye’nin huzur ve güvenliği bakımından taşıdığı hayatî önemin bilinciyle hareket etmiştir. Yunanistan’a bırakılan adalar bakımından egemenlik hakkını sınırlayıcı tedbirler önermiştir. Bu çerçevede adaların askersizleştirilmesi gereği üzerinde ısrarla durmuştur.

İngiltere’nin 1914’de ilhak ettiğini açıkladığı Kıbrıs ile ilgili olarak da Konferans’ta Ada’nın Rumların ve Yunanistan’ın tarihî emelleri istikametinde kullanılmasına yol açacak bir karar alınmasını önlemek için çalışmıştır.

İsmet Paşa’nın Adalar Hakkındaki Konuşması

İsmet Paşa, Konferans’ın I. Komisyonu’nun 25 Kasım 1922 Cumartesi günü öğleden sonraki oturumunda Ege ve Akdeniz’deki adalar konusunda yaptığı konuşmada başlıca şunları ifade etmiştir: [3]

“…Coğrafya bakımından, Küçük Asya’ya bağlı parçalar olan Akdeniz ve Ege adalarının, Anadolu’nun huzuru ve güvenliği için büyük bir önem taşımaktadırlar… Bu adalar kıyıdan az uzaklıkta ve karasuları içinde bulunan ufak adalarla, büyük adaları kapsamaktadır. Karasuları içindeki ufak adalar, Küçük Asya’nın barışını pek yakından tehdit edebilirler. Bu bölgenin tamamlayıcı birer parçası olduklarından, bu adaların Türkiye’nin egemenliği altına konulmaları kesin olarak zorunludur. Kaldı ki, bunlar Türk karasuları içinde bulunduklarına göre, bunların Türk egemenliği altında olmaları gerekmektedir.”

“Büyük adalara gelince: kaderi 17/30 Mayıs 1913 tarihli Andlaşma uyarınca Büyük Devletlerce saptanması gerekli olan Bozcaada ve İmroz üzerinde Türkiye’nin hakları, aynı Devletlerin 14 Şubat 1914 tarihli ortak notalarıyla doğrulanmıştır. Bu yüzden bu iki ada Türk egemenliği altına konulmuş bulunmaktadır.”

“Öte yandan, Türk kıyısı ile Boğazların yakınında bulunan Semadirek ( Samothrace ) adasının da, Türkiye’de kalması gereklidir ve hak gözetirliğe uygundur.”

“Limni, Midilli, Sakız, Sisam ve Nikarya (Lemnos, Mitylène, Chio, Samos, Nikaria) adaları, Büyük Devletlerce Yunanistan’a bırakılmıştır. Türkiye’nin güvenliği bakımından bu adalar hayatî önem taşımaktadırlar. Üstelik bu adaların ekonomik ihtiyaçlarının karşılanabilmesi de Küçük Asya ile birleşmelerini zorunlu kılmaktadır. İşte bu yüzden [ Büyük ] Devletlerin bu adalara ilişkin olarak aldıkları kararı Türkiye kabul etmemiştir.”

“Yunanistan’ın, yakın zamanlarda bütün dünyaca öğrenilen, Anadolu üzerindeki emperyalist emelleri, Anadolu’da bir Yunan İmparatorluğu kurmak için kendi ülkesinde yapmacık tutkular yaratan bir Yunanistan elinde, adları yukarıda belirtilen bu adaların nasıl tehlike yaratacağını Türkiye’ye göstermiştir.”

“Böyle olunca, genel barış yararına, bu adaları tüm olarak askerlikten arındırma yükümünün benimsenmesi zorunludur. Bu adalarda bulunan istihkâmlar ve bataryalar yok edilmeli ve silâhları yok edilmelidir. Gelecekte de oralarda hiçbir yeni tahkimat yapılamamalıdır. Bu adalardan hiçbiri deniz üssü olarak kullanılamamalıdır. Bu adalar uçaklar getirilememeli; uçaklar için burada sundurmalar ( hangarlar ) yapılamamalıdır. Söz konusu adalarda asayişi sağlamaya yetecek sayıda jandarmadan başka hiçbir silâhlı kuvvet bulundurulamamalıdır. Bundan başka bu adalar halkı, kışkırtıcılara yataklık edememeli; kaçakçılara sığınak olamamalıdır. Son olarak, bu konularda kabul edilecek yükümlerin her zaman yürürlükte  tutulacağı konusunda Türkiye’ye garanti verilmelidir.”

Barış Andlaşması’nda Ve Boğazlar Sözleşmesi’nde Adalar

Lozan Barış Konferansı’nda Ege’deki adalar konusuna Barış Andlaşması’nda ve Boğazlar Sözleşmesinde yer verilmiştir. Bu belgelerde adalar hakkında iki çeşit düzenleme yapılmıştır: [4]

Birinci düzenleme ile adaların hangi devletin egemenliği altına gireceği belirlenmiştir. İkincisi, adaların hukukî statüsüne dairdir.

Adalar Üzerindeki Egemenlik Hakkı

Andlaşma’nın 12. maddesinde, daha önce ikinci Balkan Savaşından sonra akdedilen Mayıs 1913’deki Londra ve Kasım 1913’deki Atina Adlaşmalarına ve bunlara dayanılarak “büyük devletler” tarafından alınan 13 Şubat 1914 tarihli karara atıf yapılmıştır. 12. Madde’de anılan karar teyit edilmiştir. Böylece, Doğu Akdeniz adalarının ve özellikle Limni, Semadirek, Midilli, Sakız, Sisam ve Nikarya adalarının, Andlaşma’nın 15. Madde hükümleri saklı kalmak üzere, Yunanistan’ın egemenliği altında olduğu, dolaylı biçimde belirlenmiştir.  İmroz, Bozcaada ve Tavşan adalarının Türkiye’nin egemenliği altında kalması hükme bağlanmıştır.

12. Madde’de ayrıca, Andlaşma’da aykırı bir hüküm bulunmadıkça ve Asya kıyısından 3 milden az bir uzaklıkta yer alan adaların Türk egemenliği altında kalacağı ifade edilmiştir.

Andlaşma’nın 15. Maddesi’nde de, Türkiye’nin, o günkü durumda, esasen İtalya’nın işgali altında bulunan Stampalia, Rodos, Kalki, Skarpanto, Kazos, Piskopis, Miziros, Kalimnos, Leros, Patmos, Lipsos, Simi, İstanköy adaları ile bunlara bağlı adacıkların ve Meis adasının üzerindeki bütün haklarından ve sıfatlarından İtalya yararına vazgeçtiği hükmü yer almıştır.

15. Madde’de zikredilen adalar İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 10 Şubat 1947 tarihinde galip devletlerle İtalya arasında yapılan Paris Barış Andlaşması’nın 14. Maddesi uyarınca İtalya tarafından Yunanistan’a devredilmişlerdir. Bu maddenin 2. fıkrasında “bu adalar askersizleştirilmiş olacak ve askersizleştirilmiş kalacaktır” [ These islands shall be and shall remain demilitarized.] hükmüne yer verilmiştir.

Adaların Hukukî Statüsü

Adaların hukukî statülerinin düzenlenmesine gelince:

Bu düzenlemeye dair hükümler Lozan Barış Andlaşması’nın 12. ve 13. maddeleri ile Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin 4. ve 6. maddelerinde yer almaktadır.

Konferans zabıtları, adalar konusunun tartışıldığı oturumlarda gerek heyet Başkanı İsmet Paşa’nın, gerek heyet mensuplarının Yunanistan’a bırakılan Anadolu’nun bitişiğindeki ve yakınındaki adaların Türkiye’nin güvenliğine tehdit oluşturmasını önlemek amacıyla askerden, silâh, askerî yapı ve tesislerden arındırılması gerektiği fikrini işlediklerini; bu fikirler istikametinde öneriler yaptıklarını göstermektedir. Neticede Barış Antlaşması’nın adaların hukukî statüsünü düzenleyen maddeleri büyük ölçüde Türk heyetinin görüşlerini ve tekliflerini yansıtan muhtevaya sahip olmuştur.

Barış Andlaşması’nın adaların hangi devlete ait olacağını düzenleyen 12. Maddesi’nde, yukarıda da işaret ettiğim üzere, 1913 yılındaki Londra ve Atina Antlaşmalarına göre “Büyük Devletler” tarafından alınan 13 Şubat 1913 tarihli karar doğrulanmıştır. Bu kararda Yunanistan’ın egemenliği altına konulan adalarda İstihkâm yapılmaması, deniz üssü kurulmaması ve adaların askerî amaçlarla kullanılmaması öngörülmüştür. Buna göre, 12. Madde’de zikredilen ve Yunanistan’a bırakılmış olan Adaların askerden arındırılmış statüde oldukları kuşkusuzdur.

Lozan Barış Andlaşması’nın 13. Maddesi’nde “barışın sürekli olmasını sağlamak amacıyla” Yunan Hükûmeti’nin Midilli, Sakız, Sisam ve Nikarya adalarında çeşitli “kısıtlamalara” uymayı yükümlendiği ifade edilmiş ve bu kısıtlamalar sıralanmıştır.

Öngörülen kısıtlamalar özetle şunlardır: Anılan adalarda hiçbir deniz üssünün kurulmaması, istihkâm yapılmaması; Yunan askerî uçaklarının Anadolu kıyısı toprakları üzerinde uçmalarının yasaklanması; bu adalarda ada halkından müteşekkil ve sayısı Yunan ülkesindeki jandarma ve polis sayısı ile orantılı sayıda jandarma ve polis kuvveti bulundurulması.

Bu Maddede Yunanistan’ın egemenliği altına konulan belirli adalar için öngörülen askersizleştirme tedbirlerine ilişkin hükmün başında “barışın sürekli olmasını sağlamak amacıyla”     [ With a view to ensuring the maintenance of peace ] ifadesi anlamlı ve önemlidir. Bu hüküm, Yunan hükûmetinin üstlendiği yükümlülükleri yerine getirmemesinden ve sonucunda barışın bozulmasından sorumlu tutulacağına işaret etmektedir.

Adaların ait oldukları devletin bu adalar üzerindeki egemenlik yetkilerine getirilen kısıtlamalar Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin 4. ve 6. Maddelerinde de yer almaktadır.

Sözleşme’nin 4. Maddesi’nde Ege denizinde Limni, Semadirek, İmroz (Gökçeada), Bozcaada ve Tavşan adalarının askersizleştirileceği hükme bağlanmıştır.

Askersizleştirme sadece sayılan adalarla sınırlı değildir. Boğazların her iki yakasında ve mücavir bölgeler için de askersizleştirme öngörülmüştür. 6. Madde de askersizleştirme hakkındadır ve tedbirleri genişletici bir mahiyettedir.

Limni ve Semadirek adaları için öngörülen askersizleştirme tedbirlerinin Türkiye’nin güvenliği açısından Sözleşmede yer aldığı bellidir.

1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi

Arasöz olarak belirtmekte fayda görüyorum: 20 Temmuz 1936 yılında imzalanan Montrö (Montreux) Boğazlar Sözleşmesi 1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin yerine geçmiştir. Montrö Sözleşmesi ile Türkiye Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi ve İstanbul Boğazını kapsayan Boğazlar Bölgesi’nin askerîleştirme mutlak hakkını elde etmiştir.

Günümüzde Yunanistan Ege’deki Adaların Hukukî Statüsünü İhlâl Ediyor

Yunanistan 1960’lı yılların başından itibaren Ege’deki adaların askerden ve silâhtan arındırılmış hukukî statülerini ihlâl eden hareketlerde bulunmaktadır. Bu konuda Türkiye Yunanistan nezdinde gereken uyarıları on yıllardır yapagelmektedir.

Son yıllarda basınımızda Yunanistan’ın Ege’de Türkiye’ye ait adaları ve/veya adacıkları işgal ve gasp ettiğine dair fotoğraflı haberler yer almaktadır. Bunlarla ilgili olarak Dışişleri Bakanlığımız 1 Ekim 2016 tarihinde şu açıklamayı yapmıştır:[5]

“Türkiye’nin 2003 yılından itibaren Ege denizindeki bazı ada ve/veya adacıkların egemenliğini başka bir ülkeye devrettiğine ilişkin iddia ve haberler tamamen gerçekdışıdır.

Öte yandan, komşumuz Yunanistan ile aramızda Ege bağlamında birbirleriyle bağlantılı bir dizi sorunun mevcut olduğu da bir vakıadır. Ege’de bazı adacık ve kayalıkların aidiyeti ve bununla bağlantılı olarak Türkiye ile Yunanistan arasında geçerli bir uluslararası anlaşmayla tespit edilmiş deniz sınırlarının bulunmaması da bu sorunlar arasında yer almaktadır.

Bilindiği gibi, Ege meseleleri Yunanistan ile aramızda mevcut diyalog kanalları çerçevesinde tüm yönleriyle ele alınmaktadır.

Ege'deki ada, adacık ve kayalıkların hukuki statüsü bağlamında son 13 yıldır herhangi bir değişiklik olmamıştır.”

2017 Ocak ayında Yunanistan Denizcilik ve Ada Politikası Bakan Yardımcısı Yunan Hükûmeti’nin Ege’de isim vermeden 28 küçük adacıkta iskân ve bayındırlık plânlaması yaptığını açıklamıştır.

Dışişleri Bakanlığımızın bu konuda 12 Ocak 2017 tarihinde yaptığı açıklamada şunları ifade edilmiştir:[6]

“Ülkemiz, Yunanistan'ın statüsü tartışmalı coğrafi formasyonlar üzerinde yaratması muhtemel fiili durumları kabul etmeyeceğini ve bunların hukuki açıdan hiç bir sonuç doğurmayacağını çeşitli kereler duyurmuştur.

Komşumuz Yunanistan’ın, gerek Hükümetimiz, gerek kamuoyumuz nezdinde büyük hassasiyet arzeden bu konuda sağduyulu davranmasını bekliyoruz.”

2017 Şubat ayında Yunan medyasında Yunan özel kuvvetlerine bağlı olduğu belirtilen paraşütçülerin İstanköy (Kos) adasına indirme tatbikatı yaptıkları yönünde haberlere çıkmıştır. Bu konuda Dışişleri Bakanlığımız 3 Şubat 2017 tarihinde şu açıklamayı yapmıştır:[7]

“1947 Paris Barış Antlaşması, silahsızlandırılmak koşuluyla İtalya tarafından Yunanistan'a bırakılmış olan İstanköy (Kos) adası üzerinde her türlü askerî eğitim faaliyetini yasaklamaktadır. Dolayısıyla, İstanköy’e yönelik bu tatbikat uluslararası hukukun açık bir ihlalidir.

Bu çerçevede; komşumuz Yunanistan’ı gerginliklere yol açacak, tırmanma potansiyeli bulunan tek taraflı, uluslararası hukuka aykırı, altından kalkamayacağı eylemlerden kaçınmaya davet ediyor; ülkemizin, Ege Denizi’ne yönelik siyasi ve hukuki pozisyonlarına uygun olarak, gerekli görülecek adımları bundan sonra da atmaktan imtina etmeyeceğini bildiriyoruz.”

Yunanistan savunma Bakanı özellikle Kardak kayalıklarıyla ilgili  olarak çeşitli tahrik hareketlerinde bulunmuştur. Çeşitli iddialar ortaya atmıştır. Yunan Başbakan Tsipras da 3 Şubat 2017 tarihinde Malta’da katıldığı AB Zirvesi sırasında basına şunlaroı ifade etmiştir:[8]

“Ege'de aidiyeti belli olmayan ( gri bölgeler) bölge yoktur. Varılan şey Yunanistan'ın Avrupa ve uluslararası hukuk çerçevesinde tüm sorunları çözüme kavuşturmak kararlılığıdır. Diyalog, işbirliği istiyoruz dikkat çekici hareketler değil. Yunanistan karşı taraftan ihlal edilen ulusal haklarını, uluslararası hukuk ve Avrupa hukuku içinde koruma kararlılığındadır."

Yunanistan’ın Ege’deki adaların ve adacıkların hukukî statülerine yönelik ihlâl hareketleri Türkiye ile Yunanistan arasında tırmanma istidadı gösterebilecek ciddi gerginliklere yol açma potansiyeli taşımaktadır.

Lozan’a Doğru Kıbrıs

Yunanistan I. Dünya Savaşı’na sonucunun belli olmaya başladığı 1917 ortasında itilâf (anlaşma) devletlerinin safında katılmış ve galip devletler asında yer almayı başarmıştır. Bu da Yunanistan’ı ve Kıbrıslı Rumları ortak “enosis” davalarının geleceği bakımından umutlu ve cüretli kılmıştır.  

Galip devletler, bir Kıbrıs Rum heyetinin 1919 Ocak ayındaki Barış Konferansı için Paris’e gelip Konferans çevreleriyle temaslarda bulunmasına imkân sağlamıştır. [9]

Rumlar ve Yunanistan Paris Konferansı’ndan sonra, Kıbrıs adasının İngiltere tarafından Yunanistan’a devredilmesi yolundaki taleplerini canlı tutabilmek için, sanki ortada böyle ciddi bir fikir ve ihtimal varmış gibi bir tutum ve davranış sergilemişlerdir. Örneğin, Yunanistan ile İtalya arasında 29 Temmuz 1919 tarihinde akdedilen bir Antlaşma ile İtalya’nın işgali altındaki Oniki Ada’nın İtalya tarafından Yunanistan’a devredilmesi hükme bağlanmıştır. Aynı Andlaşma’da İngiltere’nin Kıbrıs adası üzerindeki egemenliğinden Yunanistan lehine vazgeçmesi halinde, Rodos’un iki ülkeden ( Yunanistan ve İtalya ) hangisine ait olacağı konusunda plebisit yapılması hükmü yer almıştır. İtalya bu Andlaşmayı bir süre sonra feshettiğini açıklamıştır.[10]

Ayrıca, 28 Aralık 1920 tarihli “Suriye ve Lübnan, Filistin ve Mezopotamya Mandalarına İlişkin Belirli Noktalar Hakkındaki” Fransız – İngiliz Sözleşmesi’nin 4. Maddesinde de şöyle bir hüküm yer aldığı görülmektedir:

“İskenderiye Körfezi’nin açıklarındaki Kıbrıs adasının coğrafî ve stratejik konumu nedeniyle, Britanya Hükûmeti önceden Fransız Hükûmeti’nin rızası alınmadan  anılan adanın terkedilmesi veya üzerindeki hakların devredilmesi maksadıyla herhangi bir müzakere açmama hususunda mutabıktır.” [11]

Bu bahis çerçevesinde 20 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması’nın Kıbrıs hakkındaki hükümlerini de hatırlatmak uygun olacaktır.

30 Ekim 1919’da imzalanan Mondros Mütarekesi’nden 10 ay kadar sonra Müttefik Devletlerle Osmanlı Devleti arasında imzalanan Sevr Andlaşması’nın 115. Maddesi’nde “Müttefik Devletlerin İngiliz Hükûmetince  5 Kasım 1914’de ilân edilmiş olan Kıbrıs’ın kendisine (İngiltere’ye) bağlanmasını tanıdıklarını bildirdikleri” hükmü yer almıştır.

Sevr’in 116. Maddesi’nde de Osmanlı Devleti’nin, “bu adanın Padişah’a ödenen vergi üzerindeki hakkını da içermek üzere, Kıbrıs üzerinde ya da Kıbrıs’a ilişkin bütün haklarından vazgeçtiği” hükmüne yer verilmiştir.

117. Madde’deki hüküm de “Kıbrıs adasında doğmuş ya da orada oturan Osmanlı uyrukları, yerel yasa koşulları içinde, Osmanlı uyrukluğundan ayrılarak, İngiliz uyrukluğunu alacaklardır” şeklindedir.

Bunlar ve bunlara benzer gelişmeler Yunanlarda ve Kıbrıslı Rumlarda, Lozan Barış Konferansı'nda Kıbrıs'ın Yunanistan'ın egemenliğine bırakılacağı ümidini ve beklentisini yaratmıştır. Konferans'ın açılışından önce ve açıldıktan sonra Kıbrıs'ın Yunanistan'a verilmesi için gayret sarfedenler ve bu amaçla Türk heyetine baskı yapanlar olmuştur. İsmet Paşa ve heyeti, bu gayretleri önlemede, baskılara karşı direnmede kararlılık göstermiştir.

Lozan Konferansı’nda Kıbrıs

Konferans çalışmalarının akışı içinde Andlaşma'nın ilk taslağı olarak hazırlanan belgede Kıbrıs adası bakımından da uygulanacak şöyle bir hüküm (Madde 16) yer almıştır:

“Türkiye, işbu Andlaşma'da belirtilen sınırlar dışında bulunan bütün topraklar üzerindeki ya da bu topraklara ilişkin olarak, her türlü hakları ve sıfatlarıyla, üzerinde [ Türkiye’nin ] kendi egemenliği tanınmış adalardan başka öteki adalar üzerindeki her türlü haklarından ve sıfatlarından vazgeçmiş olduğunu bildirir.

Türkiye, [ söz konusu ] bu topraklar ve adalar bakımından, bunların bir başka devlete verilmesi, bağımsızlığı, bu topraklar ya da adalar üzerinde herhangi bir başka rejim kurulması konusunda uygulanmış ya da uygulanacak olan hükümleri [ şimdiden ] kabul ettiğini ve uygun bulduğunu bildirir.” [12]

Bu maddenin ikinci paragrafı ile Osmanlı Devleti’nin üzerindeki egemenliğini terk ettiği topraklarda ve adalarda (ki buna Kıbrıs adası da dâhil) gelecekte ilhak, bağımsızlık ilânı veya herhangi bir başka rejim kurulması yolunda alınacak kararları Türkiye Cumhuriyeti’nin önceden uygun bulması, kabullenmesi ve tanıması isteniyordu.[13]

Konferans’ta hazırlanmakta olan Barış Antlaşması’nın ilk taslağının 16. Maddesi Birinci Komisyon’un 25 Nisan 1923 Çarşamba günü İngiliz Sir Horace Rumbold’un başkanlığında yapılan oturumunda müzakere edilmiştir.[14]

Başkan 16. Madde hakkındaki Türk karşı tekliflerinde ikinci paragrafın çıkartılmış olduğuna işaret etmiş ve Türk heyetine bunun sebeplerini izah etmesi ricasında bulunmuştur.

İsmet Paşa’nın Konuşması

İsmet Paşa söz almış ve 16 Madde’nin ikinci paragrafının “Türkiye’yi Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan topraklara ilişkin olan ve Türkiye’nin bilmediği hükümleri onaylama ve kabul etme zorunda bıraktığını” söylemiştir. Devamla, “Türkiye’nin ileride kararlaştırılacak hükümleri de kabul etmesi istenmektedir. Açıkça bellidir ki, Türkiye, niteliğini ve kapsamını bilemediği hükümleri kabul etmeği yükümlenemez” demiştir.

 

Yunan Temsilci İtiraz Ediyor

Söz alan Yunanistan temsilcisi M. Caclamanos, Yunan heyetinin “bu hükmü ülke (toprak) sorunlarına ilişkin esaslı bir hüküm saymakta olduğunu; bu fıkranın metinde olduğu gibi tutulmasını gerektiğini düşündüğünü; çünkü Müttefik Devletlerin, bu toprakların ve adaların kaderine ilişkin olarak ileride konulabilecek hükümlere karışmayacağı konusunda, Türkiye’nin açık ve kesin bir yüküm kabul etmesini istediklerini” ifade etmiştir.

 

Andlaşma Taslağı Değişiyor

Müzakere sonunda 16. Madde ile ilgili taslak metin değiştirilmiştir.

16. Madde Andlaşma’da şöyle yazılmıştır:

“Türkiye, işbu Andlaşma’da belirtilen sınırlar dışında bulunan topraklar üzerindeki ya da bu topraklara ilişkin olarak, her türlü haklarıyla sıfatlarından ve [ Türkiye’nin ] egemenliği işbu Andlaşma’da tanınmış adalardan başka bütün öteki adalar üzerindeki her türlü haklarından ve sıfatlarından vazgeçmiş olduğunu bildirir; bu toprakların ve adaların geleceği [ kaderi ], ilgililerce düzenlenmiştir, ya da düzenlenecektir.

İşbu Madde’nin hükümleri, Türkiye ile sınırdaş olan ülkeler arasında komşuluk durumları yüzünden kararlaştırılmış ya da kararlaştırılacak olan özel hükümlere halel vermez.”

Yararlı olacağı düşüncesiyle, 16. Madde’nin Fransızca ve İngilizce metinlerine de aşağıda yer veriyorum: 

[ Article I6. Turkey hereby renounces all rights and title whatsoever over or respecting the territories situated outside the frontiers laid down in the present Treaty and the islands other than those over which her sovereignty is recognised by the said Treaty, the future of these territories and islands being settled or to be settled by the parties concerned.

The provisions of the present Article do not prejudice any special

arrangements arising from neighbourly relations which have been or may be concluded between Turkey and any limitrophe countries.]

[ Article 16. La Turquie déclare renoncer à tous droits et titres, de quelque nature que ce soit, sur ou concernant, les territoires situés au delà des frontières prévues par le présent Traité et sur les îles autres que celles sur lesquelles la souveraineté lui est reconnue par ledit Traité, le sort de ces territoires et îles étant réglé ou à régler par les intéressés.

Les dispositions du présent Article ne portent pas atteinte aux stipulations particulières intervenues ou à intervenir entre la Turquie et les pays limitrophes en raison de leur voisinage.]

Kıbrıs adasının kendisine verilmesi ümit ve beklentisi içinde Lozan Konferansı’na katılmış ve Andlaşmayı imzalamış olan Yunanistan Antlaşma’nın Kıbrıs’ın İngiltere’nin egemenliği altına konulmasına ilişkin maddesi hakkında herhangi bir çekince beyan etmiş değildir. Böylece Yunanistan anılan maddeyi olduğu gibi bütün sonuçlarıyla kabul etmiş olmaktadır.

16. Madde’nin ilk yazım biçimini İsmet Paşa kabul etmiş olsaydı, Türkiye gelecekte Kıbrıs konusu hakkında hiçbir söz hakkına sahip olamayacaktı.

Türkiye’nin Lozan’da Kıbrıs’ın Türkiye’ye verilmesi üzerinde durmamış olmasını akılcı ve gerçekçi bir stratejinin icabı olarak değerlendiriyorum.

Bir kere, Kıbrıs adası 1878’den itibaren İngiltere’nin işgali altındaydı. 1914’de de ilhak ettiğini açıklamıştı. TBMM Hükûmeti Lozan’da Kıbrıs’ı egemenliği altına alma konusunda ısrarlı davransaydı, bu iddiasının arkasında gerektiğinde Kıbrıs’a askerî müdahalede bulunabilmesini mümkün kılacak bir askerî gücün bulunması gerekirdi. Bundan mahrum durumdaydı. O günlerde mevcut uluslararası güç dengeleri karşısında İngiltere’nin Kıbrıs adası üzerinde 1878’de elde etmiş olduğu fiilî hâkimiyetinden Lozan’da diplomasi masasında Türkiye lehine vazgeçmesi beklenemezdi.

İkincisi, Ankara Lozan’da Kıbrıs için  İngiltere ile ipleri germiş olsaydı, bundan, Ada’nın kendisine  verilmesi beklentisi yüksek olan Yunanistan’ın istifade etmesi ihtimaller dahiline girebilirdi.

Üçüncüsü, TBMM Hükûmeti’nin Lozan Konferansı için belirlediği temel hedef olan tam bağımsız ve egemen Türk Devleti’nin yaratılması için gerekli barış anlaşmasının ortaya çıkması tehlikeye düşebilirdi.

İsmet Paşa, Kıbrıs adasına İngiltere’nin egemenliği altında Yunanistan’ın da kabul etmek durumunda kaldığı bir statü kazandırmıştır. Bu suretle Yunanistan’ın Ada ile ilgili olabilecek talepleri bakımından İngiltere ile karşı karşıya kalmasını sağlamıştır.

İsmet Paşa’nın Konferans’ta değiştirilmesini ve yeniden kaleme alınmasını temin ettiği Andlaşma’nın 16. Maddesi, ileride Kıbrıs’ın statüsü hakkında yeniden bir karar alınması ihtiyacı ortaya çıktığı zaman Türkiye’nin “ilgili” devlet olarak görüşme masasına oturmasına kapıyı açan bir içeriğe sahip kılınmıştır.

Kıbrıs konusunun 30 yıl kadar sonra gösterdiği gelişme seyri, bu olguyu teyit eder mahiyette olmuştur.

 

Oniki Ada’nın 1947’de İtalya’dan Alınıp Yunanistan’a Verilmesi

İkinci Dünya Savaşından sonra galip devletler, 10 Şubat 1947’de Paris’te imzalanan Barış Antlaşması’nın 14. Maddesi’nde Oniki Ada’nın İtalya’dan alınıp, eski sahibi Türkiye’ye değil, Yunanistan’a verilmesini hükme bağlamışlardır.  Bununla beraber, aynı Madde’de “bu adaların askerden arındırılacağı ve askerden arındırılmış olarak kalacağı” [ These islands shall be and shall remain demilitarized ] hükmü de yer almıştır.

Bu hüküm ile Türkiye’nin güvenlik ile ilgili kaygıları karşılanmak istenmişse de, Oniki Ada’nın Yunanistan’ın egemenliği altına konulması Lozan’da Türkiye ile Yunanistan arasında kurulmasına özen gösterilmiş olan dengenin Yunanistan lehine bozulmasına sebep olmuştur.

 

Türkiye ve Yunanistan Aynı Gün  NATO Üyesi Oluyorlar

Türkiye ve Yunanistan’ın 1952 yılında aynı günde (18 Şubat Pazartesi) birlikte NATO’ya üye kabul edilmeleri şüphesiz bir rastlantı değildir. NATO’nun önderlerinin o dönemin dünya şartları ve dengelerinde, Batı ittifakının dayanışma içinde olmasına ve öyle kalmasına verdikleri önem ve önceliğin gereği olarak vuku bulmuştur. Türkiye ile Yunanistan arasında Lozan’da kurulmuş olan dengenin sürdürülebilmesi isteğinin bir tezahürüdür.

Ayrıca, Batılı liderlerin Oniki Adaların Yunanistan’ın egemenliği altına girmesi suretiyle Lozan Dengesinde ortaya çıkan bozukluğu giderme düşüncesiyle de hareket etmiş olduklarını düşünüyorum.

 

Yunanistan BM’de “Enosis” Girişimlerine Başlıyor

Oniki Adaların Yunanistan’a verilmesinin ardından Lozan’da kurulan dengenin Yunanistan’ın Türkiye’ye yönelik emelleri ve çıkarları doğrultusunda tamamen ortadan kalkmasını önleyen tek ana unsur olarak Kıbrıs adası kalmıştır.

Stratejik değerdeki Oniki Ada’nın âdeta bir hediye şeklinde kendisine verilmesinden cesaret bulan Yunanistan, Kıbrıs adasını da ülkesine katma ve böylece Türkiye’yi güneyden de kuşatıp Anadolu’ya hapsetme emeliyle hareket etmeye başlamıştır. Bunu da, 1950’li yılların başlarından itibaren - çeşitli dış faktörlerin de itmesiyle -  Türkiye ile Yunanistan arasındaki münasebetleri kaplamış olan dostluk havası içinde yapmakta beis görmemiştir.

O dönemde Türkiye, iki ülkenin 18 Şubat 1952’de NATO’ya üye olmalarının yarattığı atmosfer içinde Yunanistan’la ilişkilerinde dostluğu ve işbirliğini esas alan bir politika izlemiştir. 1952 yılının ilk yarısında iki ülkenin Başbakanları Sofokles Venizelos ve Adnan Menderes; yılın ikinci yarısında da Cumhurbaşkanı Celâl Bayar ve Kral’ı Paulos  karşılıklı resmî dostluk ziyaretleri gerçekleştirmişlerdir. Kral  Paulos, Cumhurbaşkanı Bayar’ın 1952 yılının Kasım ayı sonlarında Atina’yı ziyareti sırasında misafirin şerefine düzenlenen yemekte yaptığı konuşmada “aramızda asırlarca süren ihtilâflara rağmen tarih ve mukadderatın tayin ettiği yolda bizlere milletlerarası bir vazifenin tevdi edilmiş bulunması bugün birleşmemizi tam ve mutlak hale getirmiştir” şeklinde dostane sözler dile getirmiştir.[15] 

Türkiye ile Yunanistan arasındaki bu yakınlaşma ve NATO stratejisinin icabı olarak sürdürülen Sovyetler Birliği’ni güneyden çevreleme gayreti, 1953’de Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında Balkan Paktı’nı ortaya çıkarmıştır. Ortaya çıkmasına Türkiye’nin önderlik ettiği bu Pakt 1954’de Balkan İttifakı statüsünü kazanmıştır.

Balkan İttifakı’nın 9 Ağustos 1954’de Yugoslavya’nın Bled kentinde imza edilmesinden bir hafta sonra Yunanistan, Kıbrıs konusunun BM’nin IX. Genel Kurul toplantılarının gündemine dâhil edilmesi için başvuru yapmıştır. İngiltere’nin egemenliği altındaki Kıbrıs adasında yaşayan nüfus için  “eşit haklar” ve “self-determination” (halkların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi) ilkesinin uygulanmasını talep etmiştir. Güttüğü amaç, tarihî ülkü ve emelleri doğrultusunda Kıbrıs adası ile “enosis” gerçekleştirebilmenin yolunu açmak olmuştur.  BM Genel Kurul’u Kıbrıs sorunu hakkında karar alınmasının uygun olmadığını açıklayan ve Yunanistan’ın teklif ettiği başlık altındaki konunun müzakere edilmeyeceğini belirten bir karar almıştır. [16]

Yunanistan’ın BM Genel Kurulu nezdindeki bu teşebbüsleri, sonuç vermeden 1958 yılının sonuna kadar sürmüştür. Böylece, Kıbrıs konusu BM Genel Kurulu’nun gündemine ilk defa olarak girmiş ve uluslararası bir sorun mahiyeti kazanmıştır.

Kıbrıs’ta EOKA Terörü

Yunanistan’ın BM çerçevesindeki bu girişimlerine paralel olarak, Kıbrıslı Rumlar da oluşturdukları EOKA terör örgütü vasıtasıyla 1 Nisan 1955 tarihinden itibaren Ada’da İngilizlere ve Kıbrıslı Türklere karşı şiddet eylemlerine başlamışlardır.

Türkiye’yi Kıbrıs Konusunun Dışında Tutama Çabaları

Yunanistan’ın, Kıbrıs adasını “self-determination” ilkesinin uygulanması yoluyla ilhak etme hayaliyle BM Genel Kurulundaki girişimlerine hazırlandığı dönemde, Türkiye’yi Kıbrıs konusunun dışında tutabilmenin çarelerini araştırmıştır. Bu çerçevede Kıbrıs konusunun sadece İngiltere ile Yunanistan’ı ilgilendirdiği kanaatini uluslararası camiada yerleştirmeğe çalışmıştır. Örneğin,  NATO Konseyi toplantısı vesilesiyle bulunduğu Lizbon’da 12 Şubat 1952 tarihinde bir basın toplantısı düzenleyen Yunanistan Dışişleri Bakanı Sofokles Venizelos, Kıbrıs konusundaki bir soruya verdiği cevapta “bu meselenin münhasıran Yunanistan ile İngiltere’yi ilgilendirdi­ğini” ifade etmiştir.[17]

Lozan’a Dayanarak  Türkiye Kıbrıs Konusuna Taraf Oluyor

Lozan Andlaşması’nın Kıbrıs adasına ilişkin hükümleri karşısında Yunanistan’ın Türkiye’yi Kıbrıs konusunun dışında tutma çabaları boşa çıkmıştır.

Gerçekten de, Kıbrıs konusu 1954 yılının Eylül ayında BM Genel Kurulu’nda müzakere edilirken ilk sözü alan İngiltere Daimî Temsilcisi Selvwyn Llyod, Kıbrıs adasının coğrafî bakımdan Anadolu’nun bir parçası olduğunu; Ada’da yüz bin civarında bir Müslüman – Türk toplumunun yaşadığını; tarihte hiçbir zaman Yunanistan’a ait olmamış bulunan Kıbrıs’ın egemenliğinin Lozan Andlaşmasıyla Türkiye’den İngiltere’ye geçmiş bulunduğunu; Yunanistan’ın Lozan Andlaşması’nı imzalamakla egemenliğin İngiltere’ye geçtiğini de kabul etmiş olduğunu söylemiştir.[18]

 

Londra’daki Kıbrıs Konferansı’na Türkiye’de Davet Ediliyor

İngiltere, EOKA terör örgütünün Ada’daki şiddet eylemleri karşısında, 29 Ağustos – 7 Eylül 1955 tarihleri arasında Londra’da Kıbrıs konusunda bir Konferans düzenlemiştir. Konferans’a Türkiye ve Yunanistan’ı davet etmiştir.  İngiltere böylece Kıbrıs konusunun Yunanistan’ı olduğu kadar Türkiye’yi de ilgilendirdiği; Kıbrıs konusunun taraflarından birinin de Türkiye olduğu ve Türkiye olmadan Kıbrıs konusunun çözümüne ilişkin bir karar alınamayacağı görüşünü taşıdığını ortaya koymuştur. İngiltere Konferans sırasında “enosis” temelinde bir çözüme de karşı çıkmıştır.

İngiltere’nin tutumunu belirlerken Lozan Andlaşması’nın hükümlerini de göz önünde tuttuğu kuşkusuzdur.

Dışişleri Bakanı Zorlu Lozan’a Dayanıyor

Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Londra Konferansı’ndaki konuşmasında Türkiye’nin pozisyonunu Lozan Andlaşması’nın Kıbrıs hakkındaki hükümlerini esas alarak ve Lozan’da Türk heyetince açıklanan görüşlere atıf yaparak izah etmiştir. Zorlu, diğer hususlar meyanında şunları söylemiştir:[19]

“Yunanistan’ın Türkiye’nin Lozan Antlaşması ile Kıbrıs üzerindeki bütün haklarından feragat ettiği iddiası mesnet bulamaz. Zira Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan parçalarla tamamen ilgisini kesmiş değildir. Şöyle ki: Lozan Andlaşması’nın 16. Maddesi Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan toprakların mukadderatının ‘alâkadarlar tarafından tayin edildiğini veya edileceğini’ beyan etmektedir. Hâlbuki o zaman Müttefiklerin teklif ettikleri Madde tasarısında bu ibare mevcut olmayıp ‘Türkiye bu arazi veya adaların devri, istikbali veya diğer herhangi rejimi hakkında alınan veya alınacak mukarreratı ( kararları ) tanır ve kabul eder’ deniyordu. Lozan’daki Türk delegasyonu bunu kabul etmemiş ve şöyle demiştir: ‘Türkiye’den, istikbalde alınacak mukarreratı tanıması ve kabul etmesi isteniyor. Şurası muhakkaktır ki, Türkiye, mahiyetini ve şümulünü bilmediği mukarreratı kabul etmek taahhüdüne giremez.’ Görülüyor ki, Türkiye, Lozan’da Kıbrıs ile ilgisinin kesilmesini kabul etmemiştir.”

Dışişleri Bakanı Zorlu konuşmasının sonunda Türkiye’nin görüşünü şu sözlerle özetlemiştir: “Kıbrıs’ta statükonun korunması gerekir. Yani İngiltere Ada’dan çekilmemelidir. Eğer bu statüko bozulacaksa, Ada Türkiye’ye iade edilmelidir.”

Londra Konferansı bir sonuç vermeden dağılmıştır. Bununla beraber, bu Konferans ile Yunanistan’ın Türkiye’yi Kıbrıs konusunun dışında tutma çabaları Lozan Andlaşması’na dayanılarak boşa çıkarılmış ve Kıbrıs konusunun sadece Yunanistan ile İngiltere arasında ele alınabileceği yolundaki iddiaları çürütülmüştür. Yunanistan Londra Konferansı’na katılmakla Türkiye’nin Kıbrıs sorununa taraf olduğunu kabul etmiş olmuştur.

“Enosis” Emelleri Karşısında Türkiye Sağlam Duruyor

Bir taraftan, Rum EOKA’nın Ada’da Kıbrıslı Türkleri de hedef alarak devam eden şiddet eylemlerinin yoğunluk kazanması, diğer taraftan Yunanistan’ın BM Genel Kurulu’nda başlatmış oldukları “enosis” amaçlı girişimlerinin sürmesi Türkiye’yi iktidarı ve muhalefetiyle birlikte, tepkili tavır koymaya sevketmiştir.

20 Nisan 1957’de demeç veren CHP Genelsekreteri Kasım Gülek şunları dile getirmiştir:

“….Kıbrıs Türkiye’nin savunması ve oradaki ırkdaşlarımızın selâmet ve bekaları bakımından birinci plânda millî bir davamızdır. Türkiye’nin tabiî ve meşru hakları göz önüne alınarak, hür dünyanın bu mühim ve nazik noktasında hür milletler arasındaki işbirliğini zarara sokmayacak bir hal çaresi bulunması gerekir ve bulunabilir de….” [20]

Türkiye’de Hükûmet’in görüşlerini yansıtan Radyo Gazetesi’nin 27 Nisan 1957 akşamı yaptığı yayında şu hususlar vurgulanmıştır:

“….Oniki Adayı bir kolayını bulup aldıktan sonra, bir de İskenderun Körfezi’nin ağzını tutmak Türkiye’nin can damarına dokunmak demektir. Aşikâr bir şeydir ki Türkiye buna müsaade etmeyecek ve şiddetli müdahalesini, Kıbrıs şakası ciddileşir ciddileşmez derhal hissettirecektir. Yunanistan, toprak ilhakı mevzularında Türkiye’nin kendisine sükûnetle ve dostça ihtarını yapacağı noktaya gelmiştir….” [21]

Hürriyet Partisi’nin TBMM Grup Başkan Vekili Feridun Ergin de TBMM’de Genel Görüşme talep eden bir önerge vermiş ve bir demecinde “Yunanistan Kıbrıs’ı elde etmekle memleketimizin cenubunu da çevirmek istemektedir” demiştir.[22]

Kıbrıs Adası’nın Bağımsızlığına Yöneliş

Türkiye ve Yunanistan’ın 1952’de beraberce NATO’ya üye olmaları,  iki ülkenin ilişkilerinde gerçeği yansıtmayan bir sözde bir dostluk dönemi başlatmıştır.  Ancak bu olay, Yunanistan’ın kendi tarihî emelleri istikametinde Kıbrıs konusunda dostlukla bağdaşmayan teşebbüslerde bulunmaya başlaması yüzünden de, Kıbrıs konusunu doğrudan NATO içinde varlığı elzem olan müttefiklik dayanışmasını olumsuz biçimde etkileyen bir faktör haline getirmiştir.

Öte yandan,1950’li yıllarda ortaya çıkan sömürgeciliğin tasfiyesi sürecinde (decolonization) gelişmeler, sıranın giderek Kıbrıs’a da gelmesinin kaçınılmaz olduğunun işaretlerini vermeye başlamıştır. Bu yüzden de  NATO üyesi ve ABD’nin yakın dostu ve müttefiki olan İngiltere’de Kıbrıs’a bağımsızlık verilmesi düşüncesi zemin kazanmıştır. Ancak, İngiltere ve ABD hem kendilerinin, hem de NATO’nun bölgesel ve küresel hedefleri bakımından stratejik önem ve değer taşıyan Kıbrıs adasının kaderinin sadece Rumlara bırakılmasının sakıncalı olacağını değerlendirmişlerdir. Çünkü, Kıbrıs’ta komünistler bir parti olarak daha 1926’da teşkilâtlanmış bulunuyorlardı. Bu temel kaygıyla, Kıbrıs’ın sadece Rum unsurunun hakimiyeti altında bağımsızlık kazanmasını önlemek için bağımsız Kıbrıs’ta Türkleri ve Rumları Yönetime eşit olarak ortak etmek ve kurulacak anayasal düzenin korunmasında İngiltere ile beraber Türkiye’yi ve Yunanistan’ı da hak ve yetki sahibi kılmak düşüncesi doğmuştur.

ABD – İngiltere Mutabakatı

Yunanistan’ın BM Genel Kurulu’ndaki “enosis” amaçlı diplomatik girişimlerinin sürdüğü dönemde ABD Başkanı Eisenhower ve İngiltere Başbakanı MacMillan 20-24 mart 1957 tarihlerinde Nassau’da buluşmuşlardır. Bu buluşmada Kıbrıs meselesini de görüşmüşlerdir. ABD Başkanı, İngiltere’nin Kıbrıs konusunda güttüğü politikayı tasvip ettiğini belirtmiştir. Bununla beraber, toplantıda, bundan böyle konuya NATO çerçevesinde önem verilmesi ve bu plânda ele alınması hususunda görüş birliğine varılmıştır. Ayrıca, Kıbrıs sorununun doğrudan doğruya Türkiye ve Yunanistan arasında bir anlaşma sağlayacak şekilde yürütülmesi de kararlaştırılmıştır.[23]

Bu mutabakat ile de Türkiye’nin Kıbrıs sorununun taraflarından biri olduğu teyit edilmiştir.

1960 Kıbrıs Andlaşmaları Lozan Dengesini Pekiştirmiştir

ABD’nin ve İngiltere’nin teşvik, destek ve yönlendirmeleriyle iki NATO ülkesi Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs konusunda başlayan temaslar 1958 yılında Dışişleri Bakanları düzeyinde yoğunlaşmıştır. İki Devlet arasında ortaya çıkan mutabakat belgesi Zürih’te Dışişleri Bakanları Fatin Rüştü Zorlu ve Evangelos Averoff tarafından 11 Şubat 1959 Perşembe günü parafe edilmişlerdir. Bu mutabakat belgesi 8 gün sonra 19 Şubat Cuma günü de  Londra’da Türkiye Başbakanı Adnan Menderes, Yunanistan Başbakanı Constantin Karamanlis ve İngiltere Başbakanı Harold MacMillan tarafından imza olunmuştur. Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum toplumlarının Temsilcileri Dr. Fazıl Küçük ve Arşövek Makarios aynı gün bu belgeleri imza ederek Antlaşma’yı kabul etmişlerdir. Böylece Kıbrıs sorununun çözümünün temel esaslarını belirleyen belge ortaya çıkmıştır.

Bu Belgeye dayanılarak kurulması kararlaştırılan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Anayasası ve Kuruluş Andlaşması ve diğer ilgili belgelerin nihai metinlerinin hazırlanması için Londra’da Ortak Komite kurulmuştur. Bu Komite Londra ve Lefkoşa’da çalışmıştır. Hazırlanan belgeler (Anayasa,  Kuruluş, Garanti ve İttifak Andlaşmaları ile diğer ilgili belgeler) Türkiye, Yunanistan, İngiltere temsilcileri ile iki Toplum’un Liderleri tarafından 16 Ağustos 1960 Salı günü Lefkoşa’da imza edilmişlerdir. Aynı gün  “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” kuruluşu ilân edilmiştir.

1960 Antlaşmaları bütünü itibariyle, hem Ada’daki iki toplum, hem de Kıbrıs sorununda doğrudan ilgili taraflar olan Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında Kıbrıs bakımından siyasî ve stratejik denge kurulmasını amaçlamıştır. Bu denge Lozan’da kurulmuş olan dengenin tamamlayıcı parçası olmuş ve Lozan Dengesini özellikle Kıbrıs adası bakımından pekiştirmiştir.

Ada’da İngiltere’nin Egemenliği Altında  İki Askerî Üs Kuruluyor

Kıbrıs’a ilişkin 1960 Andlaşmalar demetine dâhil olan Kuruluş Antlaşması’nın (Treaty of Establishment) 1. Maddesi’nin hükmüne göre, Ada’da iki küçük bölge – Ağratur (Akrotiri) ve Dikelya (Dhekelia) -  askeri üs olarak kullanması için İngiltere’nin egemenliği altında bırakılmıştır.

Buna karşılık, İngiltere Kıbrıs adası üzerindeki egemenliğini, anılan iki askerî üs bölgesi dışında, fonksiyonel bir federasyon niteliğinde kurulmuş olan iki toplumlu “Kıbrıs Cumhuriyeti’ne” devretmiştir.

1960 Çözümünün İç Denge Faktörleri

Anayasaya ve Antlaşmalara göre Kıbrıs’taki iki toplum Devlet’in eşit statüde ortak kurucuları olmuşlardır.

Ortak kuruculuk statüsüne ilâve olarak, başlıca, Devlet’in Cumhurbaşkanı’na ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı’na Anayasa’nın 50. Maddesi’ne göre belirli konulardaki yasaları veto etme yetkisinin tanınması ve iki toplum için belirli alanlarda yasama yetkisine de sahip iki ayrı Cemaat Meclislerinin kurulması suretiyle iki toplumun siyasî eşitliği sağlanmıştır. Veto yetkisi, Anayasa’nın 182. Maddesi’nde Anayasa’nın çeşitli maddelerinin değiştirilemez nitelikteki temel hükümler olarak kabul edilmesi suretiyle teminat altına alınmıştır.

Böylelikle çözüm şeklinin iç dengesi kurulmuştur.

1960 Çözümünün Dış Denge Faktörleri

Kuruluş Andlaşması’nın 3. Maddesi’nde “Kıbrıs Cumhuriyeti”, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere Kıbrıs’ın ortak savunması için danışmada ve işbirliğinde bulunma taahhüdünde bulunurlar” hükmüne yer verilmiştir.

Garanti Andlaşması’nın [ Treaty of Guarantee ] II. Maddesi Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’ye “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve güvenliğini ve devletin Anayasası’nın Temel Maddeleriyle kurulmuş olan “durumu” [ state of affairs ] tanıma ve garanti etme vecibesi yüklemiştir.

Aynı Madde’nin ikinci fıkrası ile de Türkiye, Yunanistan ve İngiltere, Kıbrıs’ın bir başka Devlet ile birleşmesinin veya Ada’nın taksim edilmesinin desteklenmesine doğrudan veya dolaylı biçimde yönelik herhangi bir eylemi yasaklama yükümlüğü altına girmiştir.

Etkin Garanti

Üç Devlet’e verilmiş olan garanti etme hakkı ve yetkisi Antlaşma’nın IV. Maddesi ile etkinleşebilir hale getirilmiştir. IV. Madde Andlaşma’nın hükümlerinin ihlâli halinde Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında istişarelerin gerçekleştirileceğini, ortak veya münferit olarak hareket etme (müdahale etme) dâhil, gereken ortak veya münferit tedbirlerin alınabileceğini hükme bağlamıştır.

Böylece “etkin” bir garanti sistemi ortaya çıkmıştır.

Garanti Kapsamına İngiliz Üsleri de Girmektedir

Garanti Antlaşması’nın III. Maddesi’ne göre “Kıbrıs Cumhuriyeti” ile Türkiye ve Yunanistan, Ada’da İngiltere’nin egemenliği altına konulan alanların bütünlüğüne uymayı ve Antlaşma ile “Kıbrıs Cumhuriyeti” tarafından İngiltere’ye tanınacak haklara İngiltere’nin sahip olmasını ve onları kullanmasını garanti etmeyi üstlenmiştir.

Yani, Türkiye ve Yunanistan Ada’daki İngiliz üslerinin varlığının da garantörü statüsündedir.

Bugün Kıbrıs müzakere sürecinde Rum idaresinin Yunanistan’ın Kıbrıs’a ilişkin garanti ve ittifak sisteminin kaldırılması yönündeki talepleri karşısında çoğunlukla sessiz ve hareketsiz kalmayı tercih eden ve zaman zaman da bu konuda Rum – Yunan tarafını cesaretlendiren tutumlar takınmaktan geri kalmayan İngiltere’nin yukarıda işaret ettiğim gerçeği göz önünde bulundurması, öncelikle kendi menfaati icabı olur.

Fiilî Garanti

Türkiye, Yunanistan ve “Kıbrıs Cumhuriyeti” arasında akdedilen İttifak Andlaşması’nın [ Treaty of Alliance ] III. Maddesi üç Devlet arasında Kıbrıs’ta bir ortak karargâh kurulmasını hükme bağlamıştır.

Aynı Madde’de atıfta bulunulan Andlaşma’ya Ek I numaralı Protokol’ün I. Maddesi’nde Üçlü Karargâha Yunanistan’ın 950, Türkiye’nin 650 subay, astsubay ve erden oluşan birer birlik ile katılmaları öngörülmüştür.

O tarihlerde İskenderun’da konuşlu bulunan 39. Tümen’in bünyesinde oluşturulan Kıbrıs Türk Alayı 16 Ağustos 1960 tarihinde Ada’ya ayak basmıştır. Böylece Osmanlı askerinin Kıbrıs’tan ayrılmasından 82 yıl sonra Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin bir birliği Kıbrıs’a çıkmıştır.

Garanti Andlaşmasıyla oluşan “etkin garanti” İttifak Andlaşmasıyla “fiilî garanti” niteliği de kazanmıştır.

En Ziyade Müsaadeye Mazhar Millet Muamelesi

Kıbrıs’a ilişkin 1960 Andlaşmalarına dâhil “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Temel Yapısı” başlıklı belgenin 23 Maddesinde ve “Kıbrıs Cumhuriyeti” Anayasası’nın 170. Maddesinde “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’ye “en ziyade müsaadeye mazhar millet (ülke) muamelesi” [ most - favoured - nation treatment ] şartını uygulayacağı hükme bağlanmıştır.

Bu da Lozan dengesine uygun bir hükümdür.

Rum Tarafının, Yunanistan ve İngiltere’nin Sorumluluğu

1960 Andlaşmalarının altında imzası bulunanlardan Kıbrıs Rum tarafı, Yunanistan ve İngiltere,  icraî ve/veya ihmali tutum ve davranışlarla 1960 “Kıbrıs Cumhuriyeti” Anayasası’nı ve 1960 Andlaşmalarını açıkça ihlâl etmişlerdir.

Kıbrıs Rum tarafı 1960 Anayasa’nın temel hükümlerini ortadan kaldırma teşebbüsünde bulunmuş; Devlet’in eşit kurucu ortağı Kıbrıs Tarafına şiddet uygulayarak onu Ortaklık Devleti’nin dışına itmiştir.

Yunanistan 1960 Andlaşmalarına göre garantör devletlerden biri olarak Rumların fiillerini önleme yükümlülüğü altında olmasına rağmen,  kendisi 1964’de Ada’ya gizlice yirmi bin civarında asker çıkarmak suretiyle Rumların Andlaşmaları ihlâl eden fiillerine iştirak etmiştir. Yunanistan 1974’de Ada’da gerçekleştirdiği askerî darbe ile de, tehlikeli boyutlar kazanan Kıbrıs sorununun, baş sorumlusu olmuştur. 

İngiltere, 1963’den sonraki dönemde ve 1974 gelişmelerinde Antlaşmalarla yüklendiği garantörlük sorumluluğunun icaplarını yerine getirmekten kaçınarak, yani ihmali tutum ve davranışlar sergileyerek, taraf olduğu Kıbrıs’a ilişkin andlaşmaları ihlâl etmiştir.

İngiltere, ayrıca, BM Güvenlik Konseyi’nde Rumlardan yana karar tasarılarının hazırlanması ve Konsey’e sunulması gibi icraî davranışlarla, Kıbrıs sorununun uzayıp gitmesine siyasî katkılarda bulunmuştur. KKTC’nin ilânı üzerine Güvenlik Konseyi’nin KKTC’nin uluslararası plânda tecrit edilmesini öngören 541 ve 550 sayılı kararlarının hazırlanmasına ve kabulüne öncülük etmiştir.  KKTC’de Rauf Denktaş’ın liderliğine son verilmesi için ABD ile birlikte siyasî destek sağlayan devletlerin başında İngiltere gelmiştir. “Annan Plânı” olarak bilinen çözüm plânının hazırlanmasında İngiltere başrolü oynamıştır. Plân’ın, Kıbrıs Türk halkı kabul ederken, Rum toplumunca reddedilmesi karşısında İngiltere, Kıbrıs Rum tarafının cezalandırılması ve Türk tarafının ödüllendirilmesi, örneğin, KKTC üzerindeki tecridin kaldırılması yönünde herhangi bir girişim başlatmayı düşünmemiştir. Ada’daki egemen üslerinin muhafazası temel amacıyla İngiltere Kıbrıslı Rumlara yaranma siyasetini sürdürmeyi tercih etmiştir.

Kıbrıs Barış Harekâtımız Lozan Dengesini Korumuştur

Türkiye'nin 1960'da Kıbrıs'ta hukuken elde ettiği “etkin” ve “fiilî” garanti hakkı ve yetkisi, bizim açımızdan öncelikle Helen ulusunun "enosis" hedefinin gerçekleşmesi suretiyle Türkiye ve Yunanistan arasında 1923'de kurulan ve 1960'da sağlamlaştırılan dengelerin tamamıyla yok edilmesinin önlenmesi maksadına hizmet etmiştir.

Türkiye 20 Temmuz 1974 tarihindeki Kıbrıs Barış Harekâtını 1960 Garanti Antlaşması'ndaki garanti hak ve yetkisini etkinleştirerek gerçekleştirmiştir.

Türkiye, askerî müdahale hakkını kullanma kararını alırken, Kıbrıs millî davamız uğruna bir harbin bütün risklerini ve daha sonra uluslararası plânda oluşabilecek tepkileri göğüslemeyi göze almıştır.

Barış harekâtımızın temel amacı, sadece Rum ve Yunan ortaklığının o zamanki "enosis" oldubittisine mâni olmak değildi.  Güdülen amaç, aynı zamanda, Kıbrıs sorununun Ada’da 1974’den önceki şartların geri gelmesini kesin biçimde önleyen; Ada’nın Rum – Yunan ortaklığının hâkimiyeti altına girmesine yol açmayacak olan;  Türkiye’nin 1960 Antlaşmalarıyla elde ettiği hukukî ve fiilî hak ve yetkilerin zafiyete uğramadan muhafaza edilmesini sağlayan bir çözüme kavuşturulmasını mümkün kılacak şartları yaratmak olmuştur.

Barış Harekâtımız Lozan’da barış amaçlı olarak kurulan ve Ege ve Doğu Akdeniz’i içine alan Türk – Yunan stratejik dengesinin yok olmasına mani olmuştur. Kıbrıs sorununun Lozan dengesine uygun gerçekçi ve yaşayabilir bir çözüm şekline kavuşturulması için gerekli parametrelerin ada sathında fiilen oluşmasını sağlamıştır. Barış Harekâtımızın Ada sathında oluşturduğu mutlak güvenlik ve sükûnet ortamı, anlamlı ve muhtevalı diplomatik ve siyasî yaşayabilir kapsamlı çözüm arayışlarının tam teşekküllü biçimde gerçekleşmesini mümkün kılmıştır.   Ada’da 43 yıldır kesintisiz hüküm sürmekte olan sükûnet ve güvenlik ortamını yaratan faktör de, esas itibariyle, Kıbrıs’taki Rum ve Yunan askerî varlığını dengeleyen Türkiye’nin askerî mevcudiyeti olmuştur. 1974’den sonra Ada’ya hakim olan sükûnet ortamına işaret eden değerlendirmeler BMGS’nin Raporlarında yer almaktadır.

Rum – Yunan ortaklığının çözüm arayışı kisvesi altında ulaşmak istedikleri hedef 1974’de ve sonrasında meydana gelen gelişmelerin Ada’da ortaya çıkardığı sonuçları bütün veçheleriyle yok eden bir siyasî çözüm şeklidir.  1974’den sonra Ada’da oluşmuş bulunan kuvvet dengesinin eskisi gibi kendi lehlerine dönmesidir. İçinde Türkiye’nin tam üye olarak yer almadığı AB’de – Kıbrıs Türk toplumunun sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti’ne” yamanması suretiyle - Kıbrıs’ın bütününün üye olmasının gerçekleşmesidir. Kıbrıs sorunu ülkülerine uygun yöne sevk edebilecekleri duruma gelmektir. Özellikle ve ısrarla Türkiye’nin Kıbrıs’a ilişkin etkin ve fiilî garantisini bertaraf etmek istemelerinin; Garanti ve İttifak Antlaşmalarının ilga edilmelerini talep etmelerinin tek sebebi budur. Rum – Yunan ittifakının bugüne kadarki bütün çözüm teşebbüslerini baltalamış olmalarının başlıca sebebi, onların Türkiye’nin bir gün Kıbrıs’taki etkin ve fiilî garanti hak ve yetkilerinden vazgeçme zorunluğunu hissedeceği iç ve dış olumsuz şartlara maruz kalabileceği yolundaki beklentileridir. Ham hayalleridir.

“Garantiler Konusu Tabu Değildir” Sözü

Bu bahisle ilgili olarak KKTC Cumhurbaşkanlığı’nın Sözcüsü’nün birden fazla vesileyle dile getirdiği “garantiler konusunun görüşülmesinin tabu olmadığına” dair sözleri üzerinde durmak istiyorum. Bu sözler düşündürücü olmaktan çok öte bir mahiyet taşımaktadır.  Bu gibi sözlerle KKTC Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü, sadece amacını aşmakla kalmamakta, aynı zamanda da çizmeyi aşmaktadır.

Garantiler konusunu resmen görüşmeye yetkili taraflar garantör devletlerdir. Bunun içindir ki, BMGS’nin “iyi niyet görevi” çerçevesindeki müzakerelerde, gündemdeki diğer bütün konularda Kıbrıs’taki taraflar arasında anlaşma sağlanmasını müteakip “garantiler” konusunun 5’li Konferans’ta ele alınacağına dair bir yöntem kuralı ortaya çıkmış bulunmaktadır. Ne yazık ki, Akıncı – Anastasiadis görüşmelerinde Türk tarafının bir an önce çözüme ulaşma hevesi yüzünden bu kurala riayet edilmemiştir. Türk tarafı kendileri önem arzeden birçok aslî unsurda Rum tarafının mutabakatının sağlanamamış olduğunu bile bile, BMGS’nin çözüm için “güvenlik ve garantiler” konusunun kilit nitelikte olduğunu vurgulayan açıklaması ile Crans – Montana’da Konferans masasına oturmuştur. Konferans Rum  - Yunan ittifakının “güvenlik ve garantiler” bahsinde yıllardır gösterdikleri Garanti ve İttifak Andlaşmalarının ilgası yönündeki kararlı katı duruşu gevşetmemesi yüzünden sonuçsuz kalmıştır.

BM Konferans’ın Çöküşünün Gerçek Sebeplerini Açıklamadı

BMGS Guterres, bu satırların yazıldığı tarihe kadar Konferans’ı sonuçsuz bırakan gerçek sebepleri açıklamış değildir. BMGS Crans – Montana’da 7 Temmuz 2017 Cuma sabaha karşı basın mensuplarının karşısına çıkmış ve sebep göstermeden Konferans’ın sonuçsuz kaldığını ilân etmiştir.

Bununla beraber değindiğim açıklamayı yaptıktan sonra kendisine “başarısızlığın          başlıca sebebi nedir?; başlıca engel nedir” şeklinde Fransızca tevcih edilen bir soruya BMGS, Fransızca verdiği cevapta “belirli bir takım sorunlar olduğunu düşünüyorum. Muayyen bir konuyu bilhassa ayırmak istemiyorum.  Belirli sayıdaki konular üzerinde heyetler arasında hâlâ önemli bir mesafe bulunduğu aşikârdır ve anlaşma mümkün olamamıştır” demiştir.

[ Je crois qu’il y a un certain nombre de questions - je ne voudrais pas isoler une question en particulier. C’est évident qu’il y avait une distance encore importante entre les délégations, en ce qui concerne un certain nombre de questions, et que l’accord n’a pas été possible. ]

BMGS’nin bu cevabı, Rumların, Yunanistan’ın ve onlar gibi düşünen veya düşünmeye meyilli olan uluslararası çevrelerin iddia ettiklerinin aksine, Konferans’ın, özellikle Türk tarafının “güvenlik ve garantiler” konusundaki katı tutumu yüzünden değil, birden fazla konu hakkında taraflar arasında var olan görüş ve düşünce farklılıkları sebebiyle sonuçsuz kalmış olduğunu göstermektedir.

Gerçek bu merkezdeyken ve Konferans’ın sonuçsuz kalmasının sebepleri BMGS tarafından dünya kamuoyu ile tarafsız biçimde ayrıntılarıyla paylaşılması gerekirken, BMGS’nin Kıbrıs’taki BM Barış Gücü’nün faaliyetleri hakkında BM Güvenlik Konseyi’ne sunduğu son Raporunda [24] sadece “Konferans anlaşmaya ulaşılmadan kapanmıştır” denilmekle yetinilmiştir. BMGS’nin  anlaşmaya varılamamasının sebepleri hakkında 7 Temmuz sabaha karşı Crans – Montana’da bir soruya yanıt olarak  basın mensuplarına dile getirmiş olduğu sınırlı ve üstü kapalı ifadeler çerçevesinde dahi gerçeklere yer verilmemiştir. Raporda anılan basın toplantısına atıfta bulunmakla yetinmek olgulara dayalı [ factual ] rapor verme yükümlüğünün yerine getirilmesi açısından yetersiz kalmıştır.

“Lozan Dengesi” Açısından Kıbrıs Çözüm Süreci

Kıbrıs’taki çözüm arayışına “Lozan Dengesi” açısından baktığımız zaman şu tespitleri yapmak kaçınılmazdır:

BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs konusu hakkında aldığı ilk Karar 4 Mart 1964 tarihli ve 186 sayılı karardır. Bu Karar, 21 Aralık 1963 tarihinde ve sonrasında Kıbrıs Türk toplumunu hedef alan Rum silâhlı saldırılardan sonra “Kıbrıs Cumhuriyeti” devletini ele geçiren Rumlardan oluşan bir heyetin “Kıbrıs Hükûmeti” olduğu varsayımına dayanmaktadır. Bu sebeple de Türkiye ile Yunanistan arasında 1960 Andlaşmalarıyla Kıbrıs bakımından kurulmuş olan dengeleri bozan,  tek yanlı bir Karar niteliğindedir.

Günümüze kadar ulaşan Kıbrıs sorununa çözüm arama sürecinde çözümün temeli olarak alınan BM parametrelerini doğuran; onların ana referans belgesi olan işte bu 186 sayılı karardır.

BMGS’nin “iyi niyet” görevi de sadece Rumlardan oluşan anayasa dışı bir hükûmetin Kıbrıslı Türkleri de kapsar biçimde 1960 Kıbrıs Devleti’nin hükûmeti olduğu anlayışıyla tarif edilmiştir. Bu olgular BMGS’nin mevcut “iyi niyet” görevi çerçevesinde ve “BM parametreleri” temelinde Kıbrıs sorununa “Lozan Dengesinin” icaplarına uygun yaşayabilir bir çözüm şekli bulunamayacağını apaçık ortaya koymaktadır.

BMGS’nin “İyi Niyet” Görevi ve BM Parametreleri Çökmüştür

Rum tarafı, müzakere sürecinin başladığı 1968’den bu yana,  BMGS’nin “iyi niyet” [ good – offices ] görevi çerçevesinde taraflarla istişareden sonra başlattığı 7 çözüm girişiminin hepsini sonuçsuz bırakmıştır.

24 Nisan 2004 referandumunda Kıbrıs Türk halkının Türkiye’nin aktif yönlendirmesiyle “evet” oyu vermesine rağmen Rumların “hayır” demesi sonucunda ortadan kalkan andlaşma belgesini BMGS Kofi Annan “âdil, yaşayabilir, dikkatle ve hassas biçimde dengelenmiş ve üzerinde çözüm için uzun zamandan beri mutabık kalınmış parametrelerle ve BM Güvenlik Konseyi’nin çözüm vizyonu ile uyum halinde bir uzlaşı olarak” nitelemiştir.[25]

Bu nitelikteki bir plânın dahi Kıbrıs sorununa çözüm getirememiş olması, BM zemininde belirli varsayımlara da dayanılarak yürütülen çözüm arayışında yolun sonuna gelinmiş olduğunun 2004 yılında dünyaya ilânından başka bir şey değildir.

Ne yazık ki, Türkiye ve KKTC 2004’de Kıbrıs sorununa çözüm arayışı ile ilgili bütün gerçekleri ortaya koyan tarihî tecrübeyi yaşamış olmalarına rağmen yine de BMGS’nin “iyi niyet” görevi çerçevesinde ve BM parametreleri temelinde çözüm arayışına ısrarla devam etmişlerdir. Böylece KKTC halkının bir 13 yılı daha çözüm arayışının istikbal için yarattığı belirsizlikler içinde geçmiştir.

Söylemem gerekir ki, özellikle 2017 Ocak – Temmuz döneminde sırasıyla, Cenevre ve Crans Montana Kıbrıs Konferansı sürecinde yaşanan tecrübelerden sonra da BMGS’nin mevcut “iyi niyet” görevi çerçevesinde ve BM parametreleri temelinde Kıbrıs sorununu çözmek için şimdiye kadar yürünen yola devam amacıyla kapıyı açık tutma çabasında bulunması, evrensel barış idealine yapılmış bir ihanet olarak tarihe geçmeye namzet olacaktır.

BMGS’nin “iyi niyet” görevi çerçevesinde ve mevcut BM parametreleri temelinde Kıbrıs sorununa bir çözüm bulunamayacağı yadsınamaz bir olgudur.

BM Parametreleri Temelinde Lozan Dengesi Korunamaz

Çözüm bulunsa bile ortaya çıkabilecek çözümün Lozan’da Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs bakımından kurulmuş olan dengenin icaplarıyla bağdaşmayacağı açıktır.

Kıbrıs adasında iki ayrı bağımsız ve egemen devletin varlığı gerçeğinin uluslararası plânda kabul görmesi Lozan Dengesinin muhafazası için vazgeçilmez bir koşuldur.

Gerçekçi Çözüm

Kıbrıs sorununun gerçekçi çözümü, bana göre, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” birbirlerini diplomatik yoldan tanımaları ve aralarında “İyi komşuluk, Dostluk, İşbirliği ve Saldırmazlık” Anlaşması imzalamalarıyla ortaya çıkabilir. Bu durumda, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere Ada’daki iki Devlet ile diplomatik ilişki kurarlar. 1960 Garanti ve İttifak Andlaşmaları da yeni duruma intibak ettirilerek “etkin” ve “fiilî” garantileri içerir muhtevada yürürlükte kalır. AB tarafından KKTC’ne AB katılım adaylığı statüsü verilir.

Türkiye de AB tam üyesi olabildiği takdirde, Kıbrıs’taki iki ayrı bağımsız ve egemen Devletin Konfederasyon kurmaları ve bu statüde AB’de tam üye olmaları Ada’daki iki halkın tercihine bırakılır. Bu yola gidilmezse KKTC Türkiye ile birlikte AB’ne tam üye kabul edilir. Bu tablo ortaya çıkabilirse o zaman Garanti ve İttifak Antlaşmalarının gözden geçirilmesi gündeme gelebilir.

Kıbrıs İçin Karalı Yeni Adımlar Atılmalıdır

Kıbrıs sorununa çözüm arayış çalışmalarının ulaşmış olduğu aşamada Kıbrıs Türk halkının KKTC’ni yaşatma iradesini yeniden ve kesin biçimde ortaya koyması, bu vakte kadar yürütülmüş olan varoluş mücadelesinin nihai başarısı için zorunluk haline gelmiştir.

KKTC ve Türkiye, daha fazla zaman geçirmeden ve BM Genel Kurulu’nun önümüzdeki 72. dönem çalışmaları 12 Eylül 2017 tarihinde başlamadan evvel, bundan böyle BMGS’nin şimdiye kadar yürüttüğü iyi niyet görevi çerçevesinde ve Kıbrıs sorununa ilişkin BM parametreleri temelinde çözüm arayışına destek veremeyeceklerini, önce KKTC olmak üzere, açıklamalıdırlar. Aksi takdirde Türk tarafı BM Genel Kurulu’nun kulislerinde baş döndürücü biçimde işlemeye başlayacak olan uluslararası diplomasinin dişli çarklarına kapılmak tehlikesiyle karşı karşıya kalabilecektir. Bundan da millî menfaatlerimiz zarar görecektir.

KKTC’nin ve Türkiye’nin diplomasi cihazlarının, KKTC’nin, Türkiye’ye ilâve olarak uluslararası toplumun diğer bağımsız devletleri tarafından da tanınması için zemin yoklamalarına ve teşebbüslere gecikmeksizin başlaması gerekir.

Türkiye Uluslararası Plânda Popülaritesini Kaybetmiş Görünüyor

Bu yöndeki girişimleri başarısı için Türkiye’nin dost çevresini genişletmesine ve çeşitlendirmesine ihtiyaç vardır. Hâlihazır şartlarda Türkiye İslâm dünyasında dahi Kıbrıs için gerekli sempatiyi ve dostluğu bulabilme imkânına sahip görünmüyor. Hırçın bir görüntü veren dış politikamızda şekil ve özellikle üslup değişikliğine ihtiyaç vardır. Haklarımızın ve haklılığımızın diplomasinin geleneksel yollarından aranması ve savunulması sanırım daha faydalı olur.

Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikasının kurucu felsefesini ortaya koyan  “yurtta sulh, cihanda sulh” düsturunun lafzına ve ruhuna uygun politikaların uygulanmasına ihtiyaç vardır.

AB Faktörü Lozan Dengesini Bozuyor

Söylemeğe lüzum yoktur. Önce Yunanistan’ın ve sonra da “Kıbrıs’ın” AB’ne tam üye olmaları Kıbrıs sorununda  dış siyasî dengeyi ve Lozan’da Türkiye ile Yunanistan arasından Kıbrıs bakımından kurulmuş olan dengeyi Rum – Yunan ittifakının lehine bozmuştur. 

Gelişmelere genel bir bakış halinde, kuruluşundan sonraki ilk 15 – 20 yıl içinde AB’nin Kıbrıs sorununun doğrudan tarafları arasında eşit mesafede kalmağa gayret ettiği görülür.

Gerçekten de, Yunanistan’ın 1975’de AB’ne üyelik başvurusunda bulunması üzerine AB Konseyi “Yunanistan’ın başvurusunun incelenmesinin AB ile Türkiye arasındaki ilişkileri etkilemeyeceği ve Türkiye-AB Ortaklık Anlaşmasında yer alan hakların etkilenmeden kalacağı” şeklinde bir görüş ortaya koymuştur.

AB Komisyonu da 1976’da açıkladığı görüşünde “AB’nin Türkiye ile Yunanistan arasındaki ihtilaflara taraf olmadığını ve olmaması gerektiğini”  belirtmiştir.

Yunanistan’ın 1981 yılında AB’ne tam üye olarak kabul edilmesini izleyen dönemlerde ise,  AB,  Kıbrıs konusunda açıkça Yunanistan’ı destekleyen bir tutum içine girmiştir. Türkiye’nin Nisan 1987’de AB’ne tam üye olmak için başvuruda bulunmasından sonra da, Türkiye ile Yunanistan arasındaki ihtilâflı konular ve Kıbrıs konusu Türkiye – AB ilişkilerinin gündemine dahil edilmişlerdir ve giderek Türkiye AB üyelik sürecinin ilerleyebilmesinin siyasî şartları haline getirilmişlerdir.

AB, 2004’de Kıbrıs AB’ne tam üye oluncaya kadar, Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerinde atılan her ileri adımda, Kıbrıslı Rumların katılım sürecini hızlandıracak bir karar almıştır. Kıbrıslı Rumların üyeliğinin gerçekleşmesinden sonraki dönemde de, AB, aynı stratejiyi bu defa Türkiye’nin Kıbrıs politikasının temel esaslarının aşınmasına yol açmak amacıyla uygulamağa devam etmiştir. Nitekim, AB, Kıbrıs sorununa bulunacak çözüm şeklinin AB’nin birincil hukuku haline getirilmesine olumsuz bakmıştır. 1960 garanti sistemi yerine AB’nin vereceği teminatın yeterli olacağını savunmuştur. Sürekli olarak AB normlarına uygun çözümden söz etmiştir. KKTC içinde çözüm heveslerini arttırmak maksadıyla algı operasyonları ve parasal destekli programlar uygulamıştır.

Kıbrıs’ta “Lozan dengesinin”  ruhuna uygun çözüm şeklinin ancak Türkiye’nin de AB’ne tam üye olması halinde gerçekleşebileceğine dair görüşümü bu çerçevede de tekrarlamak istiyorum.

Lozan Dengesi ve Karasuları ile Hava Sahası Genişlikleri

Lozan Barış Andlaşması’ndan itibaren Türkiye ve Yunanistan Ege Denizinde karasularının genişliğini 3 mil olarak uygulamaya başlamışlardır. İki ülke arasında denge bu şekilde oluşmuştur. Yunanistan 1936'da Ege’de karasularını 6 mil olarak belirlemiş ve dengeyi bozmuştur. Türkiye 6 mil karasuyu genişliğini 1964’de ilân etmiştir.

1973 yılında başlayıp 1982 yılında Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin kabulüyle sona eren Deniz Hukuku Konferansı’nda küresel plânda karasularının12 mile kadar genişletilebileceği yolunda genel bir temayülün belirmesiyle birlikte, Yunanistan Ege’de karasularını 12 mile genişletme niyetini açığa vurmağa başlamıştır.  Yunanistan, irili ufaklı binlerce adayı barındıran Ege Denizi’nin istisnai özelliğinin 12 mil uygulanmasına müsait olmadığı gerçeğini kabul etmek istememiştir. Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 12 mile cevaz vermesine rağmen bu hakkın Ege’de kullanılmasının, hukukun himaye etmediği  “hakkın kötüye kullanılması” olacağını Yunanistan dikkate almaz görünmüştür. Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarması halinde Türkiye ile Yunanistan arasında Ege’de oluşmuş bulunan menfaat dengesinin Türkiye’nin aleyhine aşırı ölçüde bozulması ciddi bir tehlike olarak belirmiştir.

“Casus Belli”

Bu durumda Türkiye 1976 yılında Süleyman Demirel’in Başbakanlığını yaptığı Millî Cephe koalisyon Hükûmeti döneminde konu hakkında ortaya kesin bir tavır koymuştur. Türkiye, Yunanistan’ın karasularını 6 milin ötesine genişletmesinin “savaş nedeni” [ casus belli ] sayılacağını ilân etmiştir.

1 Haziran 1995 tarihinde Yunan Parlâmentosu Deniz Hukuku Sözleşmesini onaylamıştır. Parlâmento Yunanistan Hükûmetine uygun göreceği bir zamanda Ege’de karasularını genişletmek üzere kararname çıkarma yetkisi vermiştir. Bu gelişme üzerine, TBMM, 8 Haziran 1995 tarihinde, Yunanistan’ın Ege’de karasularını tek taraflı olarak 6 milin ötesinde genişletme kararı alması durumunda Türkiye’nin hayatî çıkarlarını muhafaza ve müdafaa etmek için Hükûmete askerî önlemler dahil her türlü tedbiri alma yetkisi vermiştir. Yani TBMM Yunanistan’ın karasularını 6 milin üstünde genişletmesini  “savaş sebebi” olacağını ortaya koymuştur.

Yunanistan bu konuda iyi niyetle ve iyi komşuluk anlayışıyla hareket edip işlerin Türkiye’nin “casus belli” kararı almasına varmasına zemin hazırlamamalıydı. Yine de gerçek odur ki Ege’de karasuları genişliği bakımından on yıllardır iki ülke arasında dengenin muhafazasını sağlayan faktör Türkiye’nin 1976’da takındığı ve 1995’de tekrarladığı kesin tavır ve aldığı “savaş sebebi” kararı olmuştur.

Ege’deki hava sahası genişliklerine gelince: Bir ülkenin hava sahasının genişliğinin karasuyu ile sınırlı olması devletler hukuku kurallarının ve uluslararası tatbikatın icabıdır. Bu konuda da Yunanistan mutad dışı bir uygulama içine girmiştir. Yunanistan kendi karasuları 3 mil olduğu dönemde 1931 yılında hava sahasını 10 mil olarak saptamıştır. Karasularını 6 mile genişlettikten sonra da hava sahası için 10 mil genişlik uygulayagelmiştir. Yunanistan bu tasarrufunu Ege’de Lozan dengesi anlayışına ters düşen bir davranış olarak sürdürmektedir.

Hükûmet Programlarında Lozan Dengesi İlkesine Atıflar

“Lozan Dengesi” kavramı çeşitli hükûmetlerin programlarında Türkiye’nin dış politikasının temel ilkelerinden biri olarak zikredilmiştir.

Örnek olarak işaret etmek  istersem, 13. (Şükrü Saraçoğlu, 1942 – 43), 29. (Suat Hayri Ürgüplü, 1965), 30. (Süleyman Demirel, 1965 – 69) ve 41. ( Süleyman Demirel, AP – MSP – MHP Koalisyonu, 1977 – 78) Hükûmetlerin programlarını zikredebilirim.

Ayrıca, yukarıda kaydettiğim üzere, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu 1955’deki Londra Kıbrıs Konferansı’nda Türkiye’nin tezlerini Lozan Konferansı’ndaki beyanlara ve Barış Andlaşması’nın ilgili hükümlerine dayanarak savunmuştur.

Başbakan Süleyman Demirel 9 – 10 Eylül 1967 tarihlerinde Keşan ve Dedeağaç’ta (Alexandroupolis) Yunan askerî cuntasının Başbakanı Kolias ile görüştükten sonra 12 Eylül günü İstanbul’da düzenlediği basın toplantısında Türkiye’nin Kıbrıs politikasının temel esaslarından birinin Türkiye ile Yunanistan arasında “Lozan Dengesinin” korunması olduğunu vurgulamıştır. Görüşmede Kolias Yunanistan’ın Kıbrıs sorununu sadece “enosis” temelinde görüşebileceğini beyan etmiştir. Demirel buna sert tepki göstermiştir. Kelimenin tam anlamıyla “yumruğunu masaya vurmuş” ve “o zaman bu konuda sizinle görüşebileceğimiz bir şey yoktur” diyerek görüşmeye son vermiştir. Başbakan Demirel iki gün sonra basın toplantısında konu hakkında şu açıklamaları yapmıştır:[26]

"...Türkiye'nin Ada üzerindeki tarihî hakları ve Adanın Türkiye'nin güvenliği bakımından önemi de, meseleye çözüm yolu ararken daima göz önünde bulundurduğumuz bir husustur... Kıbrıs işinin bugüne kadar barışçı bir çözüm yoluna kavuşamamasında Yunanistan'ın Ada’yı kendisine ilhaktan gayri bir hal şeklini mümkün  görmemesi başlıca amil olmuştur. Türk tezi ise, yürürlükteki Antlaşmaların tarafların rızası olmadan değiştirilememesi; cemaatlerden birinin diğerine tahakküm edememesi; Lozan'da bu bölgede kurulmuş  olan dengenin bozulmaması ve Ada'nın bir başka devlete tek taraflı ilhakının önlenmesi esasları dahilinde ihtilâfa bir çözüm yolu aranmasıdır... Bizim Kıbrıs siyasetimizin temelini, Kıbrıs'ın statüsünü tayin eden Antlaşmalar teşkil eder…Biz müzakere etmiş olmak için müzakere kabul etmeyi ne kadar fuzuli görüyorsak,  müzakerelerden kaçmayı da o kadar icapsız sayarız. Aksi halde geriye müzakere  kapısını kapayarak gerginlik ve çatışma yolunu açmak kalır...Kıbrıs meselemizde, şeref ve haysiyetimizden bir fedakârlık yapılamaz.  Türk Milleti şeref ve haysiyeti için her türlü fedakârlığı yapabileceğini tarih boyunca ispat etmiştir..."

KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın TBMM’ne Hitabı

Denktaş, 21 Ocak 1997 tarihinde TBMM Genel Kurulu’na hitabında şu sözleri de dile getirmiştir: [27]

“...Bu anlaşmaların oluşturduğu esaslar arasında, elden bırakamayacağımız, bırakamayacağınız ilkeler vardır. Bunlardan en önemlisi, Kıbrıs dâhilindeki iki halk arasında siyasî eşitliğe denk olarak, Türkiye ile Yunanistan arasında, Kıbrıs'a dönük eşitliktir, dengedir; Lozan'da kurulmuş olan dengenin, Kıbrıs'ta, rahmetle andığımız, o zamanın liderleri tarafından korunarak bir anlaşma yapılmış olmasıdır. Bu dengeye göre, Kıbrıs üzerinde, Yunanistan'ın Türkiye'den daha fazla söz hakkı yoktur. Bu dengeye göre, Kıbrıs, enosis'e gidemez, taksim edilemez, içte iki eşit halk Kıbrıs'ı idare eder, biri diğerine tahakküm edemez ve dolaylı Enosis olmaması için de, Türkiye ve Yunanistan'ın üye olmadığı herhangi bir birliğe üye olamaz. Bu kadar ince, bu kadar hassas, ama bu kadar sağlam bir dengeyi kurmak suretiyle Kıbrıs'ı bağımsızlığa kavuşturmuş olanları yine rahmetle anıyorum...”

Davutoğlu’nun Beyanı

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu 3 Ekim 2013 tarihinde CNN Türk Televizyonuna verdiği özel mülâkatta, diğer hususlar meyanında şunları da ifade etmiştir: [28]

“…Tabii bir mütekabiliyet hususu, Lozan’da oluşmuş bazı dengeler var, bu dengelere dayalı yaklaşımlar da var geçmişten beri süregelen Türk-Yunan ilişkilerinde…”

“Lozan Dengesi” Millî Bir Temel İlke

Görülmüş olacağı üzere “Lozan Dengesi” dış politikamızın gözettiği ve korumağa özen gösterdiği millî nitelikte bir temel ilke, bir hedeftir. “Lozan Dengesi” ilkesi sadece bunun mimarlığını yapan İsmet İnönü ve O’nun siyasî çizgisindeki partiler tarafından değil, Türkiye’nin siyasî hayatının akışı içinde İnönü’nün muhalifi ve siyasî rakibi olmuş bulunan siyaset aktörleri ve Partiler tarafından da benimsenmiştir. CHP’ye  muhalif Partilerin (AP, MSP, MHP, MP, CKMP, YTP)  Hükûmet programlarına yansımış, siyasetçilerin (Zorlu, Demirel, Davutoğlu) demeçlerinde zikredilmiştir. KKTC’nin Kurucu Cumhurbaşkanı merhum Denktaş’ın da “Lozan Dengesinin” korunması gerektiğini sık sık vurgulamış olduğu da bilinmektedir.

Sonuç

Mustafa Kemal Paşa kurtuluş ve istiklâl savaşımızı başlatmak azim ve iradesiyle Samsun’a çıktıktan ve Amasya ve Erzurum’da  faaliyetlerde bulunduktan sonra gittiği Sivas’ta topladığı tarihî Kongre’de “ya istiklâl, ya ölüm” sözünü dile getirmiştir. Bu sözle Milletimize, milli mücadelemizin ana hedefini içeren parolayı vermiştir.

O’nun emsalsiz önderliği ve  askerî dehası ve Türk Milleti’nin azim ve kararlılığı ve fedakârlıkları sayesinde vatan kurtarılmış; fiilen istiklâl sağlanmıştır. Sıra millî hudutlarımız dahilinde egemenliğimizi ve istiklâlimizi  uluslararası plânda siyasî, hukukî ve diplomatik olarak kabul ettirmeğe ve tanıtmaya gelmiştir.

Lozan Konferansı’nda büyük uğraşılardan sonra bu hedefe de ulaşılmıştır. Türkiye ve Türk milleti kapitülasyonların cenderesinden kurtarılmış, millî bağımsızlığımız ve millî egemenliğimiz tam olarak temin edilmiştir.

Balkan Savaşlarında, Birinci Dünya Harbi yıllarında, işgal döneminde, istiklâl savaşımız sırasında ülkemiz harap olmuş, kaynakları tükenmiş, çok fakirleşmiştir. Milletimiz bitap düşmüş, acılar ve çileler çekmiştir.  Büyük ve kesin askerî zaferden ve ana hedef olan kurtuluş ve istiklâlin elde edilmesinden sonra savaşların ülkede açtığı yaraların sarılması, ekonominin işler hale getirilmesi, ülkedeki yıkımın onarılması için kalıcı barışın sağlanması Türk Ulusu için âcil bir ihtiyaç halini almıştır. Büyük önderimizin askerî dehasının yanında sahip olduğu barış vizyonu Lozan Konferansı’ndaki heyetimize rehberlik etmiştir. Heyet Başkanı İsmet Paşa’nın isabetli ve sağlam önsezi ve öngörüsüyle birleşen üstün diplomasi meziyetleri sayesinde Mustafa Kemal Paşa’nın barış vizyonu gerçekleşmiştir. Lozan Barış Andlaşmasıyla kurulan hassas stratejik dengeler korunarak Türkiye Cumhuriyeti 29 Ekim 1923’de kuruluşundan itibaren komşularıyla ve uluslararası toplumun diğer üyeleriyle uzun yıllar boyunca dostluk ve iyi komşuluk ilişkileri içinde kalmayı başarmıştır. Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti Milletler Cemiyeti’ne üye olması için resmen davet almıştır. Dostluk paktlarına öncülük etmiştir. Atatürk’ün 1931’de söylediği  “yurtta sulh cihanda sulh” vecizesi, Lozan’da ortaya konulan barış vizyonunu çağdaş Türkiye’nin dış politikasının felsefesi haline getirmiştir.

İstiklâl Savaşımızda zafere ulaşmamızdan sonra toplanan Lozan Konferansı’nda yaşanan tecrübeler Türkiye’nin dış siyaseti için yol gösterici dersler ortaya koymuştur:

Bunlardan birincisi, ister savaş meydanında olsun, ister barış masasında, bir millet, bir devlet kendi millî gücüyle mütenasip hedefler gütmelidir. Gerginliğin veya savaşın hangi noktalara kadar götürüleceği, barış masasında hangi noktada uzlaşma gerektiği isabetle takdir edilmelidir. Millî gücü aşan hayalî hedefler güdülmemelidir.

Büyük Atatürk’ün “hayali dış siyaset peşinde koşanlar, dayanak noktalarını kendiliğinden kaybederler” sözü sadece Türkiye için değil bütün dünya ülkeleri için düstur niteliğindedir.

İkincisi, uzun ömürlü veya kalıcı barışın, taleplerde aşırılığa kaçılmadan, gerekirse fedakârlıklarda bulunularak, çatışan taraflar arasında menfaat dengelerinin kurulmasıyla ortaya çıkabileceği gerçeğidir.

Üçüncüsü, barış masasında karşı tarafta oturan devletler ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, onların karşısında vakar içinde haklı olanlara mahsus bir güven duygusuyla dik durmanın gerekli olduğudur.

TBMM Hükûmeti, Lozan’da Barış Konferansı masasına, daha doğrusu “kurtlar sofrasına” İstiklâl Savaşı’nı kazanmış taraf olarak oturmuştu. Bununla beraber, başta İngiltere olmak üzere, masada karşısında oturanların havası tamamen farklı olmuştur. Onlar masada kendilerini I. Dünya Harbi’nin galipleri olarak görmüşler ve harbin faturasının Osmanlı Devleti tarafından ödenmesi gereken bölümünü Türkiye’den tahsil etme niyet ve kararlılığıyla hareket etmişlerdir. Konferansın zabıtları bu tablonun bütün motiflerini ortaya koymaktadır.

Bu gerçeği İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün Prof. Dr. Seha L. Meray’ın “Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar, Belgeler” başlıklı kitabı için   30 Eylül 1969 tarihli olarak kaleme almış olduğu Önsöz’den nakletmek istiyorum. Merhum İnönü şöyle diyor:

“…Müzakereye başladığımız zaman, eşit şartlarda müzakere edeceğimiz nazarî olarak kararlaştırılmıştı. 1918 galipleri bu şartı nazarî olarak kabul ederler ve tatbikatta ağırlıklarını başka istikametlere yöneltmeğe çalışırlardı. İlk günden itibaren, Konferans’ın eşit şartları, milletlerin istiklâli havası ve hakkının münakaşasını, her vesile ile yenilerdik… Müttefikler arzu ettikleri muahedeyi bize kabul ettirmek için, yalnız müzakerelerde hukukî çekişmelerde kalmamışlar, Şubat’ta (1923) büyük baskı ve gösteri ile Konferans’ı kesintiye uğratmaya kadar, kararlı olarak gitmişlerdir. Zannediyorlardı ki, bu kadar şiddetli bir baskı karşısında, hallonulamayan meselelerde, Türkler boyun eğeceklerdir…” [29]     

Lozan Andlaşması kurduğu dengeler sebebiyle 94. yılını doldurabilmiştir. Oysa, Birinci Dünya Savaşı’nda ve sonrasında yapılan Andlaşmalar ortadan kalkmış bulunmaktadır.

30 Ağustos 2017

tulucevik@tnn.net

 


 

[1] Sir Harry LUKE, CYPRUS – A Portrait and an Appreciation, George G. Harrap & Co. LTD, 182 High Holborn, London, W.C.I, 1957, s. 86

[2] Sir Harry LUKE, a.g.e., s. 86-87.

[3] Seha L. MERAY, LOZAN BARIŞ KONFERANSI, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları No. 348, Tutanaklar Belgeler, Önsöz İSMET İNÖNÜ, Takım I, Cilt 1, Kitap 1,  s. 97.

[4] Doçent Dr. Aydoğan OZMAN, Lozan Andlaşmalarında Ege Adalarının Hukukî Statüsü, 1988, s.197 – 206.

http://www.politics.ankara.edu.tr/dergi/pdf/43/3/m_aydogan.pdf

[5] http://www.mfa.gov.tr/no_-242-_ege_deki-bazi-ada-ve_veya-adaciklara-dair--iddia-ve-haberler-hk__.tr.mfa

[6] http://www.mfa.gov.tr/sc-1_-12-ocak-2017_-disisleri-bakanligi-sozcusu-buyukelci-huseyin-muftuoglu_nun-yunanistan_in-ege_deki-bazi-adaciklari-isk_na-ac.tr.mfa

[7] http://www.mfa.gov.tr/sc-5-disisleri-bakanligi-sozcusu-buyukelci-huseyin-muftuoglu_nun.tr.mfa

[8] http://www.turkiyegazetesi.com.tr/gundem/443889.aspx

[9] Robert HOLLAND, a.g.e., s. 8

[10] MILLER, The Ottoman Empire and Its Successors, 1801 – 1927, Cambridge University Press, 1936, s. 542 https://books.google.com.tr/books?id=MFHL6H9JTmAC&pg=PA542&dq=cyprus+treaty+1920&hl=tr&sa=X&ved=0ahUKEwjukpSVr7TVAhVGB8AKHcO5DXUQ6AEIZzAJ#v=onepage&q=cyprus%20treaty%201920&f=false

Lt. – Col. Lawrence MARTIN, The Treaties of Peace, 1919 – 1923, Vol. I, s. xxxi ve xxxvii.

https://books.google.com.tr/books?id=jtyOqiwiDLYC&pg=PR31&dq=1920+greco+italy+treaty&hl=tr&sa=X&ved=0ahUKEwizkqH87LHVAhUJRhQKHaO1DjQQ6AEIJjAA#v=onepage&q=1920%20greco%20italy%20treaty&f=false

[11] The American Journal of International Law, Franco – British Convetion On Certain Points Connected With The Mandates For Syria And  The Lebanon, Palestine And Mesopotamia.

 

https://archive.org/stream/jstor-2213236/2213236_djvu.txt

[12] Seha L. MERAY, a.g.e., No. 300, Tutanaklar Belgeler, Takım I, Cilt 1, Kitap 2, s. 57 – 58.

[13] Bknz. Murat SARICA/ Erdoğan TEZİÇ/ Özer ESKİYURT, Kıbrıs Sorunu, İstanbul Üniversitesi Yayınlarından, No.2071, Fakülteler Matbaası, 1975, s. 5 – 7.

[14] Seha L. MERAY, a.g.e., No. 300, Tutanaklar Belgeler, Takım II, Cilt 1, Kitap 1, s. 17 – 18.

[15] Cumhuriyet Gazetesi, Cuma 28 Kasım 1952, s. 1 – 6.

[16] BM IX. Genel Kurulu’nun 17 Aralık 1954 tarihli ve 814 (IX) sayılı Kararı. (514. oturumda kabul edilmiştir).

[17] AYIN TARİHİ ( Şubat 1952 ).

[18] Doçent Dr. Fahir . H. ARMAOĞLU, Kıbrıs Meselesi 1954 – 1959, Ankara, 1963, Sevinç Matbaası, s. 73. 

United Nations GENERAL, ASSEMBLY NINTH SESSION Official Records, 477th PLENARY MEETING, 24 September 1954, A/PV.477 s. 52 – 53.

[19] Doçent Dr. Fahir . H. ARMAOĞLU, a.g.e., s. 145 – 147.

[20] Doçent Dr. Fahir . H. ARMAOĞLU, a.g.e., s. 357.

   Hürriyet Gazetesi, 21 Nisan 1957.

[21] Doçent Dr. Fahir . H. ARMAOĞLU, a.g.e., s.357.

    Dünya Gazetesi, 29 Nisan 1957.

[22] Doçent Dr. Fahir . H. ARMAOĞLU, a.g.e., s.357.

    Cumhuriyet Gazetesi, 28 Nisan 1957; Hürriyet Gazetesi, 29 Nisan 1957.

[23] Prof. Dr. Nihat ERİM, Bildiğim ve Gördüğüm Ölçüler İçinde KIBRIS, Ajans-Türk Matbaacılık Sanayi, Ankara, s. 77.

[24] BMGS’nin 10 Temmuz 2017 tarihli ve  S/2017/586  sayılı Raporu,  para. 41, s. 8.

[25] BMGS’nin 28 Mayıs 2004 tarihli ve S/2004/437 sayılı Raporu, Ek. III, s. 27.

[26] Cumhuriyet Gazetesi, 13 Eylül 1967, s. 1 ve 7.

[27] T.B.M.M. Tutanak Dergisi,  Dönem 20,  Cilt 19,  Yasama Yılı: 2, 48. Birleşim

[28] http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-sayin-ahmet-davutoglu_nun-cnnturk-televizyonuna-verdikleri-ozel-   mulakat_-3-ekim-2013_-ankara.tr.mfa

[29] Seha L. MERAY, a.g.e., N0. 291, Tutanaklar Belgeler, Takım I, Cilt 1, Kitap 1. s.  V, Vİİİ.

 

Yorumlar