Em. Büyükelçi Tugay Uluçevik Em. Büyükelçi Tugay Uluçevik

Millî Kıbrıs Davamız Nereye?

02 Aralık 2016
Millî Kıbrıs Davamız Nereye?

Milli Dava'nın Doğuşu - Türk gençliği ile Türk basını el ele

Kıbrıs konusu için  Türkiye'de ilk defa "Millî Dava" deyimini kullanmış olan bir kuşağa mensubum.

Millî Dava'nın günümüze kadar olan gelişmelerini sade vatandaş olarak ve özellikle 1967 - 2004 arasındaki gelişmelerini de Dışişleri Bakanlığındaki hemen hemen tamamı doğrudan Kıbrıs dosyası üzerinde geçmiş olan hizmetlerim vasıtasıyla ilgi, dikkat ve heyecanla yaşadım. Yaşamaya da devam ediyorum.

Türk gençliği Kıbrıs konusundaki duyarlılığını 1952 yılından itibaren somut biçimde ortaya koymaya başlamıştır. Meselâ, Türkiye Millî Gençlik Komitesi 16 Temmuz 1952 tarihinde bir bildiri yayınlamış ve diğer hususlar meyanında şunları da ifade etmiştir:

"Kıbrıs coğrafya itibariyle küçük Asya'ya bağlıdır. Kıbrıs fetih hakkı itibariyle Türk'tür. 1571 de Türk kanıyla sulanarak 307 sene Türk hükümranlığı altında kalmıştır. Kıbrıs adası iktisaden Anadolu'ya bağlıdır. Kıbrıs, askerî ve stratejik bakımdan Türkiye için büyük bir önemi haizdir."[1]

Kıbrıs konusunun 1954 yılında uluslararası bir sorun olarak BM Genel Kurulu'nun gündemine dahil edilmesine yol açan adımlar, 1950'li yılların başından itibaren Yunanistan tarafından atılmıştır. Bu adımları, Yunanistan, BM Yasası'ndaki "halkların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi" ilkesinin Kıbrıs için de uygulanmasını sağlayarak Ada'yı kendi topraklarına katmak maksadıyla atmıştır.

Yunanistan'ın bu girişimlerine Türk gençliği millî bir heyecan içinde tepki göstermiştir.

Türkiye Millî Talebe Federasyonu'nun bünyesinde kurulmuş olan Kıbrıs Komitesi'nin 2 Haziran 1953 günü yayınladığı Bildiri'de "Kıbrıs konusunda hakiki söz sahibinin Türkiye olduğu" vurgulanmış ve "Türk gençliği, ....Kıbrıs davasını benimsemiş ve millî bir dava olarak ele almış bulunmaktadır. Ele aldığı davaları, güç de olsa, halletmesini bilmiş bir Millet'in gençliği olmamız en büyük kudretimizi teşkil etmektedir" ifadesine yer verilmiştir.[2]

Böylece, Türkiye'de Kıbrıs konusu veya Kıbrıs meselesi için ilk defa olarak "Millî Dava" kavramını kullanan Türk gençliği, "Millî Kıbrıs" davamızda tarihe geçmiştir.

Türk gençliğinin Yunanistan'ın "enosis" emeline karşı gösterdiği bu tepki, ortaya koyduğu heyecan ve dile getirdiği "millî dava" anlayışı Türk basını tarafından kamuoyumuza yansıtılmıştır. O zamanki Hürriyet gazetesinin sahibi ve başyazarı Sedat SİMAVİ başta olmak üzere, basınımızın önde gelen isimleri, Kıbrıs konusunun Türkiye'de "millî dava" olarak benimsenmesinde başrolü oynamışlardır.

Ben de mensup olduğum kuşakla beraber 14 yaşımdan itibaren, yani "Millî davanın"  doğduğu 1953 yılından itibaren, zamanın akışı içinde geçirdiği bütün safhalarına tanıklık ettim. O yıllarda Yurdumuzun her ilinde Kıbrıs için düzenlenmiş olan heyecanlı mitinglere ben de 15 yaşımdan itibaren Ankara'da katılmış bulunuyorum. Bugün de Kıbrıs konusunda o günlerdeki duygu ve heyecanımı muhafaza ediyorum.

Bu sayede de "Millî Davamızın" ilk 50 yıllık devresi ile Kıbrıs "Millî Davamız" bakımından kaygılarla geçen son 13 yıllık dönem arasında kıyaslama yapma imkânına sahip bulunuyorum.

1950'li yıllarda Türkiye'yi çevreleyen dış şartlar

1950'li yıllarda Türk gençliğinin Türk basınıyla dayanışma içinde Türkiye'de "millî dava" ruhunun doğmasında ve yaygınlaşmasında oynadığı tarihî rolün öneminin ve değerinin daha iyi farkedilip değerlendirebilmesi için Türkiye'yi o günlerde çevreleyen dış şartları kısaca hatırlamak lâzımdır:

Türkiye, 2. Dünya Harbi'nin hemen ertesinde Sovyetler Birliği'nin toprak bütünlüğümüze yönelik somut tehditleri ve teşebbüsleri karşısında kalmıştı. Bu vahim durumda, Türkiye dış politikasında önceliği, Batı Dünyasıyla müşterek güvenlik sistemi içinde işbirliği imkânları sağlamaya vermişti. Dikkatini bu yöne teksif etmişti.  Bu sebeple, bu dış tehlike karşısında Kıbrıs konusundaki gelişmeleri takiple yetiniyor, fakat aynı tehdit ve tehlikelere maruz Yunanistan ile o sıralarda görünüşte iyi olan ilişkilerini ve işbirliğini zedelemekten kaçınıyordu.

Dr. Fazıl Küçük'ün ve Rauf Denktaş: "Kıbrıs Girit Olmasın"

İşte,  Türkiye'nin içinde bulunduğu bu şartlarda, Kıbrıslı Türklerin Dr. Fazıl Küçük'ün liderliğindeki ve içinde 24 yaşında bir avukat olarak Rauf Denktaş'ın da yer aldığı önderler kadrosu, çıkardıkları gazete ile,  Ada'da düzenledikleri mitinglerle, Türk Hükûmeti'ne gönderdikleri "Kıbrıs Girit olmasın" mesajlarıyla, Ankara'ya yaptıkları ziyaretlerle,  sadece Türk resmî makamlarını değil, bütün Türk Milleti'ni Rumların ve Yunanların Kıbrıs adasına yönelik gerçek emel ve niyetleri hakkında bilgilendirmekteydi; uyarmaktaydı.

Kıbrıs'tan yükselen, Toros dağlarını aşarak Ankara'ya ulaşan bu uyarıcı sesleri Türk gençliği yankılandırmış; Türk basını da bu sesleri Anadolu'ya yaymıştır. Neticede, Anadolu halkı Kıbrıs Türk halkıyla Millî dava etrafında kenetlenmiş ve bütünleşmiştir.

Anavatan - Yavru Vatan sıcak kucaklaşması ve bütünleşmesi bu şekilde Türk Gençliğinin ve Türk Basınının oynadıkları örnek alınması gereken bu tarihî rolle meydana gelmiştir.

Kıbrıs Türk halkı, Türkiye Ada'ya fiilen gelinceye kadar, Dr. Fazıl Küçük'ün Halkın Sesi gazetesinde çıkan bir yazısındaki  [3] ifadeyle “biz refahımızı ve yaşama haklarımızı ancak Türk bayrağının gölgesinde bulabileceğimize iman etmiş, inanmış bulunuyoruz; çünkü Türküz ve hiçbir zaman Türklüğün ayaklar altında çiğnenmesine tahammül edemeyiz" diyerek "enosis" yaygaraları ve silâhlı saldırıları karşısında canları pahasına direniyordu. Böylece hem Ada'da kendi varlıklarını, yani Türk varlığını,  hem de anavatanları Türkiye'nin Kıbrıs ile ilgili hayatî çıkarlarını koruyorlardı.  Bu kahramanlar, 1571 yılından itibaren Anadolu'nun bağrından alınıp Ada'ya getirilmiş olan Kıbrıslı soydaşlarımızdı.

Türk Hükûmeti Kıbrıs Konusunu "Millî Dava" olarak kabul ediyor

Kıbrıs Türk halkı ile beraber, gençliğiyle ve basınıyla Türk kamuoyunun Kıbrıs konusuna "millî dava" anlayışıyla sahip çıkması, Türk Hükûmeti'nin tutumunu da etkilemiş ve şekillendirmiştir.

1954 ve 1957'de Başbakan Adnan MENDERES tarafından kurulan 22. ve 23. Hükûmetlerin programlarında Kıbrıs konusu "millî dava" olarak zikredilmiştir.  

"Millî Dava" kavramı daha sonra, 28. İsmet İNÖNÜ, 29. Suat Hayri ÜRGÜPLÜ,  30., 31., 32. ve 39. Süleyman DEMİREL, 34. Nihat ERİM,  35. Ferit MELEN, 36. Naim TALU ve 55. Mesut YILMAZ Hükûmetlerinin programlarında da kullanılmıştır.

Türk Milleti'nin Kıbrıs sorununu  "millî dava" olarak benimsemesi ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin de konuyu "millî dava" olarak ele alıp yürütmesi,   Liderlerimizin Kıbrıs adasının Türkiye için taşıdığı önemin ve değerin bilinci içinde hareket etmiş olduklarını ortaya koymaktadır.

Kıbrıs Adasının Türkiye İçin Önemine Dair Değerlendirmeler

Kaldı ki, Devlet ricalimizin, siyasetçilerimizin ve hattâ yabancı diplomatların çoğu bugün artık arşivlerde bulunabilen demeçlerini okuduğumuz zaman, birçoğunda, Kıbrıs Adası'nın Türkiye'nin ulusal emniyeti ve ulusal çıkarları ve Kıbrıs'taki Türk varlığının mukadderatı açısından olan öneminin ve konunun "millî dava" vasfının vurgulanmış olduğunu görmekteyiz. Aynı değerlendirmeye Hükûmet programlarında da rastlamaktayız. Bunlardan bazılarını sizlerle paylaşmak istiyorum:

Milletimizin Kurtarıcısı ve Devletimizin Kurcusu Büyük Önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK’ün 1930’lu yıllarda Türkiye’nin güney bölgelerinde düzenlenen bir askerî tatbikatta yapılan bir durum değerlendirmesinde, Kıbrıs Adası’nın Türkiye için olan değerini ve önemini “Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece, Türkiye’nin ikmâl yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu Ada bizim için çok önemlidir” sözleriyle dile getirdiği kaynaklarda kayıtlıdır. [4]

CHP Lideri İsmet İNÖNÜ (28 Ağustos 1954) [ İnönü'nün Türkiye Millî Talebe Federasyonu'nun Kıbrıs toplantısında okunan mesajı ]: " Kıbrıs meselesinde Türkiye'nin millî menfaati .....Kıbrıs'taki soydaşlarının insan haklarına mazhar olarak emniyet içinde yaşamaları ve milliyetlerini muhafaza etmeleridir..... Türkiye'nin toprak emniyeti meselesi bugün de birinci derecede meselemizdir.....Yunanlılar ile dostluk ve ittifak münasebetleri içinde bulunmamız, bizi Kıbrıs meselesinde ihtiyatsız olmağa sevkedemez. Kıbrıs’taki Türklerin mukadderatını ve Ada’nın vatan bütünlüğü için büyük stratejik ehemmiyetini ihmal etmemizi hiçbir insaflı dost bizden isteyemez. Kıbrıs bizim için de hayatî ehemmiyeti haizdir. [5]

İngiltere'nin BM nezdindeki Daimî Temsilcisi Büyükelçi  - sonradan İngiltere'nin 1955 ile 1960 arasındaki Dışişleri Bakanı - Selwyn Llyod (24 Eylül 1954) [Yunanistan'ın müracaatı üzerine Kıbrıs konusunun BM'nin dokuzuncu Genel Kurul toplantısında görüşülmesi sırasında]:  “Kıbrıs coğrafî bakımdan Anadolu’nun bir parçasıdır ve orada 100.000 kişilik Müslüman – Türk kitlesi de oturmaktadır. Kıbrıs tarihte hiçbir zaman Yunanistan’a ait olmamıştır. Ada’da yaşayan mütecanis Türk kitlesi kendi müftüsü ve vakıflarıyla Türkiye’ye ırkî ve kültürel bağlarla bağlıdırlar. Ada’nın ekonomisinde önemli rol oynamaktadırlar..." [6]

C.M.P. Genel Başkanı Bölükbaşı (24 Ağustos 1955) [Edirne'de CMP İl Kongresi'nde]: “…Kıbrıs iki bakımdan bizi alâkadar etmektedir. Birincisi orada yaşayan yüz bin Türk’ün hayatı bakımından. İkincisi de Kıbrıs’ın Vatan’ın bir parçası oluşu bakımından. ….[7]

Başbakan Adnan MENFERES (24 Ağustos 1955): [Kıbrıs İngiltere’nin egemenliği altında bulunduğu dönemde Yunanistan’ın 1954 yılında Ada’yı kendisine bağlamak maksadıyla BM’de teşebbüslere başlaması üzerine verdiği uzun demeçten alıntılar ] “….Girit’i almak metotlarının Kıbrıs’ta tekrar edilmekte olması, ister istemez  bizi, Yunan irredantizm hareketlerinin başlangıcından bugüne kadar olan seyrini hatırlamaya sevk ediyor. Kıbrıs’taki bir avuç ekseriyetlerine istinat  ederek, dünyanın başına yeni gaileler  açmak isteyenlere, ister istemez , «Ankara önünde ne işiniz vardı?» sualini sormak zaruretini hissettiriyor….Şurasının herkesçe açık biçimde bilinmesi lâzım gelir ki, Türkiye sahillerinin büyük bir kısmı, başka devlete ait olan tarassut (gözetleme) ve tehdit palangalarıyla muhat (kuşatılmış) bulunuyor. Bir Kıbrıs sahası bugün salim (sağlam) görünüyor. Bu bakımdan Kıbrıs Anadolu’nun bir devamından ibarettir ve onun emniyetinin esas noktalarından biridir….” [8]

CMP Genel Başkanı Osman Bölükbaşı (25 Ağustos 1955) [ Başbakan Menderes'in demecine cevaben ]: "....Kıbrıs meselesi ve oradaki kardeşlerimizi tehdit eden yakın tehlike hakkında Hükûmetimizin bugün gazetelerde okuduğumuz ve çoktanberi beklediğimiz enerjik beyanatını, büyük memnuniyetle karşıladık. Esasen Cumhuriyetçi Millet Partisi'nin dün Edirne'de yapılan Kongresi'nde de Hükûmet'in çok enerjik hareket etmesi lâzım geldiğini; haklarımızı ve Kıbrıs'taki kardeşlerimizi korumak mevzuunda bütün Millet'in kendisiyle beraber olduğunu açıklamıştık. Böylece millî ve vatanî mevzularda, iktidar ve muhalefetin, bir fikir etrafında birleşebileceklerinin sevindirici bir örneğini vermiştik. Bir kere daha belirtmek isteriz ki, vatanî ve millî mevzulardaki hassasiyetimizi iç politika ihtilâflarımız asla gölgeleyemez. Bu itibarla, bugün bütün dikkatimizi Kıbrıs Konferansı ve kardeşlerimizin emniyet meselesi üzerinde toplamış bulunmaktayız...." [9]

CHP Lideri İsmet İNÖNÜ (25 Ağustos 1955) [ Başbakan Menderes'in demecine cevaben ]: "Kıbrıs davası üzerine hükûmetin beyanatı bize ciddi bir vaziyet göstermektedir. Kıbrıs'taki kardeşlerimizin yakın günlerde umumî bir tecavüz karşısında bulunduğundan resmen bahsedilmiştir. Bütün vatandaşların alâkasının bu vahim haber üzerinde toplanması lâzımdır.

Dış meseleler ve tehlikeler üzerinde iktidarın muhalefetle işbirliği yapması usulü bizde henüz teessüs etmemiştir. Onun için tehlike zamanlarında yapabileceğimizi âcilen bildirmek isteriz. Kıbrıs'taki kardeşlerimizin can ve mallarını tehlikeden korumak için Hükûmet'in alacağı bütün tedbirlerle beraberiz. Kıbrıs Konferansında haklarımızı korumak ve kurtarmak için Hükûmeti bütün gayretlerinde destekleriz. Kıbrıs Konferansı'nın şekli ve neticesi belli oluncaya kadar muhalif parti olarak dikkatimizi bu mevzuda toplayacağız. Dış politikamızın Kıbrıs ile meşgul olacağı bugünlerde iç politikamızın havasının da Kıbrıs ile dolu olduğunu göstermek vazifemizdir." [10]

Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü ZORLU ( 1 Eylül 1955) [ Kıbrıs sorununa bir çözüm bulmak için İngiltere’nin daveti üzerine 29 Ağustos – 7 Eylül 1955 tarihlerinde Londra’da toplanan Kıbrıs Konferansında ]:  Türkiye’nin bir harp vukuunda müdafaa kuvvet ve kudretinin idamesini Kıbrıs’ı hesaba katmaksızın düşünmek bile imkânsızdır.....Kıbrıs adası askerî bakımdan (binnefis) Türkiye’nin kendisinin  ve Türkiye’ye (hemcivar) komşu olan  (şark) doğu memleketlerinin akıbetiyle Türkiye kadar yakından ilgili bir devletin elinde bulunmak zorundadır….Bir harp halinde Türkiye’nin savunma gücünün hariçten beslenmesi ancak Akdeniz’deki batı ve güney limanları vasıtasıyla olabilir…. Türkiye’nin batı limanları….muhtemel düşmanın kuvvetli tesir sahasına dahil bulunmaktadır ve Türkiye bir harp halinde ancak güney limanları vasıtasıyla beslenebilir. İkinci cihan harbinde bu vaziyet bütün açıklığıyla meydana çıkmıştır….. Eğer Ada’nın hakimi aynı zamanda batıdaki adaların da hakimi olursa Türkiye’yi fiilen (muhasara etmiş) kuşatmış olacaktır….. Hiçbir memleket bütün emniyetini, ne kadar dost ve müttefik olursa olsun, tek bir devlete bağlayamaz.....” [11]

23. Adnan MENDERES Hükûmetinin Programında (25.11.1957-27.05.1960): ".....Dış siyasetimizin hayati bir mevzuu olan Kıbrıs meselesine gelince; bu milli davamıza karar ve düşüncelerimiz katiyet ve sarahatle ortaya konulmuş bulunmaktadır.....Türkiye’nin emniyetinin ve adadaki Türk cemaatinin (istikbâl) geleceği ve (inkişafının) gelişiminin korunması için aldığımız bu kararlı durumun muhafaza olunacağını bir kere daha teyid ederiz...." [12]

Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü ZORLU (28 Şubat 1959) [ TBMM Genel Kurulu'nda Dışişleri Bakanlığı'nın 1959 mâlî yılı bütçesinin görüşülmesi vesilesiyle ]:

"...... Kıbrıs meselesi Türkiye bakımından hayati bir ehemmiyet arz etmekte idi. Kıbrıs meselesinde menfaatlerimizin lâyıkı ile korunması için şu şartların tahakkuku lâzım gelmekte idi: 1. Kıbrıs'ın hiçbir zaman diğer yabancı bir devlete ilhak edilmemesi; 2. Kıbrıs'taki Türk cemaatinin inkişafının önlenmemesi ve onun Adada bir ekalliyet (azınlık) muamelesine tâbi tutulmaması; 3. Adanın Türkiye'nin emniyeti için arz ettiği büyük ehemmiyet nazarı itibara alınarak Adanın müdafaasının temini ve müdafaaya Türkiye'nin iştiraki....." [13]

Başbakan Süleyman DEMİREL (12 Eylül 1967 ) [ Yunanistan Başbakanı Kolias ile Keşan ve Dedeağaç'ta görüştükten ve Yunan Askerî  Hükûmeti'nin Kıbrıs için ENOSİS Teklifini reddettikten sonra Basın Toplantısında ]: ".....Türkiye'nin Ada üzerindeki tarihî hakları ve Adanın Türkiye'nin güvenliği bakımından önemi de, meseleye çözüm yolu ararken daima göz önünde bulundurduğumuz bir husustur...... Kıbrıs işinin bugüne kadar barışçı bir çözüm yoluna kavuşamamasında Yunanistan'ın Ada'yı  kendisine ilhaktan gayri bir hal şeklini mümkün  görmemesi başlıca amil olmuştur. Türk tezi ise, yürürlükteki Antlaşmaların tarafların rızası olmadan değiştirilememesi; cemaatlerden birinin diğerine  tahakküm edememesi; Lozan'da bu bölgede kurulmuş  olan dengenin bozulmaması ve Ada'nın bir başka devlete tek taraflı ilhakının önlenmesi esasları dahilinde ihtilâfa bir çözüm yolu aranmasıdır......Bizim Kıbrıs siyasetimizin temelini, Kıbrıs'ın statüsünü tayin eden Antlaşmalar teşkil eder.....Biz müzakere etmiş olmak için müzakere kabul etmeyi ne kadar fuzuli görüyorsak,  müzakerelerden kaçmayı da o kadar icapsız sayarız. Aksi halde geriye müzakere  kapısını kapayarak gerginlik ve çatışma yolunu açmak kalır..... Kıbrıs meselemizde, şeref ve haysiyetsimizden bir fedakârlık yapılamaz.  Türk Milleti şeref ve haysiyeti için her türlü fedakârlığı yapabileceğini tarih boyunca ispat etmiştir...... " [14]

AP Genel Başkanı ve Muhalefet Lideri Süleyman DEMİREL (20 Temmuz 1974) [ Kıbrıs Barış Harekâtı TBMM'nin Olağanüstü Birleşik Toplantısında yaptığı konuşma ]: ".....TBMM'nin millî meseleler karşısında bütün iç çekişmelerini bir kenara atıp, cihan âleme karşı tek vücut halinde hareket etmesi,  aynı zamanda, Milletimizin de millî meseleler karşısında yekvücut olduğunun kanıtını oluşturacaktır.....'Kıbrıs davası,  aslında Türkiye için ne bir toprak davasıdır  ne de sadece Kıbrıs'ta yaşayan 150 bin soydaşımızın güvenliği davasıdır. Bunları çok aşan bir davadır.....Kıbrıs davası 1829'da Mora yarımadasından başlayarak hep Osmanlı İmparatorluğu aleyhine büyüyerek gelen Elen idealizmine, megali  idea'ya 'dur' deme davasıdır.....Kıbrıs davası karşısında Türk Milletinin gösterdiği hassasiyet bir tarihî şuurun neticesidir......Bugün bir Kıbrıs davası hâlâ elimizde var ise, olabilmiş ise, bir Kıbrıs davasında tutacak bir yerimiz, önemli tutacak bir yerimiz var ise, Kıbrıs'a Osmanlı İmparatorluğu'nun aslında Anadolu'nun tabiî bir uzantısı olan bu adaya 1570'de götürüp bıraktığı, 300 sene sonra 1878'de terk edip geldiği Türk Milletinin asil evladı, orada bayrak için ve Büyük Türk Topluluğu için şecaat ve kahramanlık göstermiş; 450.000 Rum'un içerisinde 73 ayrı yerde dağınık bir şekilde olmalarına rağmen, ölmüşler, işkence görmüşler, açlığa tabi tutulmuşlar ve bunların çok büyük bir kısmı da Kıbrıs Anayasası'nın mer'i olduğu zamanda olmuş, bunların büyük kısmını da yaptıran Arşövek Makarios'tur; öyle olmuş, ama Türk varlığını muhafaza etmekte hayatiyet gösterebilmişlerdir....Ada'da  bir yeni nizam kurulacaktır, bir yeni nizam kaçınılmazdır.....Konu üzerinde söylenecek sözler geride kalmıştır. Bugün sabahtan itibaren konu üzerinde yeni bir dönem açılmıştır. Konu üzerinde şu veya bu denebilir. Bugün denecek tek bir şey vardır : ......Bu ülkenin çocukları, Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşları, bugün tek kalp halinde. Yüce Milletimizin değerli varlığı, Türk tarihinin şanlı sayfalarını yazan, Türk Milletinin özü, hamaset ve vatanperverlik dolu, kahramanlık dolu Türk Silahlı Kuvvetlerinin gün batmadan başarıya ulaşmasını temenni etmek, hepimizin en büyük emelidir. (AP, CHP ve CGP sıralarından "Bravo" sesleri, şiddetli alkışlar) Cenabı Allah'ın milletimizi, devletimizi, onun mümessillerini, Türk Silâhlı Kuvvetlerini başarıya ulaştırmasını ve Milletimizi daima başı dik millet olarak tutmasını niyaz ediyor, hepinize saygılarımı sunuyorum. (AP, CHP, CGP, MSP sıralanandan alkışlar.) [15]

6. Cumhurbaşkanı Fahri KORUTÜRK [ Rauf DENKTAŞ'ın naklettiği değerlendirmesi ] ''Kıbrıs adası, Türkiye'nin denizlere açık bir ülke olmasını engelleyecek bir konumdadır.'' [16]

DSP Genel Başkanı Zonguldak Milletvekili Bülent ECEVİT (25 Ağustos 1992) [TBBM Genel Kurul'u Olağanüstü Kıbrıs Toplantısı]: "....Bundan 390 yıl önce, Ünlü İngiliz oyun yazarı Shakespeare, Othello adlı piyesinde, bir politikacının ağzından, Kıbrıs'ın, Türkiye için stratejik önemini vurguluyordu ve 'Türk, kendini öncelikle ilgilendiren bir konuyu gerilere itecek kadar idraksiz değildir' diyordu. Shakespeare'den 390 yıl sonra, Türkiye'yi yönetenlerin, Kıbrıs'ı, Türkiye için bir yük ve engel gibi görmek idraksizliğini sürdürmeyeceklerini umarım...." [17]

RP Genel Başkanı Konya Milletvekili NECMETTİN ERBAKAN (25 Ağustos 1992) [ TBMM Kıbrıs Olağanüstü Toplantı ] :"....Kıbrıs, bizim için en hayatî ehemmiyeti haiz bir yer; güvenliğimiz buna bağlı....." [18]

MÇP Genel Başkanı Yozgat Milletvekili ALPASLAN TÜRKEŞ (25 Ağustos 1992) [ TBMM Genel Kurulu Kıbrıs Olağanüstü Toplantı ]: "....Kıbrıs Adası, ..... Türkiye'nin güvenliğiyle çok yakından ilgilidir. Kıbrıs üzerinde Türkiye'mizin bir başarısızlığı, bütün Türk cumhuriyetlerinde, Türk âleminde Türkiye'ye karşı beslenen itimadı sarsar. O bakımdan, Kıbrıs meselesinin çözümü Türkiye için bir sınav mahiyetindedir. Bu sebepten, bu meselenin üzerine, milletimiz, önemle eğilmiş bulunmaktadır, hükümetlerimiz de, milletimizin bu arzusunu dikkate alarak, bu meselede Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini bağımsız bir cumhuriyet olarak yaşatmayı hedef almalıdır. Bu, milletimize yeni imkânlar açacaktır...." [19]

 

RP Genel Başkanı Konya Milletvekili NECMETTİN ERBAKAN

(10 Haziran 1993) [ TBMM'de Kıbrıs konusunda Genel Görüşme açılması önergesi üzerinde ön görüşmede ] : "....... Türkiye Büyük Millet Meclisinde tarihî bir oturumu yapıyoruz; baş millî meselemiz olan Kıbrıs konusunu görüşüyoruz; Kıbrıs konusu hakkında bir genel görüşmenin gündeme alınıp alınmaması konusunu müzakere ediyoruz....... Refah Partisi olarak biz, Türkiye'de vatanımızı nasıl bölünmez bir bütün olarak kabul ediyorsak, Kıbrıs da, bizim ikinci vatanımızdır, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini de, aynen, bölünmez bir bütün olarak kabul ediyoruz; Türkiye bölünmez de Kıbrıs bölünür mü?..... (RP sıralarından alkışlar)" [20]

 

KKTC CUMHURBAŞKANI RAUF R. DENKTAŞ (21 Ocak 1997)  [ TBMM Genel Kurulu'na Hitabı ]: ".....Bu anlaşmaların oluşturduğu esaslar arasında, elden bırakamayacağımız, bırakamayacağınız ilkeler vardır. Bunlardan en önemlisi, Kıbrıs dahilindeki iki halk arasında siyasî eşitliğe denk olarak, Türkiye ile Yunanistan arasında, Kıbrıs'a dönük eşitliktir, dengedir; Lozan'da kurulmuş olan dengenin, Kıbrıs'ta, rahmetle andığımız, o zamanın liderleri tarafından korunarak bir anlaşma yapılmış olmasıdır. Bu dengeye göre, Kıbrıs üzerinde, Yunanistan'ın Türkiye'den daha fazla söz hakkı yoktur. Bu dengeye göre, Kıbrıs, Enosis'e gidemez, taksim edilemez, içte iki eşit halk Kıbrıs'ı idare eder, biri diğerine tahakküm edemez ve dolaylı Enosis olmaması için de, Türkiye ve Yunanistan'ın üye olmadığı herhangi bir birliğe üye olamaz. Bu kadar ince, bu kadar hassas, ama bu kadar sağlam bir dengeyi kurmak suretiyle Kıbrıs'ı bağımsızlığa kavuşturmuş olanları yine rahmetle anıyorum.....Gün geldi, dünyayı niçin karşınıza aldınız; Kıbrıs'ta hak ve hukuk tecelli etsin, haksız saldırılar dursun; Kıbrıs, Rum olmasın, Yunan olmasın diye. Gün geldi, evlatlarınızı, kefensiz, bizim şehitlerimizin yanına yatırdınız. Niçin; Türkiye'nin Kıbrıs'a verdiği önem, Türkiye'nin Kıbrıs için, Kıbrıs'ın Türkiye için hayatî önemi haiz bir Ada olduğu, hiçbir şekilde düşmana bırakılmayacağı ve kan kardeşiniz Kıbrıs Türklerinin, asla bu Ada'da yok edilmeyeceğini, ezilmeyeceğini, sömürüye terk edilmeyeceğini göstermek için...."[21]

Devlet Bakanı Kayseri Milletvekili Abdullah GÜL (21 Ocak 1997) [Hükûmet adına TBMM Genel Kurulu'nda konuşması]: "......bugün Meclisimiz, tarihî oturumlarından birisini daha yaşadı. Sayın Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel'in resmî davetlisi olarak ülkemizi ziyaret eden Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin Sayın Cumhurbaşkanı, bugün Mecliste, tarihî konuşmalarını yaptılar ve yayımlanan deklarasyonla da, hep beraber, bütün Meclis olarak bir kez daha Kıbrıs davasının arkasında olduğumuzu gösterdik.....Kıbrıs, Türkiye'nin millî meselesidir, partiler üstü bir meseledir, kim iktidarda olursa olsun, 30 senedir, Kıbrıs'a karşı yapması gerekeni yapmıştır ve bundan sonra da yapacaktır. Kıbrıs'ta bugünkü problemin sorumlusu kesinlikle Türkiye değildir..... çeşitli oyunlarla, Türkiye'nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin kazanımlarını geri almak için yapılan bütün çalışmalar boşa gidecektir. Bunu derken şunu söylemek istiyoruz; 1960 Antlaşmalarından doğan bütün garantörlük haklarımız aynen devam etmektedir, bunların sulandırılmasına dönük herhangi bir şeye kesinlikle müsaade edilmeyecektir, Türkiye, bu konuda çok kesin kararlıdır. Kıbrıs'ın güvenliği Türkiye için vazgeçilmez bir koşuldur, Mersin'in, Sinop'un, Edirne'nin, Kars'ın güvenliği neyse, Kıbrıs'ın güvenliği de Türkiye için aynı şekildedir. (RP, DYP ve ANAP sıralarından alkışlar) Türkiye bunu, gerektiğinde, fiilen de göstermekten hiçbir zaman geri kalmamıştır, bunu, bütün dünya da bilmektedir...." [22]

RP GRUBU ADINA Manisa Milletvekili BÜLENT ARINÇ (21 Ocak 1997)  [ TBMM Genel Kurulu'ndaki Konuşması ]: "....Kıbrıs, Türkiye’mizin millî meselesidir, onurudur ve hepimizin haysiyetidir. Türkiye'nin, Kıbrıs'ta, hem tarihî hem millî hem dinî hem ahlakî hem coğrafî ilgisi vardır. Bu ilgimiz sebebiyle, bu ahlakî bağlarımız sebebiyle Kıbrıs davası, bizim için, vazgeçilmez ve üzerinde tartışılmaz bir konudur......bu millî konuda Parlamentomuz, bugüne kadar yekvücut hareket etmiştir. Gelmiş geçmiş bütün hükümetler, iktidar ve muhalefetiyle, bütün milletvekilleriyle Kıbrıs davasında aynı görüşü paylaşmışlardır. Bu, bizim için en büyük güç ve en büyük iftihar meselesidir. İnanıyorum ki, bugün de, Kıbrıs konusunda hepimiz aynı düşüncelere sahibiz; yapılması gereken, alınması gereken bütün kararlara, aynı yüreklilikle, aynı samimiyetle hep beraber sahip çıkacağız......bugün, Parlamentomuzu teşrifleriyle hepimizi memnun eden Sayın Cumhurbaşkanına (KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş) bir kez daha hürmetlerimi, selamlarımı takdim ediyor; kendilerini ayakta alkışlamak suretiyle, bütün düşüncelerine ortak olduklarını ifade eden Sayın Başkanımızı ve değerli milletvekillerimizi, tekrar, hürmetle selamlıyorum."[23]

DSP Genel Başkanı İstanbul Milletvekili Bülent ECEVİT (21 Ocak 1997) [ TBMM Genel Kurulu'ndaki Konuşması ]: ".... Sözlerimi bitirirken şunu hatırlatmak isterim: Sayın Denktaş, Türkiye'ye Kıbrıs Türklerinin şükran duygularını her zaman cömertçe ifade eder; fakat, aslında, sadece Türkiye Kıbrıs Türkleri için bir güvence değildir; aynı zamanda, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti de Türkiye için büyük bir güvencedir. (DSP sıralarından alkışlar) Kuzey Kıbrıs'ın Türkiye için ne kadar büyük bir güvence olduğunu algılayabilmek, idrak edebilmek için strateji uzmanı olmaya gerek yoktur. Bir ortaokul haritasını açıp bakan herkes Kıbrıs'ın Türkiye için stratejik açıdan ne kadar önemli bir yer tuttuğunu gözleriyle görebilir. Güney kıyılarımızın güvenliği; İskenderun, Mersin Limanlarının güvenliği; petrol boru hatlarının ve ileride yapılacak petrol ve doğalgaz boru hatlarının güvenliği bakımından, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde Türk askerî varlığının sürmesi, evvela o cumhuriyetin sürmesi ve -o cumhuriyet ebediyen yaşayacaktır inşallah- o cumhuriyette de Türk askerî varlığının ebediyen kalması -her şeyden önce Türkiye'nin kendi güvenliği için- koşuldur." [24]

TBMM Genel Kurulu'nun Kararı (21 Ocak 1997):

"1........

2. 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarıyla oluşturulan garanti sistemi, şimdiye kadar olduğu gibi bundan böyle de geçerli olmaya devam edecek, söz konusu antlaşmaların doğrudan veya dolaylı şekilde değiştirilmesine ve Kıbrıs'ta ve bölgede Türkiye ve Yunanistan arasında mevcut dengenin bozulmasına müsaade edilmeyecektir.

3. Türkiye Cumhuriyeti, Kıbrıs'ta etkin ve fiilî garantisini eksiksiz sürdürecek, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetine vaki olacak saldırıyı aynen Türkiye Cumhuriyetine yapılmış bir saldırı olarak telâkki edecektir.

4. Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin Avrupa Birliğine tam üyelik için yapmış olduğu tek yanlı müracaat 1960 Antlaşmalarına aykırıdır. Bunun gerçekleşmesi, Kıbrıs'ın bölünmesine yol açacak ve sorumluluğu Avrupa Birliğine ait olacaktır.

5. Kıbrıs Türk Cumhuriyetine karşı uygulanan ambargo ve çifte standart hiçbir şekilde kabul edilemez.

Dışarıdan müdahalelerin, çözümü daha da zorlaştırdığı tecrübeyle bilinmektedir. Bu millî davada, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Türk Milletinin tam birlik içinde bulunduğu gerçeği, bütün dünyaca bilinmelidir.”[25]

55. Mesut YILMAZ  Hükûmet (ANAP-DSP-DTP-Bağımsızlar) Programında ( 30.06.1997-11.01.1999 ): "...Ulusal davamız olan Kıbrıs konusunda antlaşmalardan kaynaklanan hak ve sorumluluklarımıza sahip çıkarak, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni her alanda desteklemeye devam edeceğiz. Hükümetimiz, Kıbrıs’ın yalnız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti için değil, doğrudan doğruya Türkiye’nin güvenliği açısından da yaşamsal önem taşıdığının ve bu önemin arttığının bilincindedir. Ayrıca, Hükümetimiz, Ege’de yaşamsal çıkarlarımızı ilgilendiren konuların karşılıklı anlayış ve yapıcı ve barışçı bir diyalog ile çözülmesi gerektiğine inanmaktadır...." [26]

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi ÖZKÖK (13 Nisan 2004)           [Genelkurmay Başkanlığı Karargahı Orbay Salonu'nda yaptığı basın toplantısındaki sözlerinden alıntı ] : "..... belirttiğim gibi Kıbrıs sadece Kıbrıslı soydaşlarımızın bir meselesi değildir. Türkiye'nin güvenliği de söz konusudur. Kıbrıs'ın Türkiye'nin güvenliği ile ilişkisi, Türkiye'ye olan mesafesi ile açıklanacak kadar yüzeysel değil, daha çok Doğu Akdeniz'deki hak ve menfaatlerimizin korunması ile ilişkilidir. Türk Silâhlı Kuvvetleri'nin bakış açısından Kıbrıs'ın önemi iki temel esasa dayanmaktadır:

Bunlardan birincisi; Türkiye Cumhuriyeti'ne ve Türk Silâhlı Kuvvetleri'ne Garanti Antlaşması ile yüklenen Kıbrıslı soydaşlarımıza sağlamak zorunda olduğumuz güvenlik sorumluluğudur.

İkincisi ise, İttifak Antlaşmasında açıkça ifade edildiği üzere, Kıbrıs'ın, Türkiye'nin güvenliği açısından taşıdığı stratejik rolün önemidir. Bu iki temel esas süreklilik arz etmektedir. Çünkü Kıbrıs'ta ve Doğu Akdeniz'deki istikrar ve denge ancak bu sayede sağlanmaktadır. Garanti Antlaşmasının birinci maddesinde Kıbrıs'ın, tamamen veya kısmen, Türkiye ve Yunanistan'ın birlikte üyesi olmadığı hiçbir siyasi ve ekonomik birliğe katılımına bu gerekçeyle müsaade edilmemiştir.'' [27]

61 Recep Tayyip ERDOĞAN Hükûmet Programında (8.07.2011): "....İktidarımız döneminde, Kıbrıs’ta, KKTC halkının ve Türkiye’nin stratejik çıkarlarını gözetecek, bu bağlamda BM parametreleri çerçevesinde iki toplumlu ve iki kesimli, tarafların siyasi eşitliğine dayanan kapsamlı çözüme ulaşılması yönündeki çabaları sürdüreceğiz ve BM’nin iyi niyet misyonunu desteklemeye devam edeceğiz. Ayrıca, KKTC’nin uluslararası alanda tanınması ve daha saygın bir konuma getirilmesi için gösterdiğimiz yoğun çabayı aynı kararlılıkla sürdürecek ve aynı zamanda KKTC’nin ekonomik altyapısının güçlendirilmesi için bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da destek vermeye devam edeceğiz...."[28]

MHP Ankara Milletvekili Yıldırım Tuğrul TÜRKEŞ  (18 Haziran 2014)   [ MHP Grup Başkan Vekili ve İzmir Milletvekili Oktay Vural ile MHP Grup Başkan Vekili ve Kayseri Milletvekili Yusuf Halaçoğlu'nun "1953 yılından bu yana siyasi literatürümüzde 'millî dava' olarak nitelenen ve kabul edilen Kıbrıs" konusu hakkında Genel Görüşme açılması için verdikleri önergenin TBMM Genel Kurulu'nda görüşülmesi ]: ".... Hepinizin malumu olduğu üzere, Kıbrıs millî davamızdır. Bu millî davanın bugün karşı karşıya olduğu meselelerin bu Meclis çatısı altında detaylı bir şekilde görüşülmesi gerekir.....Kıbrıs denilince ister istemez şöyle bir geçmişe bakıyoruz neler oldu, neler yaşandı diye, bakınca da hatırlıyoruz. Meselâ, Başbakan Erdoğan'ın her fırsatta istismar etmeye çalıştığı merhum Menderes'in Kıbrıs yaklaşımından zerre kadar dahi olsa nasiplenmesini öylesine arzu ederdik ki.

Kıbrıs, Türkiye Cumhuriyeti devleti için 1953 tarihinden bu yana millî davadır. 1955 ve 1957'de merhum Adnan Menderes tarafından kurulan 22'nci ve 23'üncü Hükûmetlerin programlarında, Kıbrıs konusundan, konunun milletimize mal olduğunu gösteren ifadelerle bahsedilmiştir.

Her vesileyle rahmetle andığımız merhum Menderes, 1955 yılının Ağustos ayında 'Kıbrıs Anadolu'nun bir devamından ibarettir ve onun emniyetinin esas noktalarından biridir' şeklinde beyanat vermiştir. Gerçekten de merhum Menderes 1955 yılında Kıbrıs'la alakalı olarak iç bünyede öylesine güçlü bir millî hava estirmiştir ki merhum İnönü, 25 Ağustos 1955 tarihinde bir demeç vererek, 'Dış politikamızın Kıbrıs'la meşgul olacağı bugünlerde, iç politikamızın havasının da Kıbrıs'la dolu olduğunu dünyaya göstermek vazifemizdir' demiştir.

Keza merhum Bölükbaşı, aynı tarihlerde 'Kıbrıs meselesi ve oradaki kardeşlerimizi tehdit eden yakın tehlike hakkında, Hükûmetimizin bütün gazetelerde okuduğumuz ve çoktan beri beklediğimiz enerjik beyanatını büyük bir memnuniyetle karşıladık' ifadelerini kullanmıştır.

Millî iradenin tecelligâhı olan Türkiye Büyük Millet Meclisinin bu şerefli kürsüsünden vakti zamanında milletin davasına sahip çıkan merhum Menderes'i, Merhum İnönü'yü, merhum Bölükbaşı'nı bu vesileyle bir kez daha rahmetle ve minnetle anıyorum.

Türkiye'nin tarihinde Kıbrıs bağlamında Milleti ve Millet'in temsilcilerini bu derece bölen bir siyasi zihniyet daha yoktur. Kıbrıs davamız ile ilgili bu kürsüden 'Kesin müzakereleri, durdurun. Amerika'nın hoşuna gitmezmiş, bana ne Amerika'dan!' diyen ve burada coşkulu ve hararetli nutuklar atan, Kıbrıs konuşmalarından sonra kan ter içinde kalan merhum Necmettin Erbakan'ı hatırlıyor ve rahmetle ve hayırla yâd ediyorum. Elbette merhum Bülent Ecevit'i anıyor ve düşünüyorum. 'Kıbrıs'a savaş için değil, barış için gidiyoruz'  diyerek Türk Milleti'nin ve askerinin bir harekât esnasında dahi insanlığını unutmadığını ve unutmayacağını ortaya koyan merhum Ecevit'in millî duruşunu hatırlıyorum. Allah hepsinden razı olsun ve hepsine gani gani rahmet eylesin.

Bunları niçin anlatıyorum? Demokratik hayatımızda, Menderes'ten Ecevit'e uzanan büyük devlet geleneğimizde, her yönetici mevzu bahis Kıbrıs olduğunda içteki ihtilafları rafa kaldırmayı bilmiş ve olabildiğince geniş bir millî mutabakat arayışına girişmiştir. Bunda da büyük ölçüde hepsi başarı sağlamıştır. Menderes ile İnönü'yü, Ecevit ile Erbakan'ı, Demirel ile Türkeş'i, bu büyük insanları bir araya getiren neydi biliyor musunuz?  Millî dava Kıbrıs'ın, Kıbrıs Türkü'nün ve dahi Anadolu'nun kayıtsız şartsız müdafaasıydı.

.....Görünen odur ki aynı AKP iktidarı son dönemlerde Arap dünyasında olan bitenle, ihvancı kardeşlerinin akıbetini düşünmekle o kadar meşgul olmuştur ki Türk dünyasını ve Kıbrıs davasını irdelemeye vakit bulamamıştır........Buradan AKP Hükûmeti'ne çağrımızdır: Cesaretinizi toplayın ve Kıbrıs'ta süren ve Kıbrıs Türkü'nün ve Türkiye'nin hiçbir şekilde yararına olmayan bu müzakereleri derhâl durdurun, askıya alın. Bu yüce çatı altında yer alan tüm partiler bir araya gelelim ve bir ortak bildiriye imza atalım. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin siyasi ve Helenist kararını kınayalım ve uluslararası hukukun Türkiye aleyhtarlığı ile şekillendirilmesinin yanlış olduğuna işaret edelim.....(MHP sıralarından alkışlar)." [29]

Osmanlı Devleti Kıbrıs'ı Ülkesinin Emniyeti İçin Fethetti

Osmanlı Devleti'nin de, Kıbrıs Adası'nın Osmanlı ülkesinin emniyeti bakımından taşıdığı büyük önemin şuuru içinde Kıbrıs adasını fethettiği bir gerçektir.

Osmanlı Devleti'nin Sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa'nın hepimizin daha ilkokul, ortaokul çağlarımızda öğrendiğimiz Kıbrıs hakkındaki meşhur sözü vardır. Ada'nın Türkler tarafından fethinden birkaç ay sonra 1571 Ekim ayındaki İnebahtı deniz muharebesinden sonra söylenmiştir.

Türklerden Kıbrıs'ın kaybının acısını çıkarmak için oluşturulan haçlılar donanmasının İnebahtı'da (Laponte) baskın yapıp Osmanlı donanmasına çok ağır kayıplar verdirmesinden sonra kendisini ziyaret eden Venedik elçisini kabulünde şöyle konuşuyor Sokullu Mehmet Paşa: "Biz Kıbrıs’ı almakla sizin kolunuzu kestik;  siz ise İnebahtı’nda bizim sakalımızı tıraş ettiniz. Kesilen kol yerine gelmez, ama kesilen sakal daha gür olarak yeniden çıkar." Bu sözün Kıbrıs'ın stratejik önemini ve değerini ortaya veciz biçimde koyduğu kuşkusuzdur.

Gerçekten de, Osmanlı Devleti, Kıbrıs’ı fethetme kararı aldığı zaman orada Türkler ve Müslümanlar yaşamıyordu. Osmanlı Devleti, sadece bir büyük güç olabilmenin ve Doğu Akdeniz’i ve deniz ticaret yollarını büyük bir güce yaraşır biçimde kontrol edebilmenin ve Anadolu’nun emniyetini sağlayabilmenin gereği olarak Kıbrıs’a hâkim olmuştur. Bunu da muazzam ve muhteşem bir imparatorluk haline gelerek gücünün zirvesine eriştiği; Doğu Akdeniz’i âdeta bir Türk gölüne dönüştürdüğü ve Dünyaya gücünü kabul ettirdiği  “Yükselme Devrinde” gerçekleştirebilmiştir.  307 yıl hukuken ve fiilen,  45 yıl da hukuken olmak üzere 352 yıl egemenliği altında tutmuştur. Gücünü yitirdiği  “Yıkılma Devrinde” 1878 yılında Rusya'dan Anadolu topraklarına yönelen çok ciddi tehdit ve tehlike üzerine, İngiltere'nin vereceği askerî destek karşılığında Kıbrıs'ın İngiltere tarafından işgal ve idare edilmesine, akdedilen bir Sözleşme çerçevesinde bazı şartlarla razı olmak mecburiyetinde kalmıştır. İngiltere’nin Ada’yı ilhak ettiğini 5 Kasım 1914 tarihinde açıkladığı zaman da bunu tanımadığını fiilen gösterecek gücü kendisinde görememiştir.

Bu tarihî hakikat karşısında Kıbrıs adasının, Osmanlı Devleti’nin gücünün, bölgesindeki ve dünyadaki ağırlığının, itibarının bir ölçüsü veya mihenk taşı olarak alınabileceğini söylemenin pek de yanlış olmayacağını düşünüyorum.

Kıbrıs Adası Türkiye'nin Millî Güvenliği İçin Önemlidir

Aynı ölçü, Türkiye Cumhuriyeti için de geçerlidir. Çünkü Türkiye, 1923'den bu yana Kıbrıs adasının millî güvenliğine bir tehdit üssü olarak kullanılmasına, hayatî çıkarlarına zarar vermesine müsaade etmemiştir.

Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlar, Lozan Barış Konferansı'nda Kıbrıs'ın Yunanistan'ın egemenliğine bırakılacağı ümidi ve beklentisi içinde olmuşlardır. Konferans'ın açılışından önce ve açıldıktan sonra Kıbrıs'ın Yunanistan'a verilmesi için gayret sarfedenler ve bu amaçla Türk heyetine baskı yapanlar olmuştur.

"Lozan Dengesi"

Filhakika, Konferans'da Andlaşma'nın ilk taslağı olarak hazırlanan belgede, Osmanlı Devleti’nin üzerinden egemenliğini terk ettiği topraklarda ve Kıbrıs dâhil adalarda, gelecekte ilhak, bağımsızlık ilânı veya herhangi bir başka rejim kurulması yolunda alınacak kararları Türkiye'nin önceden uygun bulmasını, kabullenmesini ve tanımasını öngören bir hükme yer verilmiştir. [30]

Büyük Önder Mustafa Kemal Paşa’dan da güç ve destek alan Lozan Kahramanı İsmet Paşa,  Antlaşma'da Kıbrıs'ın Yunanistan'a verilmesini hükme bağlayan veya sonradan Yunanistan’a devredilebilmesine kapıyı açan  böyle bir maddenin yer almasını, kararlı bir tutum göstererek önlemiştir.

Antlaşma'da Kıbrıs'ın İngiltere'nin egemenliği altında bırakılarak, Kıbrıs bakımından Türkiye ile Yunanistan arasında siyasî ve stratejik denge oluşturulmasını sağlamıştır. Türkiye’nin o zamandan bu zamana kadar dış politikasında korunmasına titizlik gösterdiği “Lozan Dengesi” kavramı böylece ortaya çıkmıştır.

Lozan Konferansına katılmış ve Barış Antlaşması’nı imzalamış olan Yunanistan Antlaşma’nın Kıbrıs’ın İngiltere’nin egemenliği altına konulmasına ilişkin maddesi hakkında herhangi bir çekince beyan etmemiş olduğunu da hatırda tutmak lâzımdır.

1960 Antlaşmaları "Lozan Dengesini" Pekiştirdi

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı Devleti'nin Yıkılıma Devrinde İngiltere'ye terk etmek ve üzerindeki askerini geri çekmek mecburiyetinde kaldığı Kıbrıs'taki Türk varlığının koruyucusu ve güvencesi olmuştur.  1960 Antlaşmalarıyla Lozan Dengesini pekiştirmiştir. Kıbrıs'ta hukukî, etkin ve  fiilî hak ve yetkiler elde etmiştir. Askerini Kıbrıs'tan çektikten 82 yıl sonra yeniden Ada'da konuşlandırmıştır. Yunanistan'ın silâh yoluyla "enosis" i gerçekleştirme teşebbüslerini, 1974'de olduğu gibi, kendisinin sebep olmadığı bir harbin bütün olumsuz sonuçlarını da göze alarak boşa çıkarmıştır. 1974 Barış Harekâtımız Kıbrıs sorununun gerçekçi ve yaşayabilir bir çözüm şekline kavuşturulması için gerekli parametrelerin ada sathında fiilen oluşmasını sağlamıştır. Kıbrıs Türk halkı kendi bağımsız ve egemen Devletine, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ne sahip olmuştur.

Millî Dava İçin Millî Duruş

Özetle, yeniden bir vurgulama yapmak istiyorum.  Özellikle 1950'li yılların ortalarından başlayarak 2003 başına kadar, zaman zaman içinden geçilen çok ağır iç ve dış şartlara rağmen, Kıbrıs konusunda, Türkiye’de, Devlet’in bütün kurumlarını, TBMM’ni, bütün siyasî partileri, genç ihtiyar bütün halkımızı kaplayan ve basınımız tarafından gönül birliği içinde yansıtılan bir “millî heyecan” vardı.  Bu heyecana yol açan faktör “millî dava” anlayışıydı. Bu anlayış Kıbrıs adasının Türkiye için taşıdığı önemin ve değerin bilincine varmanın sonucunda ortaya çıkmıştı.  “Millî dava’ya” sahip çıkma kararlılığı içinde dimdik bir millî duruş gösteriliyordu. Dış politikada bir başka hedefe ulaşmak için Kıbrıs konusunda geri adım atmak, taviz vermek gibi bir anlayış, ne hükûmetlerimizde vardı, ne de kamuoyunu besleyen gazetelerimizde.

Türkiye, İsmet İnönü'nün Başbakan olduğu dönemde, bir taraftan 12 Eylül 1963 günü Ankara'da Avrupa Ekonomik Topluluğu ile Ortaklık Anlaşması imzalayarak Avrupa ile siyasî ve ekonomik bütünleşme yolunda tarihî adımı atmıştı.  Diğer taraftan da, Türkiye, yaklaşık 100 gün sonra 21 Aralık günü Kıbrıslı Rumlar Kıbrıs Türk halkına silâhlı saldırılara başlayınca, 25 Aralık günü savaş uçaklarını Kıbrıs semalarında uçurarak; donanmasını Kıbrıs karasularına sokarak soydaşlarının yanında olduğunu dünya göstermişti.

Rauf Denktaş: Ben Türkiyesiz Cennete Bile Girmem

Kıbrıs’taki soydaşlarımız da, önce Dr. Fazıl KÜÇÜK ve sonra Rauf DENKTAŞ gibi anavatan Türkiye'ye inançla bağlı kahramanların önderliğinde ve liderliğinde mücahitlik ruhu içinde canları pahasına “enosis” e karşı direnmişlerdir.

Daha sonraki yıllarda, Kıbrıs Türk halkı, AB'ne katılım konusunda, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam üye olmasından önce, kendilerinin bir çözüm çerçevesinde AB'ne katılmalarının,  Rumları ve Yunanistan'ı tarihi "enosis" emellerine kavuşturacağının farkında olmuştur. Rauf Denktaş demeçlerinde "ben Türkiyesiz Cennet'e bile girmem" şeklinde konuşmuştur.

Prof. Dr. A. Davutoğlu'nun Kaleminden  Kıbrıs'ın Önemi:

Kıbrıs müzakere sürecinin Şubat 2014'de başlatılmasında ABD Cumhurbaşkanı Yardımcısı Biden ve ABD Dışişleri Bakanı Kerry ile birlikte  baş başrolü oynayan aktörlerden biri olan Başbakan Davutoğlu'nun Kıbrıs Adasının genel olarak ve özellikle Türkiye için olan önemine dair görüşlerini ve değerlendirmelerini dikkatinize sunmak istiyorum.

Benimde paylaştığım bu isabetli görüşler ve değerlendirmeler, Sayın Davutoğlu'nun Akademisyen sıfatıyla kaleme alıp yayınladığı "Stratejik Derinlik" isimli kitabında [31] yer almaktadır.

Zamandan tasarruf için özetle zikretmem gerekirse, Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu kitabında,

▬ Kıbrıs konusunun Türkiye'nin tarihî sorumluluklarının bir sonucu olarak ve Ada'nın coğrafî konumunun jeostratejik açıdan taşıdığı önem sebebiyle ülkemizi doğrudan ilgilendirdiğini;

▬ Ada'da tek bir Müslüman Türk yaşıyor olmasa bile Türkiye'nin bir Kıbrıs meselesinin olması gerektiğini;

▬ Çünkü, Ege'den soyutlanmış  ve Kıbrıs Rum Kesimi ile güneyden çevrilmiş bir Türkiye'nin dünyaya açılma kapılarının  önemli ölçüde sınırlanmış olacağını;

▬ Ayrıca, Kıbrıs'ın, Türkiye'nin Hazar-Karadeniz-Boğazlar-Ege Denizi-Doğu Akdeniz-Süveyş-Basra Körfezi hattından oluşan yakın deniz kuşağı ile ilgili genel bir deniz stratejisinin kilit unsuru olarak özel bir önem taşıdığını;

▬ Kıbrıs adasının sabit bir üs ve uçak gemisi konumunda olduğunu;

▬ Türkiye'ye hasım bir gücün Kıbrıs'a yerleştirilebileceği bir füzenin Anadolu topraklarını tehdit edebileceğini;

▬ Bu tehdidin Rusya, Ermenistan ve Suriye'den de ülkemize yönelebilecek tehditlerle birleşmesi halinde Türkiye'de hiçbir güvenlikli alanının kalmayabileceğini;

▬ Hiçbir ülkenin kendi hayat alanının kalbinde yer alan böyle bir adaya kayıtsız davranamayacağını;

▬ Öte yandan, Kıbrıs'ı ihmal eden bir ülkenin küresel ve bölgesel politikalarda etkinlik kazanamayacağını;

▬ Nitekim, Almanya'nın da Kıbrıs politikasının amacının,  güney hattı üzerinde önemli bir stratejik ayak elde etmeye,  İskenderun Körfezindeki ve Doğu Akdeniz çıkışı üzerindeki kontrolünü arttırmaya ve Avrupa'yı Ortadoğu bölgesine de müdahil bir konuma getirmeye  matuf bulunduğunu;  

▬ Ortadoğu, Doğu Akdeniz, Ege, Süveyş Boğazı, Kızıl Deniz ve Körfez üzerinde stratejik hesaplar yapan hiçbir küresel ve bölgesel gücün Kıbrıs adasını ihmal edemeyeceğini,

kolayca anlaşılır açık bir dille ifade etmiştir.

Davutoğlu: "Kıbrıs'ta Çözüme Çok Yakınız

Başbakan Ahmet Davutoğlu,  8 Mart Salı günü Türkiye - Yunanistan İşbirliği Konseyi toplantısı vesilesiyle İzmir'de buluştuğu Yunanistan Başbakanı Alexis Tsipras ile yaptığı ortak basın toplantısında, memnun bir tarzda, "Kıbrıs'ta çözüme çok yakınız"  demiştir. [32] Tsipras ise aynı değerlendirmeyi yapmamıştır.

Davutoğlu'nun kitabındaki değerlendirmelerinin de ışığında "yakın olduğumuz" çözüm şeklinin, Türkiye'nin millî çıkarları ve millî güvenliği açısından Kıbrıs sorununun çözümü için Devletimiz tarafından belirlenmiş olan parametrelere tamamen uygun olduğunu düşünmemiz ve beklememiz doğaldır.

Kıbrıs müzakere sürecinin seyri medya karartması uygulanmaktadır. Bu karartmaya sadece Türk tarafı büyük ölçüde uymaktadır.  Oysa, Rum tarafında müzakerelerdeki gelişmeler hakkında günü gününe tartışma cereyan etmektedir. Resmî demeçler verilmektedir. Bunlardan, Rum tarafının müzakere başlıkları altındaki konuların birçoğunda Türk tarafının savunduğu tezleri kabul etmekten uzak durdukları anlaşılmaktadır. Akıncı ile Anastasiadis arasındaki görüşmelerin birinci yılında, Türk tarafı için hayatî önemi haiz parametrelerde herhangi bir mutabakat ortaya çıktığını söylemek mümkün değildir.

Belirtiler, Kıbrıs sorununu, Atatürk'den başlayarak, çeşitli Devlet adamlarımızın, siyasetçilerimizin ve son 14 yıldır da Başbakan Başdanışmanı, Dışişleri Bakanı ve Başbakan olarak Kıbrıs politikalarımızın oluşturulmasında ve uygulanmasında etki ve söz sahibi olmuş bulunan Profesör. Dr. Ahmet Davutoğlu'nun, Kıbrıs adasının özellikle Türkiye için önemine dair yapmış olduğu değerlendirmelere uygun düşen bir çözüme kavuşturmanın mümkün olamayacağını ortaya koymaktadır.

Kaldı ki, Anastasiadis'i müzakere masasına çekebilmek ve müzakereleri başlatabilmek için, Rum tarafına peşin tavizler verilmiş bulunmaktadır.

Ortak Bildiri Türk - Amerikan Ortak Üretimi

Müzakere süreci için - hiç de ihtiyaç yokken - çerçeve belgesi niteliği kazandırılmış olan 11 Şubat 2014 tarihli Liderlerin Ortak Bildirisi, Türkiye ve ABD'nin ve  belirli ölçüde de AB'nin yürüttükleri ortak bir diplomasinin mahsulüdür. 

Bu Belge adeta çullanma şeklindeki bir diplomasiyle KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Derviş Eroğlu'na kabul ettirilmiştir.

Bu Ortak Bildiri, Türkiye'nin çözüm şekli için belirlemiş ve kamuoyu ile de 2008 yılında paylaşmış olduğu parametrelerle uyum halinde değildir.

Ortak Bildiri hakkındaki değerlendirmemi "Eroğlu - Anastasiadis Ortak Bildirisi Hakkında Değerlendirme" başlıklı bir yazıyla kamuoyumuz ile zamanında paylaşmıştım. İnternetten ulaşmak mümkündür.

Türkiye'nin Parametreleri

Türkiye, Kıbrıs müzakere sürecinde gözetilmesini öngördüğü parametreleri, 2008 Mart ayında alt yapısı oluşturulan Talât- Hristofyas görüşmeleri münasebetiyle MGK'nın 24 Nisan 2008 tarihli toplantısında belirlemiş ve kamuoyuna açıklamıştır.

MGK’nın Kıbrıs sorununun çözümü konusunda benimsediği görüş MGK’nın anılan Basın Açıklamasında (2/C paragrafı) şu şekilde ifade edilmiştir:

Kıbrıs'ta 21 Mart 2008 tarihinde başlayan yeni süreç ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Bu çerçevede, Türkiye'nin Kıbrıs'ta adil ve kalıcı bir çözüme ulaşılması çabalarını içtenlikle desteklediği, çözümün Ada'daki gerçekler temelinde iki ayrı halkın ve iki demokrasinin varlığına dayanacağı, iki kesimliliğin, iki tarafın siyasi eşitliğinin, iki kurucu devletin eşit statüsünün ve yeni ortaklık devleti parametrelerinin korunmasının esas olduğu, garanti ve ittifak antlaşmalarının yürürlükte kalacağı vurgulanmıştır.”[33]

MGK, daha önce de, 5 Nisan 2004 toplantısına ilişkin Basın Açıklamasında [34]çözümün Avrupa Birliği'nin birincil hukuku durumuna getirilmesinin önemini” vurgulamış ve “müzakere süreci içinde bu yönde Türkiye ve KKTC'ne verilen güvencelerin fiilen uygulamaya geçirilmesinin yakından ve ısrarlı bir biçimde izlenmeye devam edilmesi” gerektiğini belirtmiştir.

Ayrıca "....sürecin başlaması durumunda, Ada'daki Türk varlığının, Türkiye'nin garantörlüğünün ve iki kesimlilik ilkesinin zayıflatılmaması amacıyla uygulamada gerekli dikkat ve özenin gösterilmesi " vurgulanmıştır.

Belirlenen bu parametreler daha sonra MGK'nın 30 Haziran 2009,  28 Aralık 2009 ve 19 Şubat 2010 tarihinde yayınlanan Basın Bildirileriyle de teyit edilmişlerdir.

Ada'daki Gerçekler

Kıbrıs sorununun müzakereye dayanan âdil ve kalıcı bir çözüm şekline kavuşabilmesi için temel alınması gereken unsurları/parametreleri MGK'nın değerlendirmesini esas alarak şu şekilde sıralayabilirim:

1. Ada’daki gerçekler temelinde çözüm;

2. İki ayrı halk;

3. İki ayrı demokrasi;

4. İki kesimlilik;

5. İki Tarafın siyasî eşitliği;

6. Yeni bir ortaklık Devleti’nin kurulması;

7. Eşit statüde iki kurucu Devlet;

8. 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarının yürürlükte kalmaları;

9. Çözüm şeklinde  “parametrelerin korunması”. Özellikle Ada'daki Türk varlığının, Türkiye'nin garantörlüğünün ve iki kesimlilik ilkesinin zayıflatılmaması. Bunun için de çözümün Avrupa Birliği'nin birincil hukuku durumuna getirilmesi.

Bu parametreler/unsurlar, Türkiye’de ve KKTC’de en yüksek düzeylerde Devlet ve Hükûmet ricalinin çeşitli vesilelerle verdikleri demeçlerle de vurgulanmıştır.

Örneğin, o zamanki Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül  o zamanki KKTC Cumhurbaşkanı Sayın M. Ali Talât ile 3 Ocak 2008 tarihinde Ankara’da yaptığı görüşmeden sonra Kıbrıs'ta yaşanabilir çözümün, Ada'nın gerçeklerine ve  iki ayrı halk, iki demokrasi ve iki devletin varlığına dayalı” olarak elde edilebileceğini beyan etmiştir. [35]

Cumhurbaşkanı Sayın Gül, 24. Dönem 4. Yasama Yılı'nın açılışı nedeniyle TBMM Genel Kurulu'nda 1 Ekim 2013 günü yaptığı konuşmada da “çözümün parametreleri esasen bellidir” demiştir. [36]

KKTC’nin Cumhurbaşkanları Denktaş, Talât ve Eroğlu’nun da anılan parametreleri zikreden çok sayıda demeçleri vardır.

O dönemde Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanı olan Sayın Recep Tayyip Erdoğan da 2008 yılında Kıbrıs Barış Harekâtımızın 34. Yıldönümü münasebetiyle Lefkoşa’da düzenlenen törenlerdeki nutkunda Kıbrıs sorununa bulunacak çözüm şeklinin temeli hakkında şunları ifade etmiştir."... Şurası çok açıktır ki kapsamlı çözüm ancak adadaki gerçekler temelinde Kıbrıs Türk halkı ve KKTC’nin kurucu ve eşit olarak yer alacağı yeni bir ortaklıkla mümkün olacaktır. Bu yeni ortaklık iki kesimlilik, siyasi eşitlik ve Türkiye’nin etkin garantörlüğü gibi vazgeçilmeyecek ilkeler üzerine inşa edilecektir.... Hiç kimse Kıbrıs Türk halkını kendi yönetiminden, eşit statü ve ortaklıktan vazgeçmesini, azınlık olarak yaşamayı kabul etmesini beklemesin.  Hiç kimse boş hayaller kurup bu parametreleri değiştirme gayreti sergilemesin. Kapsamlı çözüm yeni bir ortaklıkla mümkün olacaktır" demiştir. [37]

Sayın Erdoğan KKTC'ne vaki aynı ziyareti sırasında, ayrıca, Yakındoğu Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin açılış töreninde yaptığı konuşmada da son yıllarda 20’den fazla ülkede KKTC temsilciliği açıldığını hatırlatmış ve “mücadelemiz KKTC’yi dünyaya devlet olarak tanıtmak mücadelesidir” sözlerini dile getirmiştir. [38]

Görüleceği üzere, Başbakan Erdoğan bu konuşmasında "Kıbrıs Türk halkı" kavramını kullanmıştır.  Ayrıca, çözüm şeklinin aslî unsurlarından biri olarak sadece Kıbrıs Türk "kurucu devlet" kavramını ve parametresini zikretmekle kalmamış,  “KKTC’nin kurucu ve eşit olarak yer alacağı yeni bir ortaklık” Devleti’nden söz etmiştir. Yani KKTC'nin varlığını ve yaşamasını esas alan bir çözüm öngörmüştür.

Şimdi, Başbakan Sayın Davutoğlu'nun "çok yakın" olduğunu açıkladığı "çözümün" MGK'nın çözüm için belirlediği ve Türkiye'de ve KKTC'de liderler tarafından da çeşitli vesilelerle tekrarlanmış olan parametrelere uygun olarak şekillenip şekillenmediğine bir göz atalım:

1. Ada'daki gerçekler temelinde çözüm:

Akıncı - Anastasiadis müzakerelerinden kamuoyuna yansıyan bilgiler, müzakerelerde ortaya çıktığı söylenen mutabakat noktalarının, biraz önce zikrettiğim parametrelerin temelini teşkil eden "Ada'daki gerçekler" üzerine bina edilmemiş olduklarını göstermektedir.

"Ada'daki gerçekler" nelerdir?

Ada’da gerçeklerin neler olduğunu görmek için Ada’daki bugünkü duruma, yani, 1974'den bu yana ateşkes kararına dayalı olarak 42 yıldır devam  eden “statükoya” (status quo) bakmak lâzımdır. Görülen gerçekler şunlardır:

●Birincisi, kuzeyde sırf Türklerin; güneyde sırf Rumların yaşadığı şekildeki “iki kesimli” hudutları belli bir siyasî coğrafya;

●İkincisi, bu coğrafyanın üzerinde yaşayan “iki ayrı halk”;

●Üçüncüsü, birbirinden bağımsız fakat eş değerde “iki ayrı halk iradesi”;

●Dördüncüsü,  biri KKTC, diğeri “Kıbrıs Cumhuriyeti” olduğunu iddia eden yönetim olmak üzere bağımsız ve egemen   “iki ayrı devlet”,

●Beşincisi, iki ayrı demokrasi”;

●Altıncısı, bunlara bağlı iki ayrı mülkiyet durumu;

●Yedincisi, temelini 1960 “Garanti ve İttifak Antlaşmalarının teşkil ettiği ve Türkiye'nin 1974 Barış Harekâtıyla Ada'da fiilen oluşturduğu kuvvet dengesi ve istikrarlı sükûnet ve güvenlik ortamı.

Statüko” Rumların 1974’den sonraki bütün çözüm teşebbüslerini reddetmiş olmaları sebebiyle 42 yıldır istikrar kazanarak devam etmiştir ve etmektedir.

Türkiye'nin ve KKTC'nin  "Ada'daki gerçeklere dayanan çözüm" sözüyle kastettikleri çözüm şekli, Kıbrıs'taki mevcut durumun, diğer bir deyişle, statükonun içinde barındırdığı saydığım bu olguların, gerçeklerin üzerine bina edilecek bir çözüm şeklidir.

Hal böyleyken, devem etmekte olan Akıncı ve  Anastasiadis arasındaki çözüm müzakereleri için çerçeve vazifesi gören 11 Şubat 2014 tarihli Ortak Bildiri’nin 1. Maddesinde Ada’daki “statükonun kabul edilmez” (status quo is unacceptable) olduğu beyan edilmiştir. 

Böylece, Türk tarafı için çözüme temel teşkil etmesi gereken Ada'daki “gerçekler” daha baştan reddedilmiş bulunmaktadır.

Statüko kabul edilmez” söyleminin Rumlara ait olduğunu ve Türkiye’nin kabul etmediği BM Güvenlik Konseyi kararlarında yer aldığını da ara söz olarak kaydetmek isterim.

2. Ada'da iki ayrı halkın mevcudiyeti:

Türk tarafı için çözümün temel parametrelerinden biri de bu olgudur.

Bu olgu,  24 Nisan 2004'de Ada'nın her iki kesiminde ayrı ayrı ve eş zamanlı olarak BM gözetiminde gerçekleştirilmiş olan referandumlarla da kanıtlanmış bulunmaktadır. Bununla beraber, "halk" (people) kavramı halen Akıncı ve Anastasiadis'in çözüm şeklinin çerçevesi olarak kullandıkları 11 Şubat 2014 tarihli Ortak Bildiri'de mevcut değildir.

Esasen, BM'nin Kıbrıs terminolojileri arasında "halk" kavramı, "people/peuple" kavramı yoktur. "Halk" kavramı bir yana, yürütülmekte olan müzakerelerde, Ada'da birbirlerinden ırk, din, dil, kültür ve tarihî geçmiş bakımından farklı iki toplumun varlığı olgusu dahi göz ardı edilmektedir. Böylece 1960 Anayasası'nın da gerisine düşen bir sonuca doğru gidilmesi tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktayız. 

Gerçekten de, 2004'den sonraki dönemde Rumların ortaya attığı ve BM'nin de benimsediği "Kıbrıslılar", "Kıbrıslı çözüm" kavramları ön plâna çıkarılmıştır. Bununla Rumların Kıbrıs Türk varlığının aleyhine güttüğü amaç bellidir. Bu amaç, 1960 Antlaşmalarında ve Anayasası'nda kabul gören ırk, din, dil ve kültür bakımından iki ayrı toplum varlığı olgusunun ve bu olgudan doğan toplumsal hak ve statülerin, kurulması tasarlanan federal yapıya rağmen, zaman  içinde aşınmasına ve kaybolmasına yol açmaktır.

Bu olgu ile ilgili olarak kaygı içinde ifade etmek isterim ki, Rum tarafı ve Yunanistan kendilerinin geleceğe dönük emelleri ve hedefleri doğrultusunda Ada'da "Kıbrıslılık" ruhunun ve bilincinin oluşmasına önem vermektedirler. Bu yönde gayret sarf etmektedirler.  Bu gayretleri uluslararası toplumun belli başlı üyeleri tarafından da destek görmektedir.

Mustafa Akıncı KKTC Cumhurbaşkanı seçildikten hemen sonra Rum ve Yunan resmî çevreleri ve medyası Akıncı'nın "Kıbrıslı" hüviyetinin ağır bastığını vurgulayarak, seçilmesini Kıbrıs sorununun geleceği açısından olumlu olarak değerlendirmişlerdir.

GKRY Lideri AnastasiadisAkıncı'nın seçilmesini memnunlukla karşıladığını ifade etmiş ve "sonunda ülkemizin yeniden birleşeceğine dair ümitlerimiz artmıştır" demiştir.

Yunanistan Dışişleri Bakanı Kotziaz, Mustafa Akıncı'nın seçilmesinden duyduğu memnuniyeti çeşitli vesilelerle dile getirirken, Akıncı'nın "Yunanca konuştuğuna" işaret etmiş; "Kıbrıslı Türk" veya (Anadolu) "Türk kimliği" değil "Kıbrıslı kimliğine" ve "şuuruna" sahip olduğunu iddia etmiştir.

"Kıbrıslılık" kavramının ön plâna çıkartılmak istendiği bir zamanda 1960 "Kıbrıs Cumhuriyeti" (KC) Anayasası'nın bazı hükümlerini hatırlatmakta fayda görüyorum. Anayasa'nın 2. Maddesi'nde şöyle denilmektedir:

Rum (Greek) Toplumu, Cumhuriyet’in, kökeni Yunan (Greek) ve anadili Yunanca olan veya Yunan kültürel geleneklerini paylaşan veya Rum Ortodoks Kilisesi’ne mensup bulunan vatandaşlarından oluşmaktadır.

Türk Toplumu, Cumhuriyet’in, kökeni Türk (Turkish) ve anadili Türkçe  olan veya Türk kültürel geleneklerini paylaşan veya Müslüman   olan vatandaşlarından oluşmaktadır.

Yine, 1960 Anayasasına göre (madde 2/3), yukarıda yer alan tarifler dışında kalan ve Kıbrıs'ta yaşayan kişiler için 3 ay içinde hangi topluma dâhil olacaklarını beyan etmeleri mecburiyeti getirilmiştir.  Bu da gösteriyor ki, "KC", etnik kökenleri, dinleri, kültürel gelenekleri ne olursa olsun bütün vatandaşların doğrudan "KC" vatandaşı olduğu “üniter” (unitary) bir yapıda ortaya çıkmamıştır. KC’ne mensubiyet aynı zamanda iki toplumdan birine mensubiyeti gerekli kılmıştır. Eşit kişisel statü ve haklar ve toplumsal statü birlikte var olmuşlardır.

3. İki Ayrı Demokrasi parametresine gelince:

Statüko çerçevesinde Ada'da mükemmel işleyen iki ayrı demokrasi vardır. Biri parlâmenter sitemi uygulamaktadır. Diğerinde başkanlık sistemi caridir.

İki ayrı demokrasinin varlığını ve işlerliğini koruması, çözüm çerçevesinde federe birimlere tanınacak yetkilerin kapsamına;  federal hükûmetin federe birimlerin yetkilerine uygulamada yapabileceği müdahaleleri engelleyecek etkili anayasal mekanizmaların oluşturulmasına; denetim ve denge (checks and balances) mekanizmalarının kurulmasına ve Rum tarafının iyi niyetle hareket etmesine bağlı olduğu kuşkusuzdur. Ada’daki tarafların, iyi niyetle hareket edildiği takdirde, demokrasi geleneklerini ve alışkanlıklarını, çözüm çerçevesinde de sürdürmeleri beklenir.

4. İki kesimlilik (bizonality):

Kıbrıs Barış harekâtımızın ortaya çıkardığı temel parametredir. Korunması Türk tarafı için hayatî önemi haizdir.

Bununla beraber, "İki kesimlilik" parametresinin de, müzakere başlıklarının çeşitli veçhelerinde ve bilhassa mülkiyet bahsinde,  öngörülen veya öngörülebileceği izlenimi alınan bazı düzenlemeler sonucunda aşınmaya maruz bırakılmakta olduğu anlaşılmaktadır.

Esasen, AB standartlarına, normlarına uygun çözüm anlayışıyla elde edilecek çözüm şekli, gereken derogasyonlar ve yasal ve anayasal önlemler kabul edilmediği takdirde, iki kesimliğin zaman içinde aşınmasına ve yok olmasına sebep olacaktır.

İki kesimlilik parametresi, özellikle müzakerelerin "mülkiyet" gündem maddesinde varılmış ve varılacak olan mutabakatların doğrudan etkisine maruz durumdadır.

Liderlerin üzerinde "ciddi ilerleme" sağlandığını açıkladıkları 4 başlıktan biri "mülkiyet" başlığıdır. Bu konuda ortaya çıkan mutabakatlar arasında "öncelikli tercih" hakkının malını kaybetmiş şahıslara verildiğine dair bilgiler alınmaktadır.  Bu bilgiler doğruysa, mülkün şimdiki sahibinin mülkü eski Rum sahibine iade etmek mecburiyetinde kalması durumu ortaya çıkacaktır. Böyle bir uygulama onbinlerce Rumun sırf "mülkiyet" başlığı çerçevesinde Kıbrıs Türk kesimine yerleşmesi ve böylece iki kesimliliğin bozulması sonucunu doğuracaktır.

Ayrıca, "toprak" başlığı altında yapılabilecek hudut ayarlamalarının da yine önbinlerle ifade edilecek sayıda Rum ahalinin Türk kesiminde yerleşmesi neticesine yol açması beklenir.

Bu meyanda toprak ayarlamaları hakkında internette dolaşan,  ne ölçüde ciddi olduğunu bilmediğim özel statülü kantonlar ihdas eden haritanın ve benzerlerini iki kesimlilikle bağdaşmadığı kuşkusuzdur. İnternette dolaşan harita, iki kesimli değil, çok bölgeli toprak ayarlaması ortaya koymaktadır. Karpaz'ın önemli bir bölümünü de Rum kontrolüne bırakmaktadır.

Kaldı ki, Rumlar, BMGS'nin "iki kesimlilik" parametresi hakkında yaptığı tarifi de kabul etmiş değillerdir.

BMGS 1990 yılında "iki kesimliliği" (bi-zonality) şöyle tanımlamıştır:

"İki kesimlilik, bir toplum tarafından yönetilecek her bir federe devletin kendi bölgesinde nüfus ve mülkiyet bakımından bâriz bir çoğunluğa sahip bulunmasıdır." [39]

Çözüm arayışında yetkiyle görevlendirilmiş olan kişilerin hafızalarının gündemdeki konuların geçmişi ile de dolu olmasına ihtiyaç vardır. Çünkü, Kıbrıs konusunun çeşitli veçhelerine ait gerçekler geçmişte yatmaktadır.

"İki kesimliğin" (bi-zonality) çözüm şeklinin temel parametrelerinden biri olarak BM literatürüne ve BM'nin  Kıbrıs sorununa ilişkin, tabir caizse, kavram envanterine girişi 9 Ağustos 1980 tarihinde olmuştur. Barış Harekâtımızdan hemen sonra Türkiye çözüm şekli olarak "çok kantonlu" federasyondan söz etmiştir. Daha sonra "iki bölgeli" (bi-regional) federasyon telâffuz edilmiştir. KTFD'nin kurulmasından ve 2 Ağustos 1975'deki Denktaş - Klerides Viyana mutabakatına dayanılarak Ada'da nüfus mübadelesinin gerçekleştirilmesinden sonra Ada'da iki kesimli ve iki devletli bir siyasî coğrafya, toprak, nüfus ve siyasî otorite (devlet) boyutlarıyla ortaya çıkmıştır. Türk tarafı "iki kesimli" çözümden söz etmeğe başlamıştır.

Denktaş ile Makarios arasında 12 Şubat 1977 tarihinde yapılan "4 Temel Kural" (4-guidelines) Anlaşması'nı ortaya çıkaran temel düşünce ve güdülen hedef "iki kesimli" bir federal çözüm şekli olmuştur. Bununla beraber, Makarios'un ısrarı karşısında, "iki kesimli" deyimi metinde kullanılmamıştır. "İki kesimlilik" ilkesinin metinde zımnen ifadesiyle yetinilmiştir.

Kıbrıs sorununa çözüm bulmak maksadıyla BMGS'nin iyi niyet görevi çerçevesindeki müzakere süreci yeniden başlatılırken BMGS'nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Hugo Gobbi tarafından 9 Ağustos 1980 günü Denktaş ve Kyprianou'nun huzurlarında BMGS adına bir "Açış Beyanı" (opening statement) metni okunmuştur. Açış Beyanı'nın amacı iki taraf arasındaki ortak müzakere zeminini belirlemek olmuştur. Açış beyanında Kıbrıs sorununun " anayasa veçhesinin federal, toprak veçhesinin iki kesimli (bi-zonal) " esasa göre halledileceği ifade edilmiştir. "İki kesimlilik" parametresi böylece BM'nin Kıbrıs sorununa ilişkin terminolojisine ilk defa olarak resmen girmiştir.

"Açış beyanı" üzerinde mutabakat BMGS'nin teklifi üzerine "sükût ile kabul" (acceptance by silence) yöntemi ile sağlanmıştır. Bununla beraber, Kyprianou aynı gece Rum TV'sinde bir konuşma yaparak "iki kesimliliği" kabul etmediğini ve etmesinin de "mümkün olmadığını" açıklamıştır.

Rum liderlerin ve toplumunun "iki kesimliliği" içlerine sindiremedikleri bellidir.

Hristofyas 2008 yılında Talât ile müzakerelere başlarken “federasyon formülü Makarios’un verdiği acı bir tavizdir” şeklinde konuşarak “iki kesimli"  çözüme bakış açısını ortaya koymuştur.

Anastasiadis 2013 yılında göreve başlaması münasebetiyle düzenlenen törende yaptığı konuşmada "iki kesimli, iki toplumlu" federal çözüm şeklini "ıstırap veren uzlaşı" olarak nitelemiştir.

Rum tarafının çözümle güttüğü hedeflerden birinin de Ada'da "iki kesimli" siyasî coğrafyadan kurtulmak olduğu âşikârdır.

5. Siyasî Eşitlik:

Kıbrıs sorununun "federal" çözümünde "olmazsa olmaz" vasfında bir parametredir.  Nüfus çoğunluğuna sahip olan tarafın tahakkümünü önleyecek temel ilkedir.

BM parametresi olarak "siyasî eşitlik" kavramı, çözümden önce Ada'da fiilen var olan iki bağımsız ve egemen Devlet arasındaki siyasî eşitlik anlamına gelmemektedir. İki toplumlu federal çözüm ortaya çıkınca iki toplum ve onların federe devletleri arasında kurulacak siyasî eşitliktir.

BMGS yine 1990 yılındaki aynı raporunda siyasî eşitliği şu ifadelerle tarif etmiştir:

" Siyasî eşitlik federal hükûmetin organlarına ve idaresine sayısal eşitlikle katılım anlamına gelmemekle birlikte, siyasî eşitlik çeşitli şekillerde yansıtılmalıdır: Kıbrıs Devleti’nin ( State of Cyprus ) federal anayasasının iki toplum tarafından onaylanması ve tadil edilmesi gereği; her iki toplumun federal hükûmetin bütün organlarına ve kararlarına etkili katılımı; federal hükûmetin bir toplumun çıkarları aleyhine karar alabilecek yetkiye sahip olmamasını sağlayacak güvencelerin bulunması ve iki federe devletin eşit ve aynı yetkilere ve işlevlere sahip olmaları.

Bu anlayışın ne şekilde ve ölçüde müstakbel Anayasa'nın hükümlerine hâkim olacağı ve uygulamaya yansıtılacağı bu aşamada belli değildir.

Kıbrıs'ta kurulması öngörülen federal devlet yapısında taraflar arasında siyasî eşitliği sağlayan organların başında, federal devletin cumhurbaşkanı ve cumhurbaşkanı yardımcısı gelir. Cumhurbaşkanı ve yardımcısına ayrı ayrı veya birlikte tanınacak veto yetkisiyle siyasî eşitlik uygulamaya yansıtılabilir.

1984-1985, 1986 ve 1992 (Fikirler Dizisi) çözüm belgelerinde federal devletin cumhurbaşkanının ve yardımcısının beraberce devletin birliğini ve Kıbrıs'taki iki toplumun siyasî eşitliğini temsil etmeleri öngörülmüştü.

Dönüşümlü Başkanlık:

Öte yandan, Siyasî eşitlik parametresinin federal yapıda tecelli edebilmesi için, evvelemirde "dönüşümlü başkanlık" sisteminin kabul görmesi gerekir. Rumların halen bu sistemi kabul etmekten uzak oldukları anlaşılmaktadır.

Egemenliğin Kaynağı:

Ayrıca, Devlet'in "tek egemenliğinin" kaynağının da, anlaşmada, siyasî eşitlik ilkesini yansıtacak biçimde belirtilmesi gerekir.

Aslında, Akıncı'nın ve Anastasiadis'in müzakerelerin çerçevesi olarak kullandıkları Ortak Bildiri'de egemenliğin kaynağı zikredilmiştir. Egemenliğin "eşit olarak Kıbrıslı Rumlardan ve Kıbrıslı Türklerden kaynaklandığı” ifade edilmiştir. Ancak bu ifade tarzı Rum tarafının güttüğü maksatlara hizmet eder mahiyettedir.

Kıbrıs konusuna ilişkin BM terminolojisinde gerçek göz ardı edilerek "halk" kavramına yer verilmiyor olması sebebiyle, egemenliğin kaynağını göstermek için olarak "toplum" kavramının kullanılması icap ederdi. Bu, 1960 Anayasası'nın lâfzına ve ruhuna da uygun olurdu.  Çünkü, 1960 Anayasa düzeninde iki toplum   “eşit kurucu ortak" (co-founder) statüsündeydiler. Devlet Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum toplumlarından oluşmaktaydı. Nitekim, 2004'deki ANNAN Plânı'nın çerçevesinde ortaya çıkan "Kuruluş Anlaşması'nın" ilk cümlesinde  "...1960'da kurulan Cumhuriyet'in ortak kurucuları olduğumuzu hatırlayarak" ifadesine yer verilmiştir.

"Toplum" kavramı federal çözümün esaslarını belirlemek maksadıyla 1984-1985 ve 1986 yıllarında BMGS tarafından taraflara sunulmuş olan Belgelerde de yer almıştır. Federal devletin halkının, Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum toplumlarından oluşacağı ifade edilmiştir.

Toplum kavramı, çözüm arayışlarının 1988 - 1992'deki aşamasında BMGS'nin iki tarafla ayrı ayrı yürüttüğü temas ve görüşmelerden sonra hazırladığı "Fikirler Dizisi" (Set of Ideas) isimli müzakere belgesine yansıtılmıştı. Egemenliğin "Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk Toplumlarından eşit olarak kaynakladığı" hükmüne yer verilmişti. [40]

Bu hayatî önemdeki konu üzerinde Türk tarafının ısrar ettiğine dair bir işaret göremiyorum.

Bu bahisle ilgili olarak hafızalarımızı tazelemekte fayda vardır.

Kıbrıslı Türkler, Rumlarla birlikte, 1960 Antlaşmaları çerçevesinde “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” eşit statüdeki vatandaşları olarak bireysel hak ve hürriyetler elde etmişlerdir. Ancak bunun yanında toplumsal haklar ve yetkiler de kazanmışlardır. Cemaat Meclisi şeklinde kendi öz yönetim organlarına ve belirli alanlarla sınırlı da olsa, yasama yetkisine sahip olmuşlardır.   Aynı zamanda, Toplum halinde Devlet’in iki kurucu unsurundan biri olarak “kurucu ortaklık” (co-founder) statüsünü elde etmişlerdir. Devlet'in egemenliğine ortak olmuşlardır.

Dr. Fazıl Küçük ve Makarios Londra’da varılan mutabakatları “Kıbrıs Türk Toplumu” ve “Kıbrıs Rum Toplumu”  adına ayrı ayrı imzalamışlardır. İmzalar “Kıbrıslı Türkler” ve “Kıbrıslı Rumlar” adına atılmış değildir.

Halbuki, Ortak Açıklama’da egemenliğin “kaynağı” olarak zikredilen “Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar” kavramı toplumsal bir statü ifade etmemektedir. Üniter bir devlette de tek halk olarak Kıbrıslı Rumlardan ve Kıbrıslı Türklerden söz edilebilir. Esasen, Rum tarafının iddiasına göre  “üniter” Kıbrıs Cumhuriyeti’nin halkı, eşit vatandaşlar olarak, Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler ile birlikte her biri birkaç yüz kişiden oluşan Marunî, Lâtin ve Ermeni dinî unsurlardan, gruplardan meydana gelmektedir.  Hepsi bir arada bir bütün oluşturmaktadır. Bunun içindir ki, Rum tarafı ve onlara arka çıkan güçler son yıllarda sürekli olarak “Kıbrıslılar” (Cypriots) kavramını ön plâna çıkarıp kullanır olmuşlardır. Talât – Hristofyas döneminde “Kıbrıslılar” kavramı iki liderin kullandıkları ortak kavramlardan biri haline gelmiştir.

"Kıbrıslılık" kavramı ile Rumların ve onları destekleyen uluslararası çevrelerin güttüğü uzun vadeli amaç bellidir. Bu amaç Rumların büyük nüfus çoğunluğu içinde Kıbrıs Türk nüfusunu eritmektir. Böylece, Kıbrıs'ın bir Yunan adası olduğu iddialarını fiilen gerçekleştirmektir. Bu çarpık amaçlarını tahakkuk ettirebilmek için de çözüm halinde Ada'daki Türk ve Rum nüfusları için belirli sabit bir oran uygulanmasını öngörmektedirler. Çözüm halinde ortak devletin nüfusunun sabit tutulabilmesi için bir kontrol mekanizmasının oluşturulmasını; Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kuruluş yılı olan 1960'daki demografik nispetlerin esas alınarak, Türk nüfusun oranının Rum nüfusun 4'de 1'i olmasını teklif etmektedirler.

Rumlar arasında ve Yunanistan'da Kıbrıs sorununun "osmosis" yoluyla gerçekleşebileceğini açıkça savunan Rum ve Yunan siyasetçiler vardır. Bunlardan biri de Yunanistan'ın şimdiki Dışişleri Bakanı Nikos Kotziaz'dır. [41] Bu düşüncenin altında yatan amaç da aynıdır.

"Egemenliğin kaynağı" konusunda yıllardır ifade edegeldiğim görüşlerimin doğruluğu,  Anastasiadis'in 11 Şubat 2014 Ortak Bildirisi'nin açıklanmasından iki gün sonra düzenlediği basın toplantısında övünerek yaptığı değerlendirme ile kanıtlanmıştır.

Anastasiadis bakınız neler söylemiştir bu konuda:

"Belirtmek isterim ki, egemenliğin, geçmişte kabul etmiş olduğumuz iki toplumdan kaynaklaması yerine bu defa Kıbrıslı Rumlardan ve Kıbrıslı Türklerden kaynaklanacağının kabul edilmiş olması bizim için bir başarıdır (kazançtır); çünkü 1960 Anayasasının tanımladığı şekilde toplumlara değil; Kıbrıs halkının oluşturucu unsurlarına (Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler) atıf yapılmıştır. Böylece, ülkenin halkını oluşturan vatandaşlara ayrı ayrı egemenlik hakkı verilmiş değildir.”

[…I would like to mention that the fact that sovereignty stems equally from the Greek Cypriots and the Turkish Cypriots and not by the two communities like we have accepted in the past, in my view, must be considered an achievement since it refers to the constituent elements that make up the Cypriot people and not to the communities the way they are recognized by the Constitution of 1960. Therefore, no sovereignty is given separately to citizens that make up the people of a country…]

Anastasiadis'in bu yorum hakkında KKTC'den ve Türkiye'den bir itiraz sesi yükselmiş veya karşı bir yorum gelmiş değildir.

Diğer taraftan, 11 Şubat 2014 tarihli Ortak Bildiri’nin 3. maddesinde yer alan  “egemenlik” hakkındaki hüküm Rum tarafının görüşünü yansıtır mahiyettedir.

Çünkü "egemenliğin, "BM üyesi her Devletin BM Yasası çerçevesinde sahip olduğu egemenlik şeklinde olacağı" belirtilmiştir.

BM Yasa’nın 2. maddesinde üye Devletlerin “egemen eşitliği” ilkesi zikredilmektedir. Böyle bir hükmü Ortak Bildiri'ye dahil ettirmekle Rum tarafının güttüğü amacın,  1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarının “egemen eşitlik” ilkesine aykırı olduğunu öne sürerek Antlaşmaların geçerliğini ileride uygun bir fırsatta sorgulayabilmek için peşinen hukukî zemin hazırlamak olduğunda şüphe yoktur.

6. Yeni bir ortaklık Devleti’nin kurulması:

MGK'nın 2008'de Kıbrıs sorununun çözümü için belirlediği ve KKTC tarafından da benimsenmiş parametreler çerçevesinde, çözüm ile "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin yerine "yeni bir ortaklık devletinin" kurulması parametresi veya hedefi de vardır. Bu hedefin gerçekleşemeyeceğini  söylemem gerekir.

Çünkü iki Lider'in kabul edip ortak olarak yayınladıkları Bildiri'nin 3. maddesinde açıkça "Birleşik Kıbrıs, Birleşmiş Milletlerin ve Avrupa Birliği'nin bir üyesi olarak..." ifade yer almaktadır.

Bu ifade, çözümün, halen kendisini "Kıbrıs Cumhuriyeti" olarak takdim eden "Kıbrıs'ın" temelinde yeniden birleşme suretiyle ortaya çıkacağını iki Lider'in önceden kabullenmiş olduklarının kanıtıdır. Liderlerde yeni bir ortaklık Devleti kurma iradesi olsaydı, bu takdirde kurulacak yeni devlet için peşinen "Birleşmiş Milletlerin ve Avrupa Birliği'nin üyesi olarak" şeklinde bir ifadeye Ortak Bildiri'de yer vermezlerdi. Yer verilse bile hukuken caiz olmazdı. Çünkü BM ve AB üyeliği ilgili Devlet ortaya çıktıktan sonra gerçekleşebilecek bir durumdur.

Diğer taraftan, bilindiği üzere, Kıbrıs Türk halkının bağımsız devlet kurma yolundaki iradesini içeren 15 Kasım 1983 tarihli Bağımsızlık Bildirisi'nin 22. Maddesi'nde "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilânı, iki eşit halkın ve onların kurdukları yönetimlerin, gerçek bir federasyon çatısı altında yeniden bir ortaklık kurmalarını engellemez” ifadesi yer almıştır. Böylece, Kıbrıs Türk halkı kapıyı federal çözüme açık bırakmıştır. Bununla beraber, kurulabilecek federasyonu da "gerçek bir federasyon" olarak nitelemiştir.

Bu niteleme rastgele yapılmış değildir. Üzerinde düşünülerek, kavramlar ve deyimler bakımından seçici davranılarak Bağımsızlık Demeci'ne dercedilmiş kararlı bir ifadedir. KKTC'nin kuruluş günlerini Ankara'da Kıbrıs dosyasını elinde tutan kişi olarak yaşamış bulunduğum için biliyorum.

Gerçek federasyon”, BMGS'nin, 1990 yılında tarifini yaptığı ve BM Güvenlik Konseyi'nin de benimsediği  “eşitlik” kavramı esas alınarak sözde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasasının tadili suretiyle ortaya çıkarılması hedeflenen federal yapı değildir.  “Gerçek federasyon”, Ada'da var olan iki bağımsız ve egemen Devlet’in, müzakere sürecine eşit statüde katıldıkları; kurulmasına halklarının egemen iradeleriyle karar verdikleri ve içinde, egemenliğin kaynağı ve eşit ortağı federe devletler olarak yer aldıkları; egemen yetkilerinin, üzerinde mutabık kaldıkları bir bölümünü, federal Hükûmete devrettikleri yeni bir ortak devlet yapısıdır; yeni bir ortaklık devletidir.

Yani, Bağımsızlık Bildirisi'ndeki ifadeyle, esasen yok hükmünde sayılmış olması gereken 1960 "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin" lağvedilerek, ortak Federal Devlet çatısının altında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin "Kıbrıs Türk Federe Devleti"; "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin" de  "Kıbrıs Rum Federe Devleti" statüsü kazanması; gerektiği düşünülmüş ve öngörülmüştür.

Bu çerçevede Kıbrıs Türk halkının Bağımsızlık Bildirisi'nin KKTC Anayasası'nın hükmünde olduğunu vurgulamak gerekir. Anayasa'nın "Başlangıç" bölümünde Kıbrıs Türk Halkı'nın "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Kurucu Meclisi'nin yaptığı .... Anayasayı, 15 Kasım 1983 tarihinde kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Anayasası olarak kabul ve ilân ederken" güttüğü amaçlardan birinin de "Bağımsızlık Bildirisini yaşama geçirmek" olduğu ifade edilmiştir.

Sürdürülmekte olan müzakerelerde, Kıbrıs Türk halkının Bağımsızlık Bildirisi'ndeki "gerçek federasyon" anlayışına ve güdülen hedefe uygun bir federal devlet kurma egzersizi cereyan etmemektedir. Çünkü müzakereler için esas alınan BM parametreleri ve çözümün çerçevesi olarak alınan 11 Şubat 2014 tarihli Ortak Bildiri "gerçek federasyon" hedefi doğrultusunda çalışma yapmağa müsait değildir.

11 Şubat 2014 Ortak Bildirisi'nin açıklanmasını müteakip Anastasiadis'in tertip ettiği basın toplantısında bu konuda ifade ettiği görüşler de, müzakerelerde "yeni bir ortaklık devletinin" kurulması hedefinin güdülmediği gerçeğini ortaya koymaktadır.

Anastasiadis şunları söylemiştir:

"Ortak Bildiri'nin sanki Kıbrıs'ın iki ortak kurucu devletin (two co-founding states) temelinde yeniden birleşmesine yol açacakmış gibi kaygılı tavır takınanlar var.

Ortak Bildiri'de önceden var olan veya kurucu (founding) veya ortak kurucu (co-founder) olan devletlerden söz ediliyor değildir.  Aksine görüşmelerin iki toplumun liderleri arasında cereyan ettiği açıkça ifade edilmiştir. İki oluşturucu eyaletin (constituent states) Federal Anayasa'ya göre kurulacağına ve federasyonun iki oluşturucu eyaletten müteşekkil olacağına dair sarih bir hüküm vardır. Başka bir deyişle, oluşturucu eyaletler, önceden var olan ve federasyona katılmak için (anlaşmayı) ortaklaşa imzalayan ve (federasyonu) ortaklaşa kuran devletler değillerdir.

Bundan başka, AB'ne Katılım Antlaşması katılımın Kıbrıs Cumhuriyeti'nin ülkesinin tamamı bakımından gerçekleştiğini hükme bağlamıştır. Antlaşmaya göre hükûmetin kontrolü altında bulunmayan bölgesinde AB müktesebatının uygulanması askıya alınmıştır.  Böylece işgalci rejimin gayrimeşruluğu açıkça kabul edilmiştir.

Ortak Bildiri'de, ayrıca, 'Birleşik Kıbrıs BM ve AB üyesi olarak...' diye başlayan bir hüküm vardır.

Bütün bunlar sadece 'kendiliğinden türemenin' (parthenogenesis) reddedildiğini ortaya koymakla kalmıyor, aksine, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin federal yapıya dönüşerek devam edeceğinin temin edildiğini gösteriyor.

Şayet bu söylediklerimin aksi varit olsaydı, BM üyeliği için yeniden müracaat etmemiz ve AB üyeliği için yeniden başvuruda bulunup katılım için meşakkatli bir süreci yeniden yaşamamız gerekirdi. Böyle bir mecburiyet öngörülmemiştir. Aksine Birleşik Kıbrıs'ın BM ve AB üyesi olduğu vurgulanmıştır."

[ The phobic position is being posed that supposedly, through the provisions of the Joint Declaration, the Turkish position is adopted, that the united Cyprus will result by the consolidation of two co-founding states.

There is no reference in the Joint Declaration on the preexisting or founding or co-founding states. On contrary, it is explicitly stated that the talks are being conducted between the leaders of two communities, that even the two constituent states are resulted by the Federal Constitution with an explicit provision, which provides that the federation will be constituted by two constituent states. Namely, the constituent states do not preexist in order to join or co-sign or co-establish a state that exists.

In addition to the above, I would add the following:

i. The EU Accession Treaty provides that the accession refers to the entire territory of the Republic of Cyprus, suspended the implementation of the acquis in the non government controlled area, clearly acknowledging the illegality of the occupying regime.

ii. In the Joint Declaration, it is also quoted that: “The united Cyprus, as a member of the United Nations and of the European Union, shall…”.

Of the aforementioned, it becomes clear that not only the parthenogenesis is not accepted, but on contrary, the continuation of the Republic of Cyprus is ensured in the evolving form of the new status quo, namely the federal structure.

If the contrary was occurred, new application would be required for the country to become a member of the UN, as well as a new application and arduous negotiation for EU accession. There is no such requirement, on the contrary, it foresees the United Cyprus as member of the United Nations and of the European Union. ]

Anastasiadis'in Ortak Bildiri'nin yayınlanmasından 48 saat sonra basın toplantısında dile getirdiği bu görüşler, KKTC Liderliği tarafından teker teker zikredilerek derhal reddedilmiş olması gerekirdi. Bu yapılmamıştır.

Anastasiadis aynı görüşlerini 11 Şubat 2016 tarihinde Kıbrıs Rum Parlâmentosu'nda yaptığı konuşmada da tekrarlamıştır.

Anastasiadis'in bu beyanları Türk basını tarafından kamuoyumuza yansıtılmış da değildir.

Yunanistan Başbakanı Tsipras GKRY'ni ziyareti sırasında 3 Şubat 2015 tarihinde Rum Meclisi'nde yaptığı konuşmada "Kıbrıs Cumhuriyeti’nin toprak bağlamında iki kesimli, anayasal bağlamda ise iki toplumlu.....bir federasyona dönüşmesini hedefleyen müzakereleri desteklediklerini” ifade etmiştir.

Diğer taraftan, Kıbrıs sorununa çözüm bulmak için BMGS'nin iyi niyet görevi çerçevesinde yürütülmekte olan müzakerelerin hedefi, BMGS Kofi Annan'ın döneminden itibaren BMGS'nin raporlarında, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin  "yeniden birleştirilmesi" (reunification) şeklinde belirtilmeye başlanmıştır. Yürütülen müzakereler için de "yeniden birleştirme görüşmeleri" (reunification talks) deyimi kullanılmıştır.   BMGS'nin Akıncı - Anastasiadis görüşmelerinin başlamasından sonra yayınladığı raporlara da göz attığımız zaman, çözümün temel hedefinin  "birleşik Kıbrıs" (united Cyprus) olarak zikredildiğini görüyoruz.

"Birleşik Kıbrıs" deyiminde geçen "Kıbrıs" uluslararası toplumun halen mevcut saydığı sözde "Kıbrıs Cumhuriyeti'dir".

Konu hakkında üçüncü ülkelerde verilen resmî demeçlerde ve yabancı basında çıkan yazılarda da Kıbrıs sorununu çözmek için yapılmakta olan müzakereler "yeniden birleşme görüşmeleri" (reunification talks) adlandırılmaktadır.

Öte yandan, Avrupa Parlâmentosu'nun 2015 yılına ait Türkiye Raporunda, Kıbrıs müzakere sürecine ilişkin olarak yer alan ifadeler arasında şöyle denilmektedir:

"Avrupa Parlâmentosu.....Kıbrıs Cumhuriyeti'nin iki toplumlu, iki kesimli bir Federasyona.....dönüşmesini destekler....."

["European Parliament.....supports the evolvement of the Republic of Cyprus into a bi-communal, bi-zonal federation....."]

Bu ifade de, şimdiki müzakere sürecinde sorun çözüldüğü takdirde ortaya "yeni bir ortaklık devletinin" çıkmayacağı gerçeğinin bir başka kanıtıdır.

Kısaca bir kere daha ifade etmem gerekirse, cereyan etmekte olan müzakerelerde anlaşmaya varılırsa, çözüm sözde "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin" temelinde ve çatısı altında bir anayasa değişikliğiyle ortaya çıkacaktır. Yani, halen ikiye bölünmüş şekilde var olduğu Türkiye ve KKTC tarafından varsayılan "Kıbrıs Cumhuriyeti" yeniden birleşecektir.  Böylece, "Kıbrıs Cumhuriyeti" yaşatılırken, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti lağvedilmiş olacaktır.

Gerçek budur. Bununla beraber bu gerçek KKTC'de ve Türkiye'de iktidarlar tarafından dile getirilmemektedir. Türk basınında da işin bu veçhesi üzerinde, sınırlı sayıdaki istisnalar dışında, hiç durulmamaktadır. Çözüm süreci sonunda anlaşmaya varılırsa ve bir referanduma gidilirse, Kıbrıs Türk halkının bu gerçeği dikkate almalıdır. Referandumun KKTC'nin varlığı üzerinde bir oylama olduğunu bilmelidir.

Halen müzakere sürecine KKTC müzakerecisi olarak katılan Özdil Nami, Dışişleri Bakanı olarak görev yaptığı dönemde yurt dışı temaslarında “yeni bir ortaklık Devleti’nin kurulması” suretiyle bir çözüme ulaşılması arzusunu değil, “yeniden birleşme” isteğini muhataplarına ifade etmiştir. Özdil Nami 2014 Mart ayı içinde Almanya’nın Der Spiegel dergisinin muhabirinin sorularına verdiği cevaplar meyanında Kıbrıs’ın yeniden birleşmesinin "Almanya’nın yeniden birleşmesi örneğine göre gerçekleşebileceğini " dile getirmiştir. [42]

Bu mülâkatı bazı yorumlarla nakleden kaynaklar, Nami Özdil’in  “Kıbrıs’ın yeniden birleşmesinin Almanya’nın yeniden birleşmesi örneğine göre gerçekleşebileceğinden” söz ettiğine hayretle işaret etmişlerdir. Bugüne kadar "Kıbrıslı Rumlardan duyamaya alışık oldukları görüşleri bu defa bir Kıbrıslı Türk’den işitmenin kendileri için sürpriz teşkil ettiğini" vurgulamışlardır.

MGK'nın belirlediği yukarıda zikrettiğimiz parametreler dikkate alındığında,  Almanya’nın yeniden birleşmesinin Kıbrıs sorununa bulunacak çözüm şekline örnek olabileceğini düşünmek mümkün müdür? Böyle düşünmek gaflet değil midir?

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin lağvedilerek Doğu Almanya’nın Batı Almanya’ya yamanması suretiyle gerçekleşen yeniden birleşme, ortaya yeni bir Devlet çıkarmış değildir. Federal Almanya Cumhuriyeti (FAC) varlığını sürdürmüştür. FAC’nin BM, NATO ve AB üyelikleri kesintisiz devam etmiştir.

Türkiye ve KKTC ve Kıbrıs Türk halkı böyle bir çözüm şekli mi öngörmektedirler? Almanya’da tek bir milletten oluşan Alman Devleti İkinci Dünya Savaşı’nın sonucu olarak dış güçler tarafından ikiye bölünmüştür. Kıbrıs’ta tek bir millet var mıdır? 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti ortaklık Devleti’nin yıkılması ve bugünkü durumun ortaya çıkması, Ada’da yaşayan ırk, din, dil, kültür, ülkü bakımından birbirinden farklı iki halktan nüfusça büyük olanın diğerini kaba kuvvet kullanarak yok etme emelinin ve giriştiği “etnik temizlik” eyleminin sonucu değil midir?

Ne yazık ki, aynı vahim hatayı, Türkiye'nin AB Bakanı Volkan Bozkır da Lefkoşa'daki "yeşil hattı" "Berlin duvarına" benzeterek yapmıştır. [43]

7. "Eşit statüde iki kurucu devlet:

MGK'nın Nisan 2008'de belirlemiş olduğu parametrelerden biri de budur.

Peşinen bilinmelidir ki, şimdiki çerçevesinde yürütülen müzakereler sonucunda anlaşmaya varılırsa ortaya ne iki devlet, ne de kuruculuk statüsü çıkacaktır.

Eroğlu - Anastasiadis Ortak Bildirisi'nde kullanılan "Constituent State" kavramı Türkçeye "Kurucu Devlet" olarak tercüme edilmek suretiyle, dilim varmıyor ama, bilerek veya bilmeyerek, Türk kamuoyuna yönelik bir aldatmaca yapılmaktadır. Doğrusu "oluşturucu eyalettir".

İngilizcede "kurmak" mastar  fiili için "to found" fiili kullanılır. "Kurucu Devlet" deyiminin İngilizce karşılığı "founding state" dir.

Biraz önce de işaret ettiğim üzere ANNAN Plânı'nın daha ilk cümlesinde "...1960'da kurulan Cumhuriyet'in ortak kurucuları olduğumuzu hatırlayarak" ifadesine yer verilmiştir.

[....recalling that  we were co-founders of the Republic established in 1960 ]

Oysa, ANNAN Plânı'nda 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'ne atıf suretiyle zikredilmiş olan iki toplumun "ortak kuruculuk" (co-founder) statüsü şimdi yer almamaktadır. 

"Constituent" sıfatı İngilizcede öncelikle "oluşturucu" anlamına gelir. Her federasyonda federe birimler "oluşturucu" birimdir.

Bu çerçevede hatırlatmak isterim ki, Annan Plân’ının parçasını oluşturan “Kuruluş Anlaşması’nın” 2. Maddesinde “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, O’nun Federal Hükûmeti’nin ve  oluşturucu eyaletlerinin (constituent States) statüleri ve aralarındaki ilişkiler,  İsviçre’nin, O’nun federal hükûmetinin ve kantonlarının statüleri ve aralarındaki ilişkiler   model alınarak düzenlenmiştir şeklinde bir hüküm yer almıştır.

[“The status and relationship of the United Cyprus Republic, its federal government, and its constituent states, is modeled on the status and relationship of Switzerland, its federal government and its cantons.”]

Yani, ANNAN Plânı'nda Türkçeye alında "oluşturucu eyalet" şeklinde tercüme edilmiş olması gerekirken kamuoyumuza "kurucu devlet" olarak takdim edilmiş bulunan "constituent state" gerçekte İsviçre'deki "kanton" statüsündedir.

İsviçre’de “kantonların” bağımsız ve egemen devlet statüsünde olmadıkları bilinmektedir.

Gerçek böyle olmakla beraber Annan Plânı halka “iki devletli” bir çözüm öngörüyormuş gibi takdim edilmiştir. Bugün de müzakerelerin çerçevesini oluşturan Ortak Bildiri ile ilgili olarak da “iki devletli” çözümden söz edildiği görülmektedir.

Kıbrıs Türk halkına referandumda sorulan soruda dahi bu yanıltıcı hata yapılmıştır.

Yanıltıcıdır, çünkü, Kıbrıslı soydaşlarımızla yaptığım görüşmelerde Annan Plânı çerçevesinde kullanılan "Kıbrıs Türk Devleti" kavramını "KKTC" olarak algılamış olduklarını samimiyetle ifade edenler olmuştur. Türkiye'de de bu algı ve anlayışın varlığına Annan Plânı döneminde  şahit olmuşumdur. 

Varılacak anlaşma kamuoyuna hangi kavramlar kullanılarak takdim edilirse edilsin, müzakereler İngilizce olarak yürütülmektedir. Anlaşmadaki kavramlar, terimler de Anlaşma'nın, Antlaşma'nın İngilizce metnine göre anlam kazanacak ve uygulanacaktır.

Bu konu ile ilgili olarak NTV'deki bir canlı haber yayını vasıtasıyla  şahit olduğum bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum:

Çeşitli vesilelerle örneklerini gördüğümüz üzere, Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan (Başbakanlığı döneminde de) Kıbrıs'a ilişkin demeçlerinde Kıbrıs'ta çözümün "iki kurucu devlet" esasına göre olabileceğini tekrarlaya gelmiştir. Rumlar Türkçedeki "kurucu devlet" deyiminin ne anlama geldiğini iyi bildikleri için Erdoğan'ın bu yoldaki demeçlerini Yunancaya ve İngilizceye doğru biçimde tercüme etmişlerdir. Cyprus Mail ve Famagusta Gazette haberlerinde okuduğum üzere Erdoğan'ın sözünü İngilizceye "founding state" olarak çevirmişler ve BMGS'ne ve AB'ne Türkiye'yi mutabakatlara aykırı kavramlar kullanıyor diye şikâyet etmişlerdir.

NTV'nin haberlerinde izlemiştim. Sayın Davutoğlu Başbakan olduktan sonra ilk dış seyahatini 16 Eylül 2014 tarihinde günübirliğine KKTC'ne yapmıştı. Bu ziyaret sırasında o zamanki KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Eroğlu ile birlikte basın toplantısı düzenlemişti. NTV basın toplantısını canlı olarak vermişti. Rum olduğunu tahmin ettiğim bir muhabir İngilizce olarak Davutoğlu'na 'Erdoğan Kıbrıs'ta iki "founding state" den (yani kurucu devletten) oluşan federal bir çözüm şeklinin Türkiye için değişmez bir hedef olduğunu söyledi. Bunu teyid eder misiniz" şeklinde bir soru yöneltmişti. Davutoğlu cevaben "Turkey supports a solution as defined in the joint statemet between the two leaders" (yani, iki liderin Ortak Bildirisi'nde tarif edilen bir çözümü desteklemektedir) mealinde cevap vermişti. Açıkça "yes Turkey is for a federal solution based on two founding states" (evet, Türkiye iki kurucu devlet temelinde bir federal çözümden yanadır) gibi bir  ifade kullanmaktan kaçınmıştı.

Bu millî davamız açısından son derece vahim bir durumdur. Türk kamuoyuna başka, yabancı kamuoyuna başka şey söylenmektedir.

Diğer taraftan, Başbakan Davutoğlu sözünü ettiğim ziyareti vesilesiyle verdiği bir demeçte "sembolik önemi çok yüksek olan bu ziyaretin, KKTC’nin bağımsızlığına, Kıbrıs halkının haklı davasına verilen desteğin bir ifadesi" olduğunu vurgulamıştır. [44]

Oysa, halen sürdürülmekte olan Akıncı - Anastasiadis müzakereleri anlaşma ile sonuçlanırsa KKTC'nin varlığının sona ermesi, ne yazık ki önceden kabullenilmiş hazin ve vahim bir netice olacaktır. 

8. 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarının yürürlükte kalmaları:

Bu parametreye gelince:

Ada'da 42 yıldır hüküm süren istikrarlı sükûnet ortamının devam edip etmeyeceğini; buna bağlı olarak da bulunacak çözüm şeklinin kalıcı olup olmayacağını; Kıbrıs'ın Türkiye'nin millî güvenliğine tehdit oluşturan ve tehlikeye düşüren hasım bir üs olarak kullanılıp kullanılmayacağını tayin edecek en temel parametre olduğunun bilincinde hareket edilmesi zorunludur. Bu niteliğiyle parametre, Doğu Akdeniz bölgesinde istikrarlı bir güvenlik ortamının yaratılmasında yüksek katkı payına sahiptir.

Çünkü Kıbrıs adası sadece bölgesel güçler dengesi açısından değil, küresel güçler dengesi bakımından da stratejik bir faktördür.

Türkiye'nin hem bölgesel plânda, hem küresel ölçekte Doğu Akdeniz'de güvenlik ve istikrara katkı yapan roller ifa edebilmesi için, her şeyden evvel, kendi ulusal güvenliğine ve çıkarlarına Kıbrıs adasından yönelebilecek tehdit ve tehlikelerin ortadan kaldırılmış olması gerekir.

Osmanlı Devleti bu temel düşünceyle, yani Osmanlı ülkesine Doğu Akdeniz'de yönelen ve yönelebilecek olan tehditleri ve tehlikeleri bertaraf etmek ve Devletin menfaatlerinin önüne çıkarılan engelleri kaldırmak maksadıyla 1571'de Kıbrıs'ı fethetmiştir.

1923'de Lozan Antlaşmasıyla Ada'nın Yunanistan'ın egemenliğine altına konulması teşebbüsleri engellenmiş ve Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs adası bakımından stratejik denge oluşturulması sağlanmıştır.

1960 Kıbrıs Antlaşmalarıyla Türkiye ve Yunanistan arasındaki Lozan Dengesi sağlamlaştırılmıştır. Aynı zamanda da, İkinci Dünya Savaşı'nın ertesinde küresel plânda oluşan siyasî ve askerî şartlar ve güç dengeleri karşısında, Kıbrıs'ta, Doğu Akdeniz bölgesini Sovyetler Birliği'nin yayılmacı teşebbüslerinden, hamlelerinden koruyabilecek bir düzenin kurulması sağlanmıştır. Bu çerçevede 3 NATO üyesi Türkiye, Yunanistan ve İngiltere'ye verilen "garantör" statüsü, 1960 Antlaşmalarıyla güdülen bu amaçların ifadesi olmuştur.

Özellikle, Türkiye'nin 1960'da Kıbrıs'ta hukuken elde ettiği etkin ve fiilî garanti hakkı ve yetkisi, bizim açımızdan öncelikle Helen ulusunun "enosis" hedefinin gerçekleşmesi suretiyle Türkiye ve Yunanistan arasında 1923'de kurulan ve 1960'da sağlamlaştırılan dengelerin tamamıyla yok edilmesinin önlenmesi maksadına hizmet etmiştir. Diğer taraftan da, küresel plânda Doğu - Batı dengesi açısından, Sovyetler Birliği'nin/Rusya Federasyonu'nun Kıbrıs'taki komünist AKEL üzerinden Ada'da sahip olduğu nüfuz alanını genişletmesinin engellenmesinde Türkiye'nin rolünü kolaylaştırmıştır. Bu gerçeği Kıbrıs sorununun gelişmeleri açıkça ortaya koymaktadır.

Türkiye 1974 Kıbrıs Barış Harekâtını 1960 Garanti Antlaşması'ndaki garanti hak ve yetkisini etkinleştirerek gerçekleştirmiştir.

Türkiye, askerî müdahale hakkını kullanma kararını alırken, Kıbrıs millî davamız uğruna bir harbin bütün risklerini ve daha sonra uluslararası plânda oluşabilecek tepkileri göğüslemeyi göze almıştır. Barış harekâtımızın temel amacı, sadece Rum ve Yunan ortaklığının o zamanki "enosis" oldubittisine mâni olmak değildi.  Güdülen amaç, aynı zamanda, Kıbrıs sorununun Ada’da 1974’den önceki şartların geri gelmesini kesin biçimde önleyen; Ada’nın Rum – Yunan ortaklığının hâkimiyeti altına girmesine yol açmayacak olan;  Türkiye’nin 1960 Antlaşmalarıyla elde ettiği hukukî ve fiilî hak ve yetkilerin zafiyete uğramadan muhafaza edilmesini sağlayan; Kıbrıs bakımından Türkiye ve Yunanistan arasında tesis edilmiş olan hassas dengeyi koruyan bir çözüme kavuşturulmasını mümkün kılacak şartları yaratmak olmuştur.

20 Temmuz 1974 Barış Harekâtımız Kıbrıs sorununun gerçekçi ve yaşayabilir bir çözüm şekline kavuşturulması için gerekli parametrelerin ada sathında fiilen oluşmasını sağlamıştır.

Ada sathında var olan sükûnet ortamı Türkiye’nin 20 Temmuz 1974 Barış Harekâtından sonra meydana gelmiş ve istikrar kazanarak günümüze kadar devam etmiştir. Bu benim kişisel bir iddiam değildir. BMGS’nin raporları teker teker incelendiği zaman açık biçimde görülen bir olgudur.

Uluslararası barış ve güvenliğe yönelik tehdit unsurlarını içeren bir liste oluşturma egzersizi yaptığımız zaman günümüzde ilk sıraya uluslararası terörizmi koymamız kaçınılmazdır.

Türkiye maalesef uluslararası terörizmin hedef aldığı ülkelerden biridir. Türkiye bir taraftan PKK teröristlerini yok etmeğe çalışırken, diğer taraftan da kendisini dış terör odaklarından koruma mecburiyetinde kalmıştır.

Bu bağlamda da Kıbrıs Adası Türkiye bakımından hayatî önem taşımaktadır.

Kıbrıs sorununun uluslararası camiayı meşgul etmesi Kıbrıslı Rumların "enosis" i sağlamak için önce Ada'daki İngiliz yönetimine, daha sonra da Kıbrıs Türk halkına karşı terör eylemlerine girişmesiyle başlamış olduğunu unutmamak lâzımdır. Özellikle, Rumların ve Yunanistan'ın konu kendileri için Türkiye olunca teröristlerle de işbirliği yapmaktan kaçınmadıklarını hatırlamalıyız ve kaçınmayacaklarını da varsaymalıyız.

Kıbrıs adasının Yunanistan'a bağlanması için mücadele etmek üzere Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan tarafından Yunan generali Grivas'ın komutasında 1955 yılında kurulan EOKA bir terör örgütüdür. Gerilla savaş yöntemlerini uygulamıştır.

Uluslararası olaylar kronolojisinde yer alan 1963 "kanlı Noel" Rum teröristlerin, EOKA'nın  eseridir. AKRİTAS plânı bir terörizm eylem plânıdır. Kıbrıs Türk halkına karşı etnik temizlik harekâtına girişenler EOKA teröristleridir.

Rum teröristler 19 Ağustos 1974'de ABD'nin Lefkoşa Büyükelçisi Rodeger Paul Davies'i Ada'da katletmişlerdir.

ASALA teröristlerinin Türk diplomatları hedef alan eylemleri, Rum yönetimi tarafından kınanmış değildir.

Kıbrıs Rum Yönetimi PKK teröristlerine destek vermekte ve onlarla işbirliği yapmakta beis görmemişlerdir.

Terörist başı Öcalan 1999'daki Yunanistan Dışişleri Bakanı Teodoros Pangalos'tan himaye görmüştür. Pangalos, terörist başının Yunanistan'ın Nairobi Büyükelçiliği'nde koruma altına alınmasını sağlamıştır. Öcalan orada yakalanıp Türk güvenlik güçlerince 15 Şubat 1999'da Türkiye'ye getirildiği zaman üzerinden Lazaros Mavros adına düzenlenmiş bir "Kıbrıs Cumhuriyeti" pasaportu çıkmıştır.

Terörist faaliyetlerin sınır tanımadan günümüzde yaygınlaştığı bir zamanda, Kıbrıs adasında özellikle KKTC toprakları, 1974'den bu yana terörist yuvalanmasından ve terörist eylemlerden korunabilmiştir. Bu da 1960 İttifak Antlaşması çerçevesinde Ada'da konuşlanmış bulunan Türk askerî varlığının ve 1960 Garanti Antlaşması'nın hükümlerini etkinleştirerek 1974'de Ada'da gerçek bir kuvvet dengesi sağlayan Türkiye'nin kararlı tutumu sayesinde olmuştur.

Güvenlik ve Garantiler konusunun bu tarihî hakikatlerin ışığında ele alınmasında Türkiye'nin millî güvenliğinin ve çıkarlarının korunması bakımından tartışılamaz bir ihtiyaç vardır.

"Güvenlik ve Garantiler" konusu irdelenirken şu tarihî gerçeğin de hatırlanması kaçınılmaz olmaktadır.

Kıbrıs'a ilişkin 1960 Antlaşmalarına esas teşkil eden mutabakat belgeleri 19 Şubat 1959'da Londra'da parafe edilirken o zamanki Rum Lider Makarios, öngörülen garanti ve ittifak sistemi başta olmak üzere, anlaşmanın çeşitli veçhelerine itirazda bulunmuştur. İngiltere'nin ve Yunanistan'ın ikna çabalarından sonra belgeleri gönülsüz parafe etmiştir. Ortaklık Devleti'nin kurulmasıyla birlikte Ada'daki 1960 düzenini yıkma amacını gütmüştür. Rumlar 21 Aralık 1963 günü Kıbrıs Türk halkına yönelik "etnik temizlik" harekâtını başlattıktan kısa bir süre sonra Makarios, önce Garanti Antlaşması'nı, sonra da İttifak Antlaşması'nı feshettiklerini açıklamıştır. Ancak, özellikle İngiltere ve ABD'den gelen sert tepkiler karşısında, Makarios, bu açıklamalarını kuvveden fiile çıkarma cesaretini o zaman kendisinde bulamamıştır.

BM Güvenlik Konseyi'nin, sadece Rumlardan oluşan bir yönetimi Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Kıbrıs Türk halkını da temsil eden "hükûmeti" olduğunu varsayarak 4 Mart 1964 tarihli ve 186 sayılı Kararı kabul etmesinden sonra demeç veren Makarios “uluslararası alandaki mücadelemizin ilk aşamasında bu kararı elde ettik. Artık Türkiye gelecekte Garanti Adlaşması’nı işleterek Kıbrıs’a müdahale tehdidinde bulunamaz” demiştir. [45]

Kıbrıslı Rumları eski Liderlerinden Glafkos Klerides 1995'de verdiği bir demeçte "Kıbrıs’ın AB üyeliği gerçekleştiği zaman Türkiye’nin Garanti Antlaşmasında öngörülen tek taraflı müdahale hakkını ortadan kaldırmış olacağız" sözlerini dile getirmiştir.

Geçen 53 yıl içinde Rumların ve Yunanistan'ın amaçları ve hedefleri değişmemiştir. Bu gün de ittifak ve garanti sisteminden kurtulmak için çaba sarfetmektedirler.

Ada'daki iki taraf, görünüşte, müzakerelerde "güvenlik ve garantiler" konusunun belirlenmiş olan gündeminin en son maddesi olarak ele alınması hususunda mutabıktırlar.

Bununla beraber, Rum tarafında ve Yunanistan'da yetkililer müzakere sürecine ilişkin demeçlerinde garantiler konusuna ön plânda yer vermektedirler. 1960 Antlaşmalarının hükümlerine göre uygulanmakta olan garanti ve ittifak sistemine son verilmesi gerektiğini; bu sağlanmadan Kıbrıs sorununun çözülemeyeceğini her fırsatta ifade etmektedirler. Bu çerçevede AB üyesi olan bir Devlet'in egemenliğinin ve anayasa düzeninin üçüncü bir devletin veya devletlerin kıskacına alınamayacağından dem vurmaktadırlar. Yürürlükteki ittifak ve garanti sisteminin günümüzde bir anakronizm oluşturduğunu öne sürmektedirler.

GKRY Dışişleri Bakanı Yoannis Kasulidis, geçtiğimiz Ekim ayında verdiği bir demeçte “garantörlük antlaşmalarının kabul edilemeyeceğini"  söylemiş ve 1960 garanti Antlaşması yüzünden sadece Kıbrıslı Rumların değil ve "Kıbrıslı Türklerin de kendilerini güvende hissetmedikleri” iddia etmiştir.

Rum Lider Anastasiadis, Eroğlu ile beraber yayınladıkları ve halen yürütülmekte olan müzakerelerin çerçevesini oluşturan Ortak Bildiri'nin 2. yıldönümüne tesadüf eden 11 Şubat 2016 tarihinde Rum Meclisi'nde yaptığı konuşmada Kıbrıs'a ilişkin garanti sistemine karşı çıkmış ve "bir AB üyesi devletin başka bir devletin garantisi altında bulunmasının kabul edilmez olduğunu" söylemiştir. [46]

Rum Meclis Başkanı'nın, Savunma Bakanı'nın, Yunanistan Dışişleri ve Savunma Bakanlarının son bir yıl içinde bu yönde verdikleri müteaddit demeçler vardır.

Yunanistan Dışişleri Bakanı Kotziaz Ankara'yı ziyareti sırasında 12 Mayıs 2015 günü Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ile beraber düzenlenen ortak basın toplantısında Kıbrıs sorununun çözümünün "ortaya garantör güçlere ihtiyacı olmayan bir Kıbrıs" çıkarması gerektiğini söylemiştir. [47]

Kotziaz, bir tören vesilesiyle de 15 Mayıs 2015'de yaptığı bir konuşmada da "bize Türk askerinin Ada sathında kıtalar halinde yürüyüşünü hatırlatan en son çizmenin Kıbrıs'tan çıkmasına değin Kıbrıs sorununun halledilmiş olmasından söz edemeyiz" demiştir.[48]

Kotziaz, 20 Ocak 2016 tarihinde Rum Meclis Başkanı ile Atina'da yaptığı görüşme sırasında da "Yunan Hükûmeti, Kıbrıs sorunu için Türkiye'nin işgal kuvvetlerinin Ada'dan çekilmesini ve garanti sisteminin sona erdirilmesini öngören özlü ve âdil bir çözümü destekler. Kıbrıs AB ve BM içinde hem Ada'nın bütününü, hem iki toplumu koruyacak kendisine özgü bir güvenlik sistemiyle gerçek bir güvenlik ortamı içinde yaşayabilir" şeklinde konuşmuştur.[49]

Görüleceği üzere, Rum ve Yunan siyasîler 1960 garanti sisteminin kaldırılması yönünde ısrarlı ve kararlı bir tutum sergilemektedirler. Verdikleri demeçlerle kamuoyu önünde pozisyonlarını siyasî açıdan kilitlemektedirler.

Ne yazık ki, biz Türkiye ve KKTC'de aynı kararlı tutumu görememekteyiz. MGK'nın 2008 yılında vazgeçilmez parametrelerden biri olarak belirlemiş bulunmasına rağmen Türkiye'de yetkililerden "1960 Garanti ve İttifak Antlaşmaları'nın bulunacak çözüm çerçevesinde de geçerli olmaları bizim için vazgeçilmez parametredir" şeklinde kararlık ifadesi olan bir beyan işitilmemektedir.

Aksine, basında yer alan haberlerde, GKRY'de çıkan Fileleftheros gazetesine 18 Şubat 2016 tarihinde İstanbul'da bir mülâkat veren Dışişleri Bakanı Sayın Mevlüt Çavuşoğlu'nun çözüm çerçevesinde "Kıbrıslı Rumların da güvenlik boyutundaki endişelerinin ciddi şekilde dikkate alınması gerekeceğini" söylemiş olduğunu kaygı içinde okuyoruz. [50]

Fileleftheros gazetesi; “Ankara’dan Mesajlar” başlığıyla manşete çektiği haberinde, söyleşiyi yapan muhabirin Çavuşoğlu'nun beyanları hakkında  şu değerlendirmeyi yaptığını yazmıştır: “…Bana Ankara’nın Kıbrıs sorunundaki değişmeyen tezlerini yinelemesini bekliyordum. Belli bir ölçüde de bunu yaptı. Ancak, bir kez bile iki devletten söz etmedi, federasyon teriminde ısrar etti, ayrıca Kıbrıslı Rumların güvenliğinin de önemli olduğunu vurguladı."

Çavuşoğlu'nun verdiği mülâkatın Fileleftheros'ta çıkan Rumca soru-cevap metninin Türkçe tercümesi Dışişleri Bakanlığımızın internet sitesinde yer almaktadır. [51]

Metni okuduğumuz zaman Hükûmetimizin Kıbrıs konusundaki duruşu ve politikası hakkında kaygılarım daha da derinleşmiştir.

Çünkü Sayın Bakan Kıbrıs müzakere sürecinde ele alınan konular hakkında kendisine tevcih edilen soruların hiçbirisine "bu tutumumuz kesindir" veya "bu konuda kırmızı çizgimiz vardır ve şöyledir..." veya "bunun KKTC için aşındırılamaz bir parametre olduğunu biliyoruz" şeklinde veya mealinde bir ifade kullanmış değildir.

Özellikle, Bakan'ın Fileleftheros gazetesinin muhabirinin garantiler konusundaki sorusuna verdiği yanıt, konunun Kıbrıs Türk halkı ve Türkiye bakımından taşıdığı ehemmiyetle mütenasip olmayan gevşek ve esnek ifadeler taşımaktadır.

Rum muhabirin sorusu şöyledir:

"Bu defa işleri değiştirebilecek en önemli meselelerden biri de güvenlik ve garantiler boyutudur. Her ne kadar endişelerini farklı meseleler üzerinde yoğunlaştırsa da her iki toplum da güvenlikleri konusunda endişe duyuyor. Çözümden sonra garantiler konusunda Türkiye’nin rolü ne olabilir? Bu konu hâlâ kırmızıçizgi mi yoksa Türkiye meseleyi tartışmaya hazır mı?"

Bakan Çavuşoğlu bu soruyu bakınız nasıl cevaplandırmış:

"Bu meselenin garantör güçler olarak ve Ada’daki iki tarafla birlikte ortaklaşa tartışılması gerektiğini vurgulamıştık. Elbette ki iki tarafın da endişeleri önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti olarak, Kıbrıslı Türklerin güvenlik meselesindeki endişelerinin giderilmesi gerektiğine inanıyoruz. Ancak kalıcı bir çözüm olması için Kıbrıslı Rumların da endişelerinin bertaraf edilmesi gerektiğinin farkındayız. Geçmişte yaşananları unutmanın iki taraf için de kolay olmadığını anlamalıyız. 1960 ile 1974 arasında yaşanan olaylara dair Kıbrıslı Türklerin anıları taze. Keza Kıbrıslı Rumların da 1974’te yaşananlara dair anıları taze. Bu nedenle iki tarafın da güvenlik konusundaki endişelerinin giderilmesi gerekiyor. Garantör güç olarak bizim için Kıbrıslı Türklerin güvenliği çok önemli. Ancak bu aşamada diğer zor meselelere odaklanmalıyız..."

Sayın Bakan'ın bu sözleri karşısında sormaktan kendimi alamıyorum:

Kıbrıs Türk halkının tarihî olgularla da desteklenen güvenlikle ilgili gerçek endişeleri ile Kıbrıslı Rumların kendi sapık emelleri yüzünden yaşadıkları hakkında dile getirdikleri sözde endişeler arasında paralellik kurulabilir mi? Kurulursa diplomasi masasında sonuç ne olur?

1960 ile 1974 arasında yaşanan olaylar ile 1974'de cereyan eden olayların failleri aynı değiller midir? 15 Temmuz 1974'u yaşatan Rumlar ve Yunanistan değil midir? 19 Temmuz 1974 günü BM Güvenlik Konseyi'ne hitap eden Arşövek Makarios Türkiye'yi mi suçlamıştır? Yoksa Yunanistan'ı Kıbrıs'ı işgal ve istilâ etmekle; orada kan dökmekle mi suçlamıştır?  Makarios'un konuşmasında Ada'ya askerî müdahalede bulunması için Türkiye'ye âdeta çağrı yapmış olduğunu Sayın Bakan bilmiyor mudur? Yunan darbesinden kaçan Rumlar kaçarlarken Muratağa, Atlılar ve Sandallar'da soydaşlarımızı katledip toplu mezarlara gömmemişler midir?

Gelinen bu aşama durum Millî Kıbrıs davamız bakımından gerçekten vahimdir.

9. Çözüm şeklinin parametrelerinin aşınmasını önleyen, Ada'daki Türk varlığını koruyan ve yaşatan, Türkiye'nin garantörlük hak ve yetkilerini sulandırıp zayıflatmayan, iki kesimlilik ilkesinin aşınmasına yol açmayan ve çözümü sağlayan antlaşmanın hükümlerini AB'nin birincil hukuku durumuna getiren anlaşma.

Kıbrıs müzakere sürecinde nihai çözüm şekline ulaşılsa bile, Türkiye'de MGK tarafından çözüm şeklinin temel “parametrelerin korunması” yolunda izhar edilen iradeye uygun düşen bir sonucun ortaya çıkmayacağını, çıkamayacağını şimdiden söyleyebiliriz. 

Bu yargımızın iki temel sebebi vardır:

Birincisi, çözüm şeklinin bu vakte kadar oluşturulmuş bulunan sakat alt yapısıdır.

Bu alt yapının ilk temel taşı on yıllar önce BM Güvenlik Konseyi tarafından yerleştirilmiştir. Bu temel taşı, BM Güvenlik Konseyi'nin, 4 Mart 1964 tarihinde kabul ettiği 186 sayılı Karardır. Bu Kararla Konsey, Kıbrıslı Rumların Kıbrıs Türk halkına uygulamaya başladığı etnik temizlik harekâtını görmezden gelerek,  1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Anayasası'na tamamen aykırı biçimde sadece Rumlardan oluşan bir heyeti Devlet'in, Kıbrıs Türk halkını da temsil eden meşru Hükûmeti olduğunu varsaymıştır.

İkinci temel taşını da AB koymuştur. AB, BM Güvenlik Konseyi'nin 186 sayılı Kararını esas almış; Kıbrıslı Rumların 1960 Anayasası'nın men edici sarih hükmüne rağmen AB üyeliği için yaptığı müracaatı işleme koymuş ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti sanki bütün anayasal organlarıyla varlığını sürdürüyormuş gibi, "Kıbrıs'ı" 1960'daki ülke bütünlüğüyle AB üyesi olarak kabul etmiştir. AB'ne Katılım Antlaşması'nı da Rumlar 16 Nisan 2003'de, bu sahte "Kıbrıs Cumhuriyeti" hüviyetleriyle imzalamışlardır. AB bu sahte hüviyeti kabul etmiştir. Bilindiği üzere, Üye Devletlerin imzaladıkları AB Katılım Antlaşması AB'nin "birincil hukukunu" oluşturmaktadır.

Kıbrıs sorununu çözüme kavuşturan Antlaşma ise, kendiliğinden AB'nin "birincil hukukuna" dahil olmayacaktır.  Dahil edilebilmesi için önce Ada'daki taraflar arasında mutabakat sağlanması, sonra da bu mutabakata uygun kararların AB üyelerinin parlamentolarında ayrı ayrı alınması gerekir. Aksi takdirde, Kıbrıs sorununun çözümüne dair Antlaşma'nın hükümleri, AB'nin "birincil hukuku" olan Kıbrıs'ın AB'ne  Katılım Antlaşması'nın hükümlerinin aşındırıcı ve tâdil ettirici etkisine maruz kalır.

Annan Plânı sırasında ve sonrasında Rumların ve AB'nin takındığı tutum ve verilen demeçler de, esasen, Kıbrıs çözüm anlaşmasının AB'nin "birincil hukuku" niteliği kazanması ihtimalinin yok denecek kadar az olduğunu göstermiş bulunmaktadır.  Bu olgunun da hatırda tutulması lâzımdır.

Çözüm şeklinin temel parametrelerinin korunamayacağına dair görüşümüzün ikinci temel sebebi de, Kıbrıs müzakere sürecinde çerçeve olarak kullanılan 11 Şubat 2014 tarihli Liderler Ortak Bildirisi'nin hükümleridir.

Ortak Bildiri'nin 1. Maddesi'nde Liderler "Avrupa Birliği bünyesindeki birleşik Kıbrıs'ı ortak geleceklerinin güvencesi olarak gördüklerini" ve 4. Maddesi'nde de " Avrupa Birliği’nin üzerinde kurulduğu ilkelerin muhafaza edileceğini ve (bunlara) saygı gösterileceğini" beyan ve kabul etmişlerdir.

Kaldı ki, sözde "Kıbrıs Cumhuriyeti Hükûmeti'nin" 16 Nisan 2003 günü Atina'da törenle imzaladığı Katılım Antlaşması da, 11 Şubat 2014 Ortak Bildirisi'nde "muhafaza edileceği ve saygı gösterileceği" ifade edilen "ilkeleri" kabul eden bir belgedir.

Bu fevkalâde hayatî konuda KKTC Yüksek Mahkemesi'nin eski Başkanı değerli Hukukçu Taner Erginel'in uyarıcı ve yol gösterici fikirlerinden yararlanılmalıdır.

Görünüşe Göre Türkiye'nin Parametreleri Çözüm Şekline Yansıyamıyor

Görüleceği üzere, Türkiye'nin öngördüğü parametrelerin çoğunluğunun çözüm şekline yansıması şansı yok gibidir.

Yürütülmekte olan müzakerelerin en ağır sonuçlarından birinin de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ortadan kalması olacaktır.

Diğer taraftan, çözüme ulaşılması halinde bugün üzerinde bağımsız KKTC'nin bayrağının dalgalandığı topraklarda Kıbrıs Cumhuriyeti'ne yamanarak AB'ne katılmış olacaktır. 

Türkiye'nin AB üyesi olmadığı ve ne zaman da olacağının tahmininin dahi giderek zorlaştığı durum ve şartlarda bu gelişme, Türkiye ile Yunanistan arasında Lozan Antlaşmasıyla kurulmuş ve 1960 Antlaşmalarıyla da takviye edilmiş olan stratejik dengeyi tamamen ortadan kaldıracaktır. Giderek Türkiye ile Kıbrıs Türk halkı arasındaki tarihî bağlar da gevşemeğe ve belki de kopmaya yüz tutacaktır.

Türkiye Ege'den sonra Akdeniz'de de kuşatılmış olacaktır.

Bütün bu sonuçların, Kıbrıs adasının Türkiye için olan önemi ve değeri hakkında Devletimizin kurucusu Atatürk'ten başlayarak, çok sayıda seçkin Devlet ve siyaset adamlarımızın, askerî şahsiyetlerin demeçlerinde ve Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu'nun "Stratejik Derinlik" kitabında ifadesini bulan değerlendirmelerle bağdaşır yanı var mıdır?

Bu tablo karşısında şu soruyu sormamız gerekiyor: KKTC'de ve Türkiye'de yetkililer hangi verilere dayanarak "görüşmeler olumlu ilerliyor; 6 başlıktan 4'ü halledildi, geriye 2 başlık kaldı" mealinde açıklamalar yapıyorlar?

Sayın Başbakan'ı 8 Mart'ta İzmir'de "Kıbrıs'ta çözüme çok yakınız" açıklamasını yapmaya sevkeden güvence nedir?

Başbakan Sayın Davutoğlu'nun İzmir'de ifade ettiği gibi gerçekten Kıbrıs sorununun çözümü "çok yakın" ise, Türkiye için son derece vahim bir sonuç ortaya çıkacak demektir.

Ortaya çıkabilecek çözüm şekli ve bu çerçevede yapılacak uygulamalar ve düzenlemeler sadece Kıbrıs'taki Türk varlığının ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin bekasını değil, belki de ondan da daha büyük ölçüde, bizatihî Türkiye'nin çok boyutlu ve uzun vadeli yüksek çıkarlarını ve millî güvenliğini kalıcı biçimde etkileyen sonuçlar doğuracaktır. 

Türk Kamuoyu "Millî Davayı" Unuttu mu?

Hal böyleyken, Türk kamuoyunda, 1953'den itibaren "millî dava" anlayış ve ruhuyla benimsediği konuya karşı kahredici bir ilgisizliğin ve hattâ umursamazlığın varlığını müşahede etmekteyim.

Kıbrıs konusunun bütün aşamalarının Türk kamuoyunun ilgi odağında yaşanmış olduğunu; Kıbrıs'a ilişkin haberlerin manşetlerden verildiğini; TBMM'nin Kıbrıs müzakere sürecinin önceki aşamalarında birçok kereler özel oturumlar ve olağanüstü toplantılar yapıp "millî dava" hakkında kararlılık ifade eden bildiriler yayınlamış veya kararlar almış olduğunu bilenlerdenim.  Bu defa Türkiye'nin ve özellikle kamuoyunun konu karşısında gösterdiği ilgisiz ve hattâ umursamaz duruşu 1950 ile 2000 arasındaki dönemlerle kıyaslayarak değerlendirme imkânına sahip bulunuyorum.

Çıkardığım sonucu Türkiye ve KKTC için hayra alâmet görmüyorum.

"Millî Dava" sözü, kavramı siyaset adamlarımızın dilinde sadece KKTC ile ilişkilerimizde törensel vesilelerle telâffuz edilir hale gelmiştir.

BMGS Butros Ghali zamanında 1992 yaz aylarında Fikirler Dizisi denen bir çözüm plân taslağı üzerinde New York'da cereyan eden müzakereler münasebetiyle, Anavatan Partisi  ve Refah Partisi tarafından verilen önergelerle TBMM, yaz tatilinde olmasında rağmen,  25 Ağustos 1992 günü olağanüstü toplanmıştı.  O zaman New York'da cereyan eden müzakerelerin, günümüzdeki müzakereler kadar, Kıbrıs konusunun kaderini belirleyici bir mahiyeti yoktu. Yine de TBMM'nin olağanüstü toplantısına ihtiyaç duyulmuştu. O toplantıda,  yapılan heyecanlı konuşmalarda KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın müzakerelerde uluslararası baskılara boyun eğmeden “millî davayı” üstün dirayet  ve vukufla  yürütüş tarzından   takdir ve övgüyle söz edilmiş; kendisine destek ifade olunmuş ve Kıbrıs konusunda sağlam bir dayanışma ortaya konulmuştur.  TBMM kabul ettiği deklarasyonda  “Kıbrıs'taki iki toplumun rızasına dayanmayan hiçbir çözümü kabul etmeyeceğini” dünyaya ilân etmiştir. TBMM'nin "millî davaya" ve Denktaş'a arka çıkan duruşu, Türk tarafının müzakerelerdeki pozisyonu kuvvetlendirmişti.

Tarihî Kavşaktayız

Günümüzde ise Kıbrıs konusunda çık önemli ve hattâ tarihî bir kavşak noktasına yaklaşmış ve hattâ gelmiş bulunuyoruz. Medyada Kıbrıs konusunun TBMM'de ele alındığına dair haberlere rastlamıyoruz.

Her Salı günü TBMM'de grubu bulunan Siyasî partilerimizin Sayın Liderlerinin Gruplarında yaptıkları konuşmaları TV'de takip etmeğe çalışıyorum. Uzun zamandır Sayın Liderlerin Kıbrıs konusuna değinmediklerini kaygı içinde görüyorum.

Siyasetçilerimizin Kıbrıs konusunda yaptıkları konuşmalarda da, Türkiye'nin benimsediği âdil ve kalıcı çözüm şekline dair bir kavram birliği olmadığını da müşahede ediyorum. Ayrıca, "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti" yerine "Kıbrıs" diyen devlet adamlarımız var. "Kıbrıs" coğrafî olarak bir adanın ismi.  Aynı zamanda da Rumların Kıbrıslı Türkleri kapsayacak şekilde varlığını iddia ettikleri ve AB'de üye olan sözde devletin adı.

Rum ve Yunan Devlet adamlarının ve siyasetçilerinin ise, Kıbrıs konusunda ağız birliği, kavram birliği içinde konuştuklarını biliyorum ve görüyorum.

Türk Kamuoyu "Millî Dava'ya" Neden İlgisiz ?

Türkiye'de Kıbrıs konusuna olan ilgisizliğin, kayıtsızlığın, umursamazlığın kuşkusuz çeşitli sebepleri vardır.

Birinci temel sebep kanaatimce, Annan Plânı temelindeki çözüm süreci döneminden başlayarak, 2002 sonundan itibaren Türkiye'de Kıbrıs konusunda yapılmış olan beyanlar ve yazılan yazılardır.

O dönemdeki beyanları ve yazılanların çoğunu kaydetmiş bulunuyorum. Hemen hemen tamamında, Kıbrıs konusu Türkiye'ye külfet, ayak bağı ve AB üyeliğimiz önünde engel  olan  bir sorunmuş gibi  takdim edilmiştir. Çözümsüzlüğün gerçek sebepleri bilinerek kasden veya bilinmeden, sorunun çözümünün Türk tarafının tutumu yüzünden sürüncemede kaldığını iddia edenler olmuştur.

2008'den itibaren Kıbrıs konusunda çeşitli Üniversitelerimizde Konferanslar verdim. Öğrenciler arasında, hocalarının, benim Kıbrıs sorunu hakkındaki gerçeklere dair söylediklerimin tam tersini anlatmış olduklarını samimi biçimden itiraf edenlere rastladım. 

Diğer bir temel sebep de,  11. Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül'ün de Mart 2014'de ve Şubat 2016'da ifade ettiği üzere Türkiye'nin "çalkantılı" ve "Cumhuriyet tarihinin en zor" döneminden geçmekte olmasıdır. Bu talihsiz durum aslında her sade vatandaşın dahi kolaylıkla müşahede edebileceği kadar belirgindir. Kamuoyumuzun dikkati Türkiye'nin iç ve dış vahim sorunlarına odaklanmış bulunmaktadır.

Toplum Mühendisliği - Algı Operasyonu

Öteyandan KKTC'de ve Türkiye'de toplum mühendisliğinin Kıbrıs konusunda ustaca uyguladığı iç ve dış kaynaklı bir algı operasyonun cereyan ettiği izlenimi altındayım. Bunun asıl başlangıç döneminin de Annan Plânı üzerindeki çözüm süreci olduğu kanaatindeyim.

Annan Plânı'nın merhum Rauf Denktaş'a kabul ettirmek ve Kıbrıs Türk halkına da benimsettirmek için Türkiye'nin ABD ve AB ile birlikte baskılar yaptığı zamanda, ABD ve AB 2003 Aralık ayında KKTC’de yapılan erken genel seçimde açıkça Sayın Talât’ın liderliğindeki CTP’den yana tavır koymuşlardır. Daha sonra ABD Kongresine sunulan 27 Haziran 2006 tarihli bir raporda  ABD’nin “Kıbrıs Özel Koordinatörü Thomas Weston’ın, çözüm şanslarını arttırmak için (KKTC’deki ) Aralık 2003 seçimlerinden önce Kıbrıs Türk siyasî muhalefetine açık biçimde yardım ettiği” ifade edilmiştir. Bu rapora internetten erişmek mümkündür.[52]

Kıbrıs Rum kesiminde müzakere süreciyle ilgili olarak cereyan eden tartışmalar ve Rum - Yunan ortaklığının Kıbrıs sorununun çözümüyle güttükleri niyetlere, ortak amaçlara, hedeflere dair demeçler Türk medyasına gerektiği ölçüde yansımamaktadır.

Türk kamuoyunu çözüme odaklamak ve desteğini sağlamak için çözüm halinde Türkiye'nin Doğu Akdeniz'de varlığı söylenen hidrokarbon yataklarının işletilip değerlendirilmesinde pay ve rol sahibi olacağı; Türkiye'nin, enerji koridoru olma niteliğini güneyinden de elde edeceği gibi temalar işlenmektedir.

Kamuoyumuzda görüşme sürecinin suhulet içinde ilerlediği intibaını uyandıracak haberler ve yorumlar ön plâna çıkarılmaktadır. Bütün bunlar nasıl bir çözüm şekline doğru ilerlenmekte olduğundan söz edilmeden yapılmaktadır.

Oysa sorununun çözüme kavuşmasının Doğu Akdeniz bölgesinin istikrarına katkı yapabilmesi ve bu çerçevede başlıklar Türkiye'ye önemli çıkarlar sağlayabilmesi için her şeyden evvel kalıcı bir çözüm şeklinin ortaya çıkması lâzımdır. Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs bakımından ihdas edilmiş olan dengenin bozulmaması gereklidir. Bunun için de Türkiye'nin de AB üyesi olması zorunludur.

1960 yılında ortaya çıkan ve o zaman Türkiye'de kalıcı olacağına inanılmış bulunan çözüm şeklinin 3 yıl 4 ay içinde Ada'yı ateş topuna döndürdüğü bir tarih dersi olarak hatırdan çıkartılmamalıdır.

Türk kamuoyuna yönelik algı operasyonunun en çarpıcı örneklerinden biri Rum Yönetimi'nin Türkçe'nin AB'nin resmî dilleri arasına dahil edilmesi için geçtiğimiz Ocak ayı içinde AB dönem başkanlığına yaptığı başvurunun medyada takdim şeklidir. Rumların bu hareketi gazetelerde Türk kamuoyuna "Anastasiadis'ten Türkiye'ye jest", "Anastasiadis'in büyük jesti" şeklindeki başlıklar altında ve baş sayfada duyurulmuştur.

Aslında Rumların bu girişiminin Türkiye'ye yönelik bir jest olma vasfı yoktur. Rum tarafı,  Kıbrıslı Türkleri de içerir şekilde Hükûmeti olduklarını iddia ettikleri 1960 Cumhuriyeti'nin Anayasası'ndan kaynaklanan bir vecibeyi yerine getirmek;  gecikmiş biçimde bu anayasal açıklarını kapatmak amacıyla bu girişimi yapmıştır. Esasen, Kıbrıs Rum Hükûmet sözcüsü de, Türk ve uluslararası basında Rum tarafının teşebbüsünü "Türkiye'ye jest" olarak takdim eden haberler çıkması üzerine açıklama yapmış ve Türkçe'nin Kıbrıs Cumhuriyeti'nin resmî dillerinden biri olduğunu hatırlatarak AB üyesi olan Kıbrıs'ın bu girişimi yaptığını söylemiştir. Burada hatırlatmam gerekir: Daha önce 2015 yılı içinde Avrupa Parlâmentosu'nda bir İngiliz parlâmenter "madem ki Rumlar 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bütününü temsil ettiklerini beyan ediyorlar ve bizler de bu beyanı kabul ediyoruz; o zaman neden Devlet'in anayasasına göre Türkçe de AB'nin resmî dili olmuyor" mealinde bir soru tevcih etmiştir.

 

Rum - Yunan Ortak Hedefi "Enosis" idi, ""Enosis" olmaya devam Ediyor

Kıbrıs konusunun BM Genel Kurulu'nun gündemine Yunanistan tarafından dâhil ettirildiği 1954 yılından bu yana Kıbrıs sorununun geçirdiği bütün aşamalarda Kıbrıslı Rumların ve Yunanistan'ın güttüğü ortak hedef "enosis" olmuştur.

Kıbrıslı Rumlar, aldıkları acı derslerden sonra, şiddet yoluyla "enosis" hedefine ulaşamayacaklarının idraki içinde görünmektedirler. Bu idrakle 1994 yılında, Klerides'in liderliği altında, "enosis" i, içinde Türkiye'nin tam üye olarak yer almayacağı AB bünyesinde gerçekleştirme hedefine yönelmişlerdir. Bu hedefi, AB'nin yardımıyla, Aralık 2002 Kopenhag Zirvesi'nin aldığı kararla ve bu karara dayanarak 16 Nisan 2003 tarihinde Atina'da AB Katılım Antlaşmasını imzalamak suretiyle kısmen gerçekleştirmişlerdir. "Kısmen" diyorum; çünkü, onlar tam "enosis" için, içinde Türkiye'nin yer almayacağı bir AB'de, Ada'nın tümünün AB üyesi haline geleceği günü beklemektedirler.

ANNAN Plânı'nı da, "nasıl olsa AB üyesi olduk; bundan böyle Türkiye'nin AB üyeliğini önünü keserek, Kıbrıslı Türkleri sorunun çözümü çerçevesinde Kıbrıs Cumhuriyeti'ne yamanmasını sağlayalım; böylece içinde Türkiye'nin bulunmadığı AB'de Ada'nın bütününün AB'de yer almasını gerçekleştirelim ve enosis hedefine ulaşalım" gibi düşüncelerle reddettiklerine kaniim.

Burada bir parantez açarak ifade istiyorum. Tabiî, Rum tarafının Annan Plânı'nı reddetmesinde Rusya'nın tesirini de bir olgu olarak hatırda tutmalıyız. Çünkü Rusya (daha önceleri Sovyetler Birliği) Kıbrıs için Batının mutfağında pişirilip kotarılmış çözüm şekillerine karşıdır. Bununla beraber, şayet Suriye ile ilgili olarak ABD Rusya'yı yeterli ölçüde tatmin etmişse veya edebilirse, ve ayrıca yakın bir gelecekte Türkiye - Rusya münasebetlerinde hızlı bir düzelme meydana gelemezse, o zaman Rusya'nın da bu sefer Kıbrıs'ta çözüme AKEL vasıtasıyla yeşil ışık yakabileceğini ihtimal dışı tutmam.

Tekrar asıl konumuza dönüyorum: Türkiye ve Rauf Denktaş döneminde KKTC, Rumların "enosis" hedefini AB potasında gerçekleştirme stratejisinin zamanında farkında olmuştur. Bu farkındalıkladır ki, Türkiye ve KKTC, Kıbrıs Rum Yönetimi'nin AB üyeliği için yaptığı müracaatın işleme konulmaması ve daha sonra da, Türkiye de AB'ne tam üye olmadan Rum tarafının AB'ne üye olarak kabul edilmemesi için yoğun diplomatik girişimlerde bulunmuşlardır.

Türkiye'nin 1995'deki Çekincesini Hatırlayan Var mı?

Türkiye ile AB arasında Gümrük Birliği kuran kararın alındığı 6 Mart 1995'deki Türkiye - AB Ortaklık Konseyi toplantısında Dışişleri Bakanı Sayın Murat Karayalçın Türkiye'nin Kıbrıs Rum Yönetimi'nin AB üyeliğine karşı olan itirazını kesin ifadelerle toplantının resmî zabıtlarına kaydettirmiştir.

Karayalçın, yaptığı konuşmada, Türkiye'nin, Kıbrıs Türk tarafının, Kıbrıs Rum yönetiminin AB'ne vaki tek taraflı müracaatına dair ileri sürdüğü hukukî, siyasî ve ahlâkî savları paylaştığını; bu müracaatın Kıbrıs için öngörülen federal çözüm şekli bakımından esas olan karşılıklı rıza unsuru ile çeliştiğini vurgulamış; 1960 Kıbrıs Antlaşmalarının men edici hükümlerine de atıfla, Türkiye’nin üyesi olmadığı AB’ne “Kıbrıs’ın” tamamının veya bir kısmının üye olarak  kabul edilmemesi gerektiğini; çünkü Türkiye de AB’ne tam üye olmadan “Kıbrıs’ın” tam üye yapılmasının, Kıbrıs’la ilgili olarak Türkiye ile Yunanistan arasında 1960 Antlaşmalarıyla kurulmuş olan hassas dengelerin bozulmasına sebep olacağını; “Kıbrıs’ın” üyeliği yönündeki çalışmalara bu gerekçelerle Türkiye’nin hukuken ve siyaseten karşı çıkmaya devam edeceğini beyan etmiştir. 

"Yurtta Sulh Cihanda Sulh" Düsturuna Dönülmelidir

2002 yılının sonundan itibaren Türkiye'nin dış politikasında eksen kayması olmuştur. Bu durum dış politikamızda hedef sapmaları meydana getirmiştir.  Büyük Atatürk'ün "yurtta sulh, cihanda sulh" düsturu Türkiye Cumhuriyeti'nin dış politikasının pusulası olmuşken "komşularla sıfır sorun" gibi hayalî hedefler yaratılmıştır. Söylemlerle hedeflerin birbirini tutmadığı dış politika uygulaması yapılmıştır. Bu yüzden ülkemiz uluslararası ilişkilerinde "değerli" olarak vasıflandırılan bir "yalnızlık" içine düşmüştür.  Suriye krizinin Türkiye'yi Ortadoğu'nun stratejik derinlikteki bataklığının içine çekmiş olması; "Stratejik Ortak" dediğimiz Rusya ile iki düşman Devlet haline gelmemiz, Türkiye'nin uluslararası sahnedeki "yalnızlığının" sözde değerini de sıfırlamış bulunmaktadır. Türkiye iç ve dış tehditlere ve tehlikelere maruz kalmıştır.

Türkiye halen iç ve dış terörle topyekûn bir mücadelenin içindedir.

Günümüzde Suriye'nin yeniden şekillendirilmesi yapılırken, Türkiye'nin güney hudutlarına bitişik olarak Suriye'nin kuzeyinden uzanan bir toprak şeridiyle Akdeniz'e çıkışı olan bir Kürt Devleti'nin meydana getirilmesi maksadıyla uluslararası plânda bir tezgâh faaliyet halindedir.

Ülkemiz Türkiye Suriye krizinde savaşan taraf olmadığı halde Ülkemizin topraklarına top mermileri düşmekte, vatandaşlarımız ölmektedirler.  Türkiye 2011 yılından bu yana 2,5 milyona varan sığınmacıyı barındırmak zorunda kalmıştır. Türkiye’nin 4 yılda sığınmacılar için harcadığı paranın yıllık ortalama 5.3 milyar liraya ulaştığı medyada kayıtlıdır. 

Türkiye dış politikada kaybettiği direksiyon hâkimiyetini ve bozulan dengesini NATO'nun ve AB'nin desteğiyle sağlamağa çalışmaktadır.

Bu tablonun, Türkiye'nin uluslararası diplomaside birçok açıdan pazarlık gücünü yitirmesine ve ağırlığını kaybetmesine sebep olması; Türkiye'yi diplomatik baskılara maruz ve bunlara karşı direnemez hale getirmesi  kaçınılmazdır.

Edindiğim izlenim odur ki, bu durumda, Türkiye "millî dava" olarak benimseyip on yıllardır bu anlayış ve ruhla yürüttüğü Kıbrıs konusunda uzlaşmacı bir tavır sergilemek ihtiyacını, hattâ zaruretini hissetmektedir.

Herhangi bir uluslararası ihtilâfın konusuyla kendi çıkarları açısından ilgilenen ve o ihtilâfı kendi çıkarlarına uygun düşen şekilde halletmek için uğraşan küresel güçlerin, çözüm yönünde girişimde bulunmak için,  ihtilâfın taraflarının kendilerini en fazla esneklik göstermeğe ve taviz vermeğe mecbur hissedecekleri iç ve dış sorunlarla dolu veya herhangi bir konuda desteğe ihtiyaç duydukları dönemlerini kolladıkları tecrübelerle sabittir. Bunun tarihten ve yakın geçmişten örnekleri vardır. Osmanlı Devleti böyle bir zamanında Kıbrıs'ı İngiltere'ye vermek zorunda kalmıştır.

"Mutlaka Çözüm" İstemek; Çözüm Değil Çözülme Getirir

Kaygı içinde ifade ediyorum ki, Kıbrıs sorununa çözüm bulmak maksadıyla 1968’den itibaren BMGS’nin iyi niyet görev çerçevesinde yürütülen  "çözüm süreci" son 14 yılda Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti için, giderek hız kazanan bir "çözülme sarmalı" niteliği kazanmıştır. 

Çünkü, 2002 sonundan bu yana Türkiye Kıbrıs sorununun bir an önce çözümünün peşinde koşmaktadır.

Annan Plânı'nın 11 Kasım 2002 tarihinde taraflara sunulmasından kısa bir süre sonra TBMM'de okunan 58. Hükûmet'in Programında Kıbrıs konusuna ilişkin paragrafın ilk cümlesinde "Hükümetimiz, Kıbrıs sorununa mutlaka bir çözüm bulunmasının gereğine inanmaktadır"  ifadesi yer almıştır.

Bu ifade bizde, o zaman, Kıbrıs sorununun tarihî geçmişine ve gelişmelerine; sorunun neden ve nasıl ortaya çıktığına; hangi sebep ve saiklarla Kıbrıs konusunun Türkiye'de 1950'li yılların başlarından itibaren "millî dava" olarak benimsendiğine; sorunun hangi sebeplerle on yıllardır çözülemeden BM Güvenlik Konseyi'nin gündeminde kalmış olduğuna; Kıbrıs adasının önemine ve özellikle Türkiye için jeostratejik değerine dair gerçekler ve olgular sanki bilinmiyormuş, ya da dikkate alınmıyormuş izlenimini bırakmıştır. 

Annan Plânı, Türkiye tarafından "Kıbrıs sorunu mutlaka çözülmelidir" zihniyetiyle ve bu zihniyetin şekil verdiği siyaset ve diplomasiyle ele alınmıştır. Çözüm sürecinde Rumların "bir adım önünde yürüme" stratejisi uygulanmıştır. Sonuç malûmdur. Ne Kıbrıs sorunu çözülmüştür; ne AB ve ABD, Türkiye'nin yönlendirmesiyle referandumda Plân'a "evet" oyu veren KKTC halkını siyasî ve ekonomik bakımlardan ödüllendireceklerine dair verdikleri sözleri tutmuşlardır; ne de Türkiye'nin AB tam üyeliği yolundaki engellerin kaldırılması sağlanmıştır. Aksine Plânı pervasızca yüzde 76 oyla reddeden Rum tarafı, referandumdan bir hafta sonra 1 Mayıs 2004 günü tam üye olarak AB'de koltuğa oturmuştur. Böylece Kıbrıs Rum tarafına üyelik yolunda Türkiye'ye devamlı surette kırmızı kart göstermesi sağlanmıştır.

Olan Kıbrıs Türk halkına ve KKTC'ne olmuştur. Çünkü, BMGS yayınladığı ve Güvenlik Konseyine sunduğu 28 Mayıs 2004 tarihli raporunda [53] Kıbrıs Türk halkının çözüm Plân'ına "evet" oyu vermiş olmasının sonuçlarını bakınız nasıl değerlendirmiştir:

Paragraf 87:  "...Kıbrıslı Türkler çözümü tercih ederlerken, on yıllar boyunca sürdürdükleri, 1983'te yarattıklarını iddia  ettikleri 'devletin' tanınmasını amaçlayan politikaları da terk etmişlerdir."

Paragraf 90:  "Tanıma ve ayrılmaya yardım etmek BM Güvenlik Konseyi'nin kararlarına açıkça aykırıdır ve güttüğümüz hedefe de ters düşer. Aynı zamanda, bu yöndeki (tanıma) adımlar yeniden birleşme için oy vermiş bulunan Kıbrıslı Türklerin iradelerine de saygısızlık teşkil eder."

Görüleceği üzere, başta BM Genel Sekreteri olmak üzere uluslararası toplumda sözü geçen devletler, çözüm teşebbüsünün Rum Tarafı’nın reddetmesi üzerine sonuçsuz kalmış olmasına rağmen, yine, tabir caizse, faturayı Kıbrıs Türk Tarafı’na ödettirmişlerdir. Bırakınız Kıbrıs Türk Tarafı’nın statüsünü yükseltmeyi düşünmeyi, Kıbrıs Türk halkının Annan Planı için verdiği "kabul" oyunu dahi KKTC'nin tanınmasını isteme hakkından feragat olarak yorumlamışlar ve kayıt altına almışlardır.

Bu sonuçlara rağmen, Kıbrıs'ta çözümün peşinde koşan yine Türkiye ve KKTC olmuştur. Annan Plânı'na ilişkin süreçte referandum sonuçlarının ortaya koyduğu gerçekler ve tarihî dersler; AB'nin Kıbrıs sorununun çeşitli aşamalarında Türkiye'ye vermiş olduğu sözlerin hiçbirisini tutmamış olduğu olgusu ve Kıbrıs konusuna ilişkin daha birçok olgu ve gerçekler de göz ardı edilmiş ve bugün de edilmektedir.

Kıbrıs Konusuyla AB Üyelik Sürecimiz Arasında Bağ Kurmak Yanlıştır

14 yıldır Türkiye'de Kıbrıs konusu Türkiye'nin AB süreciyle bağlantılı ve çözüme odaklı olarak yürütülmektedir.

Başbakan Sayın Davutoğlu 29 Kasım 2015 tarihinde gerçekleşen Türkiye - AB Zirvesi'nden sonra yaptığı açıklamada, diğer hususlar meyanında "Kıbrıs sorununun çözülmesi halinde Türkiye'nin AB üyeliğinin bir rüya olmayacağını" ifade etmiştir. [54]

Zirve'nin ertesinde açıklama yapan GKRY Hükûmet Sözcüsü Nikos Hristodulidis "dün Başbakan  Davutoğlu 'Kıbrıs sorunu çözülürse Türkiye’nin üyelik sürecinde gelişme olacak' demek suretiyle ülkesinin üyelik sürecini Kıbrıs sorununun çözüm çabalarına bağlamıştır" demekte gecikmemiştir.

Başbakan Davutoğlu geçen Aralık ayının başında KKTC'ne yaptığı ziyaret sırasında da "AB’ye adımı Kıbrıs’ta atabiliriz" şeklinde konuşmuştur.[55]

Yine Davutoğlu bu yılın başlarında verdiği bir demeçte   "Eğer Kıbrıs sorunu bu yıl içinde çözülebilirse yılsonuna doğru gerçekten yeni bir dönem başlamış olacaktır AB-Türkiye ilişkilerinde" demiştir. [56]

Türkiye'de AB Bakanı'nın da Kıbrıs konusunu yakından takip ettiği görülmektedir.  AB Bakanı Sayın Bozkır, devam etmekte olan Kıbrıs müzakere sürecinin muhtemel sonuçları hakkında kamuoyuna umut dolu açıklamalar yapmaktadır. AB Bakanı bir konuşmasında Kıbrıs sorununun "50 yıllık tarihinde çözüme en yakın noktada" olduğu öngörüsünde bulunmuştur.[57]

AB Bakanı verdiği demeçlerin birinde de Rum - Yunan iddialarına benzer şekilde " Kıbrıs sorununun çözülememesinin nedeni de rahmetli Denktaş'tır. Uzun yıllar hep çözülebilecek noktalara geldiğinde hep çözmemek yönünde bir tavır sergilemiştir" demek suretiyle tarihî bir yanılgıya düşmüştür. [58]

Özellikle, AB Bakanı'nın Kıbrıs konusunda demeçler vermesi, değerlendirmelerde bulunması, Türkiye'nin, Kıbrıs konusunun AB'nin etki ve yetki alanında olduğunu; Türkiye'nin AB üyelik sürecinin Kıbrıs konusuyla irtibatlı ve süreçte ilerleme olabilmesinin de Kıbrıs sorununun çözümüne bağlı olduğunu kabul ettiğinin en bariz göstergesi olmaktadır.

Türkiye'nin Kıbrıs konusunu kendi AB üyelik süreciyle irtibatlandıran söylemleri AB çevrelerinin Kıbrıs konusunu yakından izlemelerine hız ve yoğunluk kazandırmıştır. BMGS son raporunda  "AB'nin barış sürecinde daha güçlü bir rol oynaması hususunda müzakere eden tarafların mutabakat halinde bulunmalarının Kıbrıs müzakere sürecinin şimdiki döneminin en göze çarpan vasfını oluşturduğunu"  ifade etmiştir.[59]

Diplomaside "Çözüme İhtiyaç Duyan Biziz" Sözü Teslimiyet İfadesidir

KKTC Cumhurbaşkanı seçildiğinden bu yana Sayın Mustafa Akıncı'nın dile getirdiği bazı söylemleri kaygı verici bulduğumu ifade etmeliyim.

Rumların ve Yunanistan'ın, "Helenizim" den "Helenizmin ortak çıkarlarından" her vesileyle söz ettikleri bir dönemde, Sayın Akıncı'nın sebebiyet verdiği "anavatan - yavru vatan" polemiği beni ve benim gibi düşünenleri yaralamıştır. Sayın Akıncı'nın ortaya koyduğu anlayış belki bazı iç ve dış çevreler tarafından alkışlanmış olabilir, ama uzun vadede bu anlayışın Kıbrıs Türk halkı için de zararlı olduğu elbette anlaşılacaktır.

Diğer taraftan, Ada'da Sayın Akıncı'nın da sık sık "çözüme ihtiyaç duyan biziz" mealindeki sözleri dile getirmesi, Türk tarafının pozisyonu için ilâve bir  zafiyet oluşturduğunu söylememe lüzum yoktur.

Bu söz diplomaside "teslim olma" anlamına gelir. Bir taraf "çözüme ihtiyaç duyduğunu" tekrarlarsa, çözümün ortaya çıkm   ası için bütün esneklikleri göstermeğe, taviz vermeğe hazır olduğunu beyan ediyor demektir.

"Real" politikanın üstatlarından kabul edilen ABD eski Dışişleri Bakanlarından Henry Kissenger'ın şöyle bir meşhur sözü vardır:

 “Anlaşma için istek göstermek nadiren müzakereyi hızlandırır. Hiçbir tecrübeli devlet adamı sırf muhatabı çözüm için istek ve acelelik gösteriyor diye anlaşmaya meyletmez; aksine karşı tarafın anlaşma için gösterdiği sabırsızlığı daha da iyi şartlarda çözüm elde etmek için kullanmak ister.”

(Showing EAGERNESS rarely speeds up negotiations. No experienced statesman settles just because his opponent feels a sense of urgency; he is far more likely use such impatience to try to extract even better terms.)

Bu söz adeta Türkiye'nin günümüzdeki Kıbrıs politikası için söylenmiş gibidir.

Kıbrıs Türk Halkının "Hak Ettiği Yer" Rumlara Yamanarak AB'ne Girmek Değildir

Sayın Akıncı sürekli olarak çözümle birlikte "Kıbrıs Türk halkının uluslararası toplumda hak ettiği yeri alacağını" söylemektedir.

Bu ifade tarzı aslında  Türkiye'de 62. ve 64. Hükûmetlerin programlarında da yer almıştır. Örneğin, 64. Hükûmetin Programında şöyle denilmektedir: "Kıbrıs’ta müzakere edilmiş bir çözüm ve Kıbrıs Türk Halkının uluslara­rası toplum içerisindeki haklı yerini alabilmesi, temel önceliklerimizden biridir."

Kıbrıs Türk halkının uluslararası toplumda hak ettiği yer, şimdiki çözüm sürecinin sonucu olarak sözde "Kıbrıs Cumhuriyeti'ne" yamanarak AB üyesi olmak değildir. Kıbrıs Türk halkının hak ettiği şerefli yer, bağımsız KKTC'nin çatısı ve bayrağı altındaki yerdir. Hedef, Türkiye'den başka Devletler tarafından da tanınmasını sağlamak suretiyle KKTC'ne uluslararası camiada daha sağlam bir yer bulmak olmalıdır.

"Kıbrıslı Çözüm" Söylemi Türkiye'yi Dışlamak İçindir

Öte yandan Sayın Akıncı "Kıbrıs Türk halkının içine sindireceği çözümden" söz etmiştir. Çözüm sadece "Kıbrıs Türk halkının" değil, Türkiye'nin, Türk Milleti'nin içine sindireceği bir çözüm olması gerektiği unutulmamalıdır.

Talât - Hristofyas arasındaki müzakere sürecinden itibaren "Kıbrıslı çözüm" kavramı geliştirilmiş ve yerleştirilmiştir. BMGS raporlarında "Kıbrıslıların yürüttüğü" (cypriot-led) ve "Kıbrıslıların sahiplendiği" (cypriot-owned) kavramları kullanır olmuştur. Bununla beraber, daha önceleri Kıbrıs sorununa bulunacak çözüm bahsinde "Kıbrıs sorununun doğrudan ilgili dört tarafından" (four parties concerned) söz edilirdi. Bu çerçevede, Kıbrıs Türk ve Rum toplumları ile Türkiye ve Yunanistan zikredilirdi.

"Kıbrıslı çözüm" anlayışını, Kıbrıs konusunu Türkiye'nin ilgi, etki ve yetki alanından uzaklaştırarak çözme tasavvur ve gayretinin bir belirtisi olarak görüyorum.

Öte taraftan, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı'nın Kıbrıs konusu hakkında Türkiye'deki ilgisizlik ve sessizlikten memnun olduğu anlaşılmaktadır. Sayın Akıncı, geçtiğimiz Ocak ayında KKTC'ni ziyaret eden bir CHP heyetini kabulünde "Kıbrıs sorunun Türkiye'de artık iç politika malzemesi olarak kullanılmadığına" işaret etmiş ve " ....geçmişte, duruma ve yerine göre, Kıbrıs Türk liderliği Kıbrıs konusunu Türkiye’nin gündemine taşıyarak, orada kaşınmasına yol açıyordu. Biz de bu konularda çok dikkatliyiz. Böyle bir şeyin olmasını arzu etmiyoruz. Kıbrıs üstünden Türkiye’deki siyasi partilerin birbirini vurmasını istemiyoruz. Kıbrıs’ı daha farklı bir noktada kucaklamak gerekiyor...” şeklinde konuşmuş. [60]

Oysa hatırlanmalıdır ki 1940'lı yılların sonundan itibaren Kıbrıs'ta belirginleşen "enosis" niyet ve hareketlerinin hem Ada'daki Türk varlığı, hem Türkiye için arzettiği tehdit ve tehlikeler, o zamanlar, millî Kıbrıs davamızın kahraman önderleri Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş ile arkadaşları tarafından "aman Kıbrıs Girit olmasın" gibi söylemlerle Ankara'nın dikkatine ve gündemine taşınmıştı. Bu sayede Türkiye ve Kıbrıs Türk halkı kenetlenmiş ve "enosis" e karşı tarihî direnme başlatılmıştı. Bu direnme on yıllarca sürmüştür. Daha uzun yıllar sürmesi gerekecek gibi de görünmektedir.

Kıbrıs sorununun çözümü sadece Kıbrıs Türk halkının tercihine ve iradesine bırakılabilecek bir konu değildir. "Kıbrıs sorunu" denen konu Türkiye'nin "millî davasıdır".

Kıbrıs İngiltere İçin Önemlidir de Türkiye İçin Önemsiz midir?!

Konumu itibariyle Kıbrıs adası Türkiye'yi, Yunanistan'ı ve İngiltere'yi olduğundan daha fazla ilgilendirmektedir.  Bugün İngiltere kendi ülkesinden 8.000 km. uzaktaki Kıbrıs adasındaki egemen üslerini dikkat ve titizlikle muhafaza ediyorsa; bu üslerin muhafazası İngiltere'nin Kıbrıs konusundaki tutumuna şekil ve yön veren temel etken oluyorsa, 80 km güneyindeki Kıbrıs adası Türkiye'yi neden ilgilendirmesin?

Türkiye de AB'ne Tam Üye Olmadan Kıbrıs Sorunu Tabiî  Çözümüne Kavuşamaz

Kıbrıs adasının Doğu Akdeniz'de kalıcı biçimde bir barış ve istikrar unsur olmasını elbette istiyoruz. Ada'ya kalıcı barış gelebilmesinin vazgeçilmez ön şartı, öncelikle Türkiye'nin kendi öz çıkarlarına ve millî güvenliğine uygun düşen bir çözüm şeklinin ortaya çıkabilmesidir.  Avrupa Birliği faktörü, Türkiye'nin tutumundan kaynaklanmayan sebeplerle Kıbrıs sorununun çözümü için gerekli dengeleri bozmuştur. Bu dengeler İngiltere'nin, Yunanistan'ın, Kıbrıs Rum yönetiminin Avrupa Birliği üyesi olmaları olgusu yüzünden bozulmuştur. Halen sürdürülmekte olan müzakereler sonucunda çözüme ulaşılır ve Kıbrıs Türk halkı da bu çözüm çerçevesinde Avrupa Birliği'ne dahil olursa, Kıbrıs "sorunu" işte o andan itibaren Türkiye için daha büyük boyutlarda ortaya çıkacak demektir.

Kıbrıs adasına dengeli ve kalıcı barışın ancak Türkiye'nin de Avrupa Birliği'nin tam üyesi olması ile gelebileceğinin uluslararası plânda artık idrak edilmesinin zamanı gelmiş ve geçmektedir.

Günümüzde Kıbrıs konusunda sakat ve dengesiz bir çözüme razı olanlar, Türk tarihinde Girit'i Yunanistan'a kaptıranlarla aynı safta yer alacaklarını bilmelidirler.

2004'de "Siz Kendi Yolunuza, Biz Kendi Yolumuza" Denilmeliydi

Kısa bir süre önce Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan vizenin kaldırılması için terörle mücadele yasamızın değiştirilmesini isteyen AB'ne "biz yolumuza gidiyoruz, sen de yoluna git" dediler.

Aynı sözün, Ada'daki gerçekler temelinde bir çözüme razı olmayacakları belli olan Kıbrıs Rum tarafına KKTC halkı tarafından ve uluslararası çevrelere de Türkiye tarafından kararlılıkla ifade edilmesinin zamanının çoktan geldiğine inanmaktayım. Aslında 24 Nisan 2004 gecesi bu söz getirilmiş olmalıydı. Ne yazık ki tarihî bir fırsat kaçırıldı.

Rauf Denktaş'tan Vasiyet Gibi Söz

Millî Kıbrıs Davamızın yılmaz savunucusu KKTC'nin Kurucu Cumhurbaşkanı Millî Kahraman merhum Rauf R. Denktaş'ın hastalığa duçar olmasından kısa bir süre önce bana göndermiş oldukları bir mektuptan bir paragrafı okuyucularımla paylaşmak istiyorum.

“Kıbrıs’ta ‘biz Türküz; Türkiye Anavatanımızdır’ diyen insanlar var oldukça Rum-Yunan ikilisi bu davaya son noktayı kalıcı bir anlaşma yaparak koymayacaktır. Her yeni anlaşmayı, 1960’daki gibi esas millî hedefine bir sıçrama tahtası yapmak için uğraşacaktır. Yeni anlaşmanın temelinde bağımsız devletimiz yoksa 'sıçrama tahtası' maceralarından kurtulamayız. Annan Plânı ve benzeri bağımsızlık temelinden yoksun anlaşmalar Kıbrıs’ı Girit misali Türk’ten arındıracaktır. Kıbrıs’ın Türkiyesiz bir AB’ne girişine izin verilmiş olması Kıbrıs'tan yok oluşumuzun kapılarını açmıştır. Bu hatadan dönülmesi için sonuna kadar uğraşmak boynumuzun borcu olmuştur.”

Not: Bu yazı 2016 Mayıs ayı başında kaleme alınmıştır.

 


 

[1] CUMHURİYET Gazetesi, 17 Temmuz 1952, s. 1 - 7.

[2]  Doçent Dr. Fahir . H. ARMAOĞLU, Kıbrıs Meselesi 1954 – 1959, Ankara, 1963, Sevinç Matbaası, s.41

   Ayrıca bknz.  HÜRRİYT Gazetesi, 3 Haziran 1953

[3]  Dr. Fazıl KÜÇÜK’ün çeşitli makaleleri için bknz:

Yar. Doç Dr. Osman YILDIZ ve Öğr. Gör. Güven ARIKLI, 40 Yıl Halkın Sesi Olarak Dr. Fazıl Küçük, Makaleler (1942 – 1981), 1. Cilt.

[4]  Prof. Dr. M. Derviş MANİZADE, 65 Yıl Boyunca Kıbrıs,  Kıbrıs Türk Kültür Derneği (İstanbul Şubesi) Yayınları, No.9, Mart 1993, s. 75

[5] CUMHURİYET GAZETESİ, 2 9 Ağustos 1954, s. 1 - 6.

[6] CUMHURİYET GAZETESİ, 24 Eylül 1954, s. 1 - 9.

[7] CUMHURİYET Gazetesi , 25 Ağustos 1955, s. 7.

[8] CUMHURİYET GAZETESİ, 25 Ağustos 1955, s. 1 - 7

[9]  CUMHURİYET GAZETESİ, 26 Ağustos 1955, s. 7.

[10]  CUMHURİYET GAZETESİ, 26 Ağustos 1955, S 1 - 7.

[11]  AYIN TARİHİ, 1 Eylül 1955.

[12]  https://www.tbmm.gov.tr/hukumetler/HP23.htm

[13] TBMM Zabıt Ceridesi, 28 Şubat 1959 Cumartesi,  Devre:  XI, Cilt: 7, İçtima: 2,

[14]  CUMHURİYET GAZETESİ, 13 Eylül 1967, s. 1 - 7; MİLLİYET Gazetesi, 13 Eylül 1967, s. 1

[15]  TBMM Tutanak Dergisi (Gizli Oturum), 20 Temmuz 1974, s. 36 - 38

[16]  6. Cumhurbaşkanı Sayın Fahri Korutürk'ün bu sözlerini  Sayın Rauf Denktaş nakletmektedir. Örneğin, Sayın    Rauf Denktaş'ın 15 Nisan 2004 Perşembe günü TBMM'nin 74. Birleşimindeki nutku.

[17] TBMM Tutanak Dergisi, 25 Ağustos 1992 Salı, Dönem: 19, Yasama Yılı : 1, 94. Birleşim (Olağanüstü).

[18] Ibid

[19] Ibid

[20] TBMM Tutanak Dergisi, 10 Haziran 1993 Perşembe, Dönem: 19, Cilt: 36, Yasama Yılı: 2, 111. Birleşim.

[21] TBMM Tutanak Dergisi, 21 Ocak 1997 Salı,  Dönem: 2, Cilt: 19, Yasama Yılı: 2, 48. Birleşim.

[22] Ibid

[23] Ibid

[24] Ibid

[25] Ibid

[26]  https://www.tbmm.gov.tr/hukumetler/HP55.htm

[27] http://www.milliyet.com.tr/2004/04/13/son/sonsiy24.html

[28] https://www.tbmm.gov.tr/hukumetler/HP61.htm

[29]  TBMM, 18 Haziran 2014 Çarşamba, 24. Dönem, 4. Yasama Yılı, 105. Birleşim, Genel Kurul Tutanağı, s.16-17.

[30] Doçent. Dr. Sevin TOLUNER, Kıbrıs Uyuşmazlığı ve Milletlerarası Hukuk, İstanbul Üniversitesi Yayınlarından, No. 2309, Fakülteler Matbaası, İstanbul – 1977, s. 21.

      Bknz. Murat SARICA/ Erdoğan TEZİÇ/ Özer ESKİYURT, Kıbrıs Sorunu, İstanbul Üniversitesi Yayınlarından, No.2071, Fakülteler Matbaası, 1975, s. 5 – 7.

     Ayrıca bknz. Seha L. MERAY, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Devletler Hukuku Profesörü, Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar Belgeler, Takım I, Cilt 1, Kitap 2, s. 57 - 58, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları No. 300.

[31] Ahmet DAVUTOĞLU, Stratejik Derinlik, Türkiye'nin Uluslararası Konumu, Küre Yayınları, 1. Kitap, 2001, s. 169 - 182.

[32]  http://www.milliyet.com.tr/-kibris-ta-cozume-cok-yakiniz--kibris-2206533/

[33]  http://www.mgk.gov.tr/index.php/24-nisan-2008-tarihli-toplanti

[34] http://www.mgk.gov.tr/index.php/05-nisan-2004-tarihli-toplanti

[35]  http://www.cnnturk.com/2008/turkiye/01/03/talat.abd.ziyareti.oncesi.gulle.gorustu/416276.0/index.html

[36]  http://www.tccb.gov.tr/konusmalar/371/87261/turkiye-buyuk-millet-meclisi-yeni-yasama-yilinin-acilisinda-yaptiklari-konusma.html

[37] http://www.haberler.com/cozum-adadaki-gercekler-temelinde-mumkun-haberi/

       http://arsiv.ntv.com.tr/news/453724.asp

[38] http://arsiv.ntv.com.tr/news/453724.asp

[39] BMGS'nin 8 Mart 1990 tarihli  ve S/21183 sayılı Raporu.

[40] BMGS'nin 21 Ağustos 1992 tarihli ve 24472 saylı Raporu.

[41] http://www.abhaber.com/yunanistan-disisleri-bakani-nikos-kocaskibrisli-turkler-ile-rumlar-arasinda-osmosis-telkin-etti/

[42] http://www.spiegel.de/international/europe/turkish-cypriot-foreign-minister-says-reunification-close-a-961776-druck.html

[43]  http://www.haberler.com/ab-bakani-ve-basmuzakereci-bozkir-aciklamasi-7283086-haberi/

     http://www.kibrisgazetesi.com/?p=759689

[44]  http://www.aksam.com.tr/siyaset/basbakan-davutoglu-muzakereler-yeni-bir-ivme-kazandi/haber-339102

[45] John REDDAWAY, Burdened with Cprus, The British Connection, 1986, s. 159.

[46]  http://cyprus-mail.com/2016/02/11/anastasiades-tells-cypriot-solution-will-be-an-honourable-compromise/

[47]  http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-sayin-mevlut-cavusoglu_nun-yunanistan-disisleri-bakani-nikos-kotzias-ile-ortak-basin-toplantisi.tr.mfa

[48]  http://www.hri.org/news/greek/ana/2015/15-05-05.ana.html#22

[49] http://www.mfa.gr/en/current-affairs/top-story/joint-statements-of-foreign-minister-kotzias-and-the-president-of-the-cyprus-house-of-representatives-yiannakis-omirou-following-their-meeting-athens-20-january-2016.html

[50]  http://www.kibrisgenctv.com/güney/cavusoglu-fileleftheros-gazetesi-ne-konustu.html?tmpl=component&print=1

[51] http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-sayin-mevlut-cavusoglu_nun-kibris-rum-_fileleftheros_-gazetesine-verdigi-mulakat_-28-subat-2016_-istanbul.tr.mfa

[52] (Carol Migdalowitz  CRS Report for Congress, Cyprus: Status of U.N. Negotiations and Related Issues,  June 27, 2006, s. 19.  

https://www.fas.org/sgp/crs/row/RL33497.pdf

[53] BMGS'nin 28 Mayıs 2004 tarihli ve S/2004/437 sayılı Raporu.

[54] http://www.halkinsesikibris.com/m/index.php?islem=detay&id=53510.

[55] http://www.haberturk.com/gundem/haber/1161288-davutoglu-abye-adimi-kibrista-atabiliriz.

[56]  http://www.trthaber.com/haber/gundem/ab-turkiye-iliskilerinde-yeni-bir-donem-baslayacak-230446.html.

[57] http://www.abhaber.com/bozkir-kibrista-cozumu-umut-ediyoruz-insallah-baharda/.

[58] http://www.detaykibris.com/belki-kibris-sorununun-cozulememesinin-nedeni-de-rahmetli-denktastir-video-72428h.htm

[59]  BMGS'nin 7 Ocak 2016 tarihli ve S/2016/15 sayılı Raporu.

[60]  http://www.halkinsesikibris.com/m/index.php?islem=detay&id=59957

Yorumlar